'Yeni Dünya Düzeni'ne Karşı Müslüman Ne Yapmalı?

"Yeni dünya düzeni"nde Allâh’a, âhiret gününe, Allah rızası için dostluk, kardeşlik, fedâkârlık ve infâka yer yok!. Bu yeni dünya düzeni, her ferdin, mutlu olmak ve var olmak için daha çok “çalıştığı”, daha çok “göründüğü” bir düzen… Ama görünen, sadece insanın dış görünüşü… Onu canlı, mutlu ve diri kılan mâneviyat yok olmuş. Âdeta ruhu çekilmiş bir ceset gibiyiz, bu kentin sokaklarında boy gösteren…

Dinin ve değerlerin dahî metalaştığı bir hayat biçimi olan “sekülerizm: dünyevîleşme”, hayatımızda pek çok kırılmaları da beraberinde getirdi. Değişimin boyutu tesirli, ama işleyişi yavaş ve sinsice olduğundan, çoğumuz geçirmiş olduğumuz farklılaşmayı çoğu kere göremedik.

Günümüzde toplumumuzda gördüğümüz ve beni derinden yaralayan hususlardan birisi de ferdiyetçilik… Çabuk alışıp hızla benimsediğimiz modern hayat, hepimizi fildişi kulelerimize yerleştirdi. Evlerimiz büyüdüğü ve modernleştiği halde kalplerimiz küçüldüğü ve daraldığı için misafirlikleri unutur hale geldik. Akraba ziyaretleri, komşu yardımlaşmaları, artık hayatımızda nostalji olarak kısmen devam etmekte... Tam da merhum Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi; “Eskiden yalnızca kışlar soğuktu. Şimdilerde insanlar soğuk, yürekler soğuk…”

ESKİSİNDEN ÇOK DAHA YALNIZ YAŞIYORUZ

Daha elem verici olanı ise, “çekirdek âile”lerin dahî, sevgi, samimiyet, birlik ve beraberlikten mahrum kalışı… Sessiz çığlıkları, çaresizlikleri bazen hüsranla parçalanmalarına sebep olurken bazen her şeye rağmen sıkıntı ve stresle devam etmeleri aradaki bağları iyiden iyiye koparıyor. Nitekim kapitalist sistem, babanın “daha fazla çalış, daha çok kazan!” anlayışıyla iş yükünü artırıp evine ve âilesine ayıracağı zamanı daraltırken, çocuklara da daha fazla kurs, daha yüksek not dürtüsüyle âilesiyle geçireceği vakitleri katletti. Annenin de evden çıkıp sevgi, şefkat mekanizmasını zayıflatmasıyla, ailede herkesin “kendi başına var olduğu” ve “yaşadığı” (!) dünyalar kurduk. Birçok zaman aynı sofraya oturamaz, aynı dilden konuşamaz hale geldik…

Herkesin telefonları “akıllandı”, gözleri televizyon ve dizilere kilitlendi. Akraba, eş-dost ziyaretleri bile “topluca televizyon izleme günlerine” döndü. Artık hepimiz, kalabalıklar içinde yalnızız. Sesimizi duyan, varlığımızı ve feryadımızı hisseden kimse kalmadı. Eskisinden “daha kalabalık”, ama eskisinden “çok daha yalnız” yaşıyoruz yaşlı dünyamızda… Herkes kendi hayatını kurmanın, kendi mutluluğunu kurtarmanın derdinde…

ÂDETA RUHU ÇEKİLMİŞ CESET GİBİYİZ

Aslında insanın bir başka insanla gönülden birlikte olduğu zamanlarda daha mutlu olduğunu; hayatın yük ve acılarının ise, paylaşarak azaldığını unuttuk, unutmaya devam ediyoruz. Artık fedakârlık, diğergâmlık; ahmaklık olarak görülür oldu. Bu da her şeyin menfaat ilişkisine bağlandığı, dünyevî çıkarlar uğruna dostluk ve düşmanlıkların kurulduğu bir dünya düzeninin bize kadar yansıması… Bu yeni dünya düzeninde Allâh’a, âhiret gününe, Allah rızası için dostluk, kardeşlik, fedâkârlık ve infâka yer yok!. Bu yeni dünya düzeni, her ferdin, mutlu olmak ve var olmak için daha çok “çalıştığı”, daha çok “göründüğü” bir düzen… Ama görünen, sadece insanın dış görünüşü… Onu canlı, mutlu ve diri kılan mâneviyat yok olmuş. Âdeta ruhu çekilmiş bir ceset gibiyiz, bu kentin sokaklarında boy gösteren…

Oysa dünyada “Allâh’ın halifesi” olarak yaşamak, muhakkak bir dizi sorumlulukları da beraberinde getirmekte… Öncelikle yaratılışımızı borçlu olduğumuz Rabbimize sorumluluklarımız, akabinde içerisinde dünyaya geldiğimiz ve yetiştiğimiz âilemize, akrabalarımıza, çevremize, tabiata, eşyaya, havaya ve suya sorumluluklarımız vardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mü’minleri birbirine zimmetleyen pek çok hadîs-i şerîfi var. Biz, bir vücudun organları gibi, birbirimizle kenetlenmeliyiz. Dünyadaki bütün Müslümanlara, bütün mazlumlara, bütün insanlığa karşı vazife ve sorumluluklarımız var.

Bu vazife ve sorumluluklar, bizim “insan” olmak sûretiyle sahip bulunduğumuz bazı “haklar”dan kaynaklanıyor. Zira bir şeyleri “hak” etmek, onların gereğini yapmaktan geçiyor.

Rabbimizin bizim üzerimizde “hakları” var. Bu haklar bize birtakım vazife ve mesûliyetler yüklüyor. Bu hakların başında, insanların Allâh’a îman ve itaat etmeleri, O’na gereği gibi kulluk etmeleri geliyor.

İNSANIN EN BÜYÜK HAKKI

İnsanların üzerimizde hakları var. Fert olarak, bizim beş temel hakkımız ve beş temel dokunulmazlığımız var: Din, can, nesil, mal, akıl… Herkes dilediği dini seçmekte serbest. Canını, malını, neslini-nâmusunu ve aklını muhafaza etmek; en büyük hakkı… Dinin ve devletin kendisine bu imkânları hazırlaması da insanın en büyük hakkı…

Bu haklara sahip olan insanların, “başkalarının hakkına” da riâyet etmesi gerekli… Bir insanın hürriyeti, başka bir insanın hürriyet alanına, diğer bir ifadeyle, Allâh’ın kendisine tahsis ettiği sınıra kadar geçerli… Bu sınırı aşan, haddini aşmış, azgınlaşmış, kul hakkını ihlâl etmiş oluyor. Meselâ bir insanın nefes alma hakkı var, ama başkasının aldığı nefesi/havayı kirletme hakkı yok.

Haklar, sadece şu an yaşayanlarla sınırlı da değil! Havayı kirleten, sadece kendi mahallesini, şehrini, ülkesini kirletmiyor. O, aynı zamanda gelecek nesillerin havasını-suyunu kirletmiş ve onların hakkına girmiş oluyor.

Haklar o kadar iç içe girmiş durumda ki… Kişinin topluma bağlı hakları var, toplumun da o kişide hakları… Âile fertlerinin birbiriyle hakları var, toplumun o âileyle irtibatlı hakları… Anne-baba, çocuklar, karı-koca, akrabalar, komşular hep İslâm’da birbirine haklar ve mesûliyetlerle bağlanmış.

Bu haklar çiğnendiğinde “kul hakkı” doğuyor ve sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz, âhirette kendisine ortak koşulmasını affetmediği gibi, kul hakkını da affetmiyor. Herkes, kimin hakkını gasbetmişse, onunla ya bu dünyada ya da âhirette hesaplaşacak, helâlleşecek ve öyle Rabbinin huzuruna gelecek… Peygamber Efendimizin haber verdiğine göre, şehid olanların bile, bütün günahları affedildiği hâlde, “kul hakları” affedilmiyor. (Bkz. Müslim, İmâre, 119)

Kul hakkı hususunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz başka bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin! Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)

AİLE İÇİNDE İHMAL EDİLEN HAKLAR

Toplumda yaşadığımız fertler arası kul hakkı ihlâli bu derece ehemmiyetli iken, kucağında gözlerini açtığımız, sütüyle ve sevgisiyle beslenip büyüdüğümüz, sıcaklığında yetişip eğitim aldığımız ana-baba hakları ise ayrı bir önem arz etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, annenin çocuğuna hâmileyken “zorluk üzerine zorluk” çektiğini ifade eder ve bilhassa yaşlılık dönemlerinde anne-babaya karşı “Öff!” bile denilmemesini tembihler. (Bkz. el-İsrâ, 23) Yaşlarının ve hastalıklarının beraberinde getirmiş olduğu eziyet acı ve zorluğa rağmen hizmette kusur etmemek, rencide etmekten sakınmak, özellikle üzülecekleri her türlü hal, hareket ve sözden ictinab etmek gerekmektedir. Peygamber Efendimiz de kendisine:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! İyi davranıp gönlünü hoş etmeye, en çok kim hak sahibidir?” diye soran bir adama, üç defa “Annen!” cevabını vermiş, dördüncüsünde ise babasını söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2)

Âile içindeki ihmal edilen bir hak da, karı-kocanın birbirlerine karşı haklarıdır. Erkekler, kadınları, “Allâh’ın emâneti olarak” almışlar ve “kendileriyle iyi geçinmekle” emredilmişlerdir. Kadınlar da iffetlerini, eşlerinin mal ve mülkünü korumakla mükelleftirler. (Bkz: Tirmizî, Fiten, 2) İslâm’da eşler arasındaki haklar ve sorumluluklar, fıtrata uygun bir şekilde ve adâletle paylaştırılmıştır. Âilenin topluma karşı en büyük vazifesi, ahlak ve fazilet sahibi olan, sâlih ve sâliha nesiller yetiştirmektir.

Fertlerin ve âilelerin toplumla bir bağı da akrabalık, komşuluk ve din kardeşliği haklarını gözetmektir. Çünkü İslâm, ferdî yaşanan bir din değildir. O hem fert ve hem de toplumun iç içe girdiği, birbiriyle kenetlendiği, birbirinin eksiklerini tamamladığı ve huzurlu bir beraberlik oluşturduğu en mükemmel hayat nizamıdır. Orada ne fert kendisini yalnız hisseder, ne de bütün herkes toplum ve devlet için gece gündüz çalışır. Her şey yerli yerince ve yaratılışa uygundur. Kısacası, İslâmiyet, insanı insan yapan dinin adıdır.

Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 143

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.