Yahya Efendi Kimdir?

Yahya Efendi (ö. 978/1571) müderris, şair ve sûfî bir Allah dostudur. 900 (1495) yılında Trabzon’da doğdu. Beşiktaşî Yahyâ Efendi, Müderris, Molla Şeyhzade olarak tanınır.

Hayatına dair ilk bilgiler Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-şuarâ’sında, Âlî Mustafa Efendi’nin Künhü’l-ahbâr’ında, Kınalızâde Hasan Çelebi’nin Tezkiretü’ş-şuarâ’sında ve müridlerinden Şâban Efendi’nin soyundan gelen Mehmed Dâî’nin Menâkıb’ında yer alır. Daha sonra yazılan eserlerde ise genelde bu kaynaklara atıf yapılmıştır.

Babası Şâmî Ömer Efendi, annesi Afîfe Hatun’dur. Bazı kaynaklarda babasının Amasyalı olduğu kaydedilir (Âlî Mustafa Efendi, vr. 472b). Ömer Efendi’nin Trabzon’da kadılık yaptığı dönemde II. Bayezid’in oğlu Şehzade Selim Trabzon sancak beyi idi. Bu dönemde Ömer Efendi ile şehzade arasında bir dostluk kurulduğunu tahmin etmek mümkündür.

YAHYA EFENDİ İLE KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN SÜTKARDEŞ

Yahyâ Efendi’nin doğumundan birkaç gün sonra Şehzade Selim’in oğlu Süleyman’ın dünyaya gelmesi muhtemelen iki aileyi birbirine daha da yakınlaştırmıştır. Nitekim Şehzade Süleyman’ın annesinin sütü yetmeyince Afîfe Hatun’un şehzadeyi de emzirdiği ve Yahyâ Efendi ile Kanûnî Sultan Süleyman’ın sütkardeşi oldukları belirtilmektedir. Ömer Efendi’nin Trabzon’dan sonra nerede görev yaptığı bilinmemekte, ancak Şam’a döndüğü ve orada vefat ettiği kaydedilmektedir.

Yahyâ Efendi çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Trabzon’da geçirdi. Atâî onun bu dönemde sık sık şehir dışında bir mağarada inzivaya çekildiğini ve bunun yedi yıl sürdüğünü belirtir. Onun aynı dönemde Trabzon’daki medreselerden birinde tahsilini tamamladığı tahmin edilebilir.

Yahyâ Efendi, Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışının ardından Şehzade Süleyman’ın maiyetinde ailesiyle birlikte İstanbul’a gitti (Mehmed Dâî, vr. 13a-b). İstanbul’da tahsilini Zenbilli Ali Efendi’nin yanında tamamladı (Âlî Mustafa Efendi, vr. 473a).

MÜDERRİSLİK YAPTI

Hocasının vefatı üzerine günlük 15 akçe ile Canbaz Mustafa Medresesi’nde müderrislik görevine başladı. Ardından Hacıhasanzâde, Efdâliye, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa, Üsküdar’da Mihrimah Sultan medreselerinde ve 960 (1553) yılında Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin yerine tayin edildiği Sahn-ı Semân Medresesi’nde müderrislik yaptı.

Göreve tayininden iki yıl sonra Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi olayı sırasında saraydan çıkarılan annesi Mâhidevran Sultan’ın yeniden saraya alınması için Kanûnî’ye yazdığı bir arîza yüzünden araları açıldı ve görevinden uzaklaştırıldı; ardından günlük 50 akçe ile emekliye sevkedildi (a.g.e., vr. 473a).

Âşık Çelebi, Yahyâ Efendi’nin bu duruma çok üzüldüğünü nakleder. Kanûnî Sultan Süleyman’ın Yahyâ Efendi’yi görevinden azletmekle birlikte faaliyetlerine pek müdahale etmediği anlaşılmaktadır. Daha sonraki yıllarda padişahın şeyhe altın ve gümüşten hediyeler gönderdiği, şeyhin de bahçesinde yetiştirdiği bazı ürünleri padişaha yolladığı rivayet edilir (Kınalızâde, II, 883). Görevinden ayrılmasından sonra kendi imkânlarıyla Beşiktaş’ta geniş bir arazi satın aldı ve hayatının geri kalan kısmını burada kurduğu dergâhta geçirdi.

YUŞA PEYGAMBERİN MAKAMINI KEŞFETTİ

Onun Boğaz kenarında, Hz. Mûsâ ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak kabul edilen Hıdırlık adını verdiği bölgeye rüyasında gördüğü bir şahsın işaretiyle gidip tekkesini kurduğu belirtilir (Âlî Mustafa Efendi, vr. 473a; Mehmed Dâî, vr. 15a-b).

Bazı kaynaklarda Yûşa peygamberin Beykoz’daki makamının Yahyâ Efendi tarafından keşfedildiği anlatılır. Kınalızâde Hasan Çelebi onun Anadolukavağı’nda Yoros’ta bir mescid, medrese ve hamam yaptırdığını yazar (Tezkire, II, 883). Menâkıb’da da Yahyâ Efendi’nin sık sık Yoros’a giderek dinlendiği ifade edilir.

9 Zilhicce 978 (4 Mayıs 1571) tarihinde kurban bayramı gecesi vefat eden Yahyâ Efendi’nin cenaze namazı bayram namazından sonra Ebüssuûd Efendi tarafından Süleymaniye Camii’nde kıldırıldı ve dergâhının bulunduğu yere defnedildi. Cenazeye devlet erkânı, ulemâ ve halktan büyük bir kalabalık katılmış, II. Selim’in emriyle dergâhın bulunduğu yere bir türbe inşa edilmiştir.

Yahyâ Efendi’nin ailesi hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Mehmed Dâî, onun İstanbul’a geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezadesi Şerife Hatun’la evlendiğini yazmaktadır (Menâkıb, vr. 14b). İbrâhim ve Ali isminde iki oğlunun şeyh unvanı taşıması kendisinden sonra meşihatı bunların üstlenmiş olabileceğini akla getirse de haklarında herhangi bir bilgiye rastlanmadığından bu konuda kesin bir yargıya varmak mümkün görünmemektedir. Hocazâde Ahmed Hilmi, Odabaşı Şeyhi Mustafa Efendi’nin hayatından bahsederken onun Yahyâ Efendi’nin torunlarından Emetullah isminde bir hanımla evlendiğini kaydeder (Ziyâret-i Evliyâ, s. 137). Divan edebiyatının kadın şairlerinden Hubbî’nin de (ö. 998/1590 [?]) Yahyâ Efendi’nin torunu olduğu rivayet edilir.

İSTANBUL'A GELMESİNİ KANUNİ İSTEMİŞ

Yahyâ Efendi’nin hayatında Osmanlı merkezî iktidarı ile ilişkileri önemli olup bu ilişkiler hakkında kaynaklarda ayrıntılı bilgi verilir. Yahyâ Efendi ile Kanûnî Sultan Süleyman arasında Trabzon’da başlayan dostluk İstanbul’da devam etmiş, onun İstanbul’a gelmesini Kanûnî istemiştir.

Bu dönemde Kanûnî’nin Yahyâ Efendi’ye ve ailesine karşı saygı duyduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kanûnî’nin İstanbul’da inşa ettirdiği ilk mescid Yahyâ Efendi’nin annesi Afîfe Hatun’un adını taşımaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman kendisinden birkaç gün önce doğan Yahyâ Efendi’ye ağabey diye hitap eder ve zaman zaman ziyaretine giderdi. Yahyâ Efendi’nin devlet işlerine karışacak cesareti göstermesi de bu yakınlığı ortaya koymaktadır.

Yahyâ Efendi birçok konuda Kanûnî’ye arzlar yazmış, talep veya tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ bir şiirinde İran şahının faaliyetleri hususunda padişahı uyarmış, kızılbaş hareketinin bir fitne olduğunu ve mutlaka bastırılması gerektiğini belirtmiş, bu konuda babasını örnek almasını istemiştir (Divan, vr. 34a, 39b). Hatta kızılbaşlarla mücadele esnasında her türlü şiddete başvurulabileceğini söylemiştir. II. Selim de Yahyâ Efendi’ye büyük saygı gösterir, onu ziyaret eder, bazı konularda kendisine danışır, bazan da hediyeler gönderirdi (Mehmed Dâî, vr. 65b-68b).

SARAYA SIK SIK ŞEFAATNAMELER YAZDI

Öte yandan Yahyâ Efendi Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Semiz Ali Paşa gibi önde gelen vezirlerle de temas kurmuştur. Kaynaklarda onun saraya sık sık şefaatnâmeler yazarak kendisine başvuranların işlerinin halledilmesine aracı olduğu nakledilir. Ancak bu tavrı devlet işlerine müdahale gibi algılanmış, Rüstem Paşa ve Semiz Ali Paşa ile bazı gerginlikler yaşanmıştır. Rivayete göre Rüstem Paşa, yaptırdığı camiye malzeme temini için Yahyâ Efendi’nin çok önem verdiği mekânlardan Yoros Kalesi’ni yıktırmak istemiş, bunun üzerine Yahyâ Efendi padişaha bir tezkire yazıp paşayı şikâyet etmiştir. Bu müdahaleye çok sinirlenen Rüstem Paşa kalenin hemen yıkılmasını emretmiş, bu amaçla yola çıktığı sırada atından düşmüş, şeyhten özür dilemişse de kabul edilmemiş, neticede çektiği acılar yüzünden ölmüştür.

(a.g.e., vr. 57a-59a). Bu rivayetin doğruluğu tartışılsa bile Menâkıb müellifi Mehmed Dâî’nin böyle bir olaya yer vermesi Rüstem Paşa ile Yahyâ Efendi arasında bir anlaşmazlığın mevcudiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Anlaşmazlığın temelinde muhtemelen Rüstem Paşa’nın Şehzade Mustafa’nın öldürülmesindeki gayretleri yatmaktadır. Yahyâ Efendi’nin Sadrazam Semiz Ali Paşa ile arasının açık olmasının sebebi ise sadrazamın Yahyâ Efendi’nin bir isteğini yerine getirmemesidir. Atâî’nin verdiği bilgiye göre Yahyâ Efendi, bu davranışı karşısında Semiz Ali Paşa’ya gücenmiş, bir süre sonra sadrazam yakalandığı hastalığın sebebini buna bağlayıp özür dileyince araları düzelmiştir (Zeyl-i Şakāik, s. 149). Yahyâ Efendi’nin, müridlerinden Turak Bey’in bir işini halletmesi için Sokullu Mehmed Paşa’ya da bir mektup yazdığı bilinmektedir. Riyâziyyât, hendese, hikemiyyât, felekiyyât ve tıp ilimlerinde bilgi sahibi olduğu belirtilen Yahyâ Efendi’nin (Âşık Çelebi, II, 798) Kanûnî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın bir hastalığını tedavi ettiği nakledilir. Evliya Çelebi’nin rivayetine göre Yahyâ Efendi’nin bir diğer uğraşı kuyumculuk sanatıdır. Buna göre Yahyâ Efendi, Trabzon’da yaşadığı dönemde Şehzade Süleyman ile birlikte Kostanta adlı bir zimmînin yanında kuyumculuk sanatını öğrenmiştir (Seyahatnâme, II, 53).

YAHYA EFENDİ'NİN TARİKATI

Daha çok bir şeyh olarak tanınan Yahyâ Efendi’nin tarikatı konusunda Üveysî olduğu dışında kaynaklarda bilgi yoktur. Yaygın görüş Hızır ile görüşerek ondan icâzet aldığı yönündedir. Bir tarikat silsilesinin bulunmaması, kendisinden sonra tarikatını sürdüren şeyhlerden söz edilmemesi, kaynaklarda daha ziyade müderrislik yönünün ön plana çıkarılması ve adının dönemin ulemâsı arasında zikredilmesi, onun mutasavvıf kimliğiyle ilgili rivayetlerin Mehmed Dâî’den naklen sonradan geliştirilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Menâkıb dışındaki kaynakların önemli bir kısmında onun sadece Beşiktaş’ta bir dergâh kurduğundan söz edilmekte, bunun yanında şairliği, sultana yakınlığı ve müderrisliğine dair rivayetlere yer verilmektedir. Her hâlükârda Yahyâ Efendi, dönemindeki önemli mutasavvıflardan biri kabul edilse bile bu yönünün kendisiyle sınırlı kaldığı, bir gelenek haline dönüşmediği âşikârdır. Zira vefatından sonra tekkesi Kādirî ve Nakşî meşâyihi tarafından kullanılmıştır.

Gayretli ve çok yönlü kişiliği, iktidar zümreleriyle halk arasında bir aracı vazifesi görmesi, fakirlere karşı son derece cömert davranması Yahyâ Efendi’nin saygı duyulan bir şahsiyet haline gelmesini sağlamıştır. Menâkıb’da yer alan, Gülşeniyye’ye ve diğer tarikatlara mensup bazı kişilerin kendisini ziyaret ettiğine dair rivayetler diğer tarikatlar nezdinde de itibar gördüğünü ortaya koymaktadır. Onun zaman zaman bazı camilerde vaaz verdiği anlaşılmaktadır.

VAAZLARINI DİNLEMEK İÇİN HALK, ÜÇ GÜN ÖNCESİNDEN HAZIRLANIRDI

Evliya Çelebi, Ayasofya Camii’ndeki vaazlarını dinlemek için halkın üç gün öncesinden hazırlandığını, caminin bir adım dahi atılamayacak kadar dolduğunu ve cemaatin can kulağıyla şeyhi dinlediğini kaydeder (a.g.e., I, 60). Yahyâ Efendi’nin müridlerinin çokluğuna vurgu yapılsa da iki müridinin ön plana çıktığı ve kendisine hemen her konuda yardımcı olduğu görülür. Bunlar denizlerdeki temsilcisi Baba Turak ile karadaki temsilcisi Hacı Kasım’dır (Mehmed Dâî, vr. 46b-50b). Hacı Ali Efendi ve Koca Köse de dergâha hizmet eden şahsiyetlerdir.

Yahyâ Efendi’yi sadece müslümanların ziyaret etmediği, dergâhın gayri müslimlerin yoğun biçimde yaşadıkları bir bölgede kurulmuş olması sebebiyle çoğu denizci birçok hıristiyanın da onu ziyarete gittiği, bazı konularda kendisinden yardım istediği anlaşılmaktadır. Osmanlı devlet teşkilâtına dair anonim ıslahatnâmeler arasında yer alan Kitâbü Mesâlihi’l-müslimîn’deki bir ifade ile Menâkıb’daki bazı kayıtlar, şeyhin gayri müslimler tarafından müşküllerinin halledilmesinde bir merci olarak kabul edildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Kitâbü Mesâlih yazarı, ödemekle mükellef tutulduğu haracın kendisine ağır gelmesinden şikâyet eden bir gayri müslimin çareyi Yahyâ Efendi’ye başvurmakta bulduğunu kaydeder (s. 108). Menâkıb’da (vr. 54b-55a) şeyhin denizde kaybolan veya boğulma tehlikesi geçiren hıristiyanları kurtardığına ve bu sayede müslüman olmalarını sağladığına dair menkıbelere de sıkça yer verilir. Şeyhin ayrıca bölgedeki gayri müslimlerin dilini konuşabildiği Menâkıb’da yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır. Meselâ kendisini ziyarete gelen metropolitle Rumca konuşmuş, bu duruma şaşıran ulemâya da on beş dil bildiğini söylemiştir (a.g.e., vr. 55b-57a).

“Müderris” mahlasıyla şiir yazan Yahyâ Efendi’nin şiirleri ölümünden sonra bir divan halinde derlenmiştir. Eserin bilinen tek nüshası Millî Kütüphane Fahri Bilge Bölümü’nde kayıtlıdır (nr. 210). Heath W. Lowry, Yahyâ Efendi ile “Muhibbî” mahlasını kullanan Kanûnî Sultan Süleyman’ın şiire Trabzon’daki çocukluk yıllarında başladıklarını söyler. Yahyâ Efendi şiirlerinde dünya hayatını, bazan da kendini sorgulamakta, siyasî ve içtimaî meselelere temas etmekte, zaman zaman beslenme kültürüyle ilgili mısralar söylemekte, Kanûnî Sultan Süleyman’a tavsiyelerde bulunmaktadır.

Kaynak: Haşim Şahin, Diyanet İslam Ansiklopedisi

İslam ve İhsan

YAHYA EFENDİ'DEN KANUNİ'YE CEVAP

Yahya Efendi'den Kanuni'ye Cevap

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.