Veda Haccı ve Veda Hutbesi

Haccın farz olmasından sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yapmış olduğu ilk ve son hac, Vedâ Haccı’dır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu haccında müslümanlarla vedâlaşınca insanlar; “Bu vedâ haccıdır.” demişler ve bu isim meşhur olmuştur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bundan “Haccetü’l-İslâm” ismiyle bahsederdi.

Arabistan’ın baştan başa müslüman olduğu ve İslâm’ın haşmet ve hâkimiyetinin son derece güçlendiği, Hicret’in onuncu yılına denk gelen bu hacca, bütün müslümanlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından dâvet edildi.

Allâh ve Rasûlullâh aşkıyla dolup taşan gönüller, bu dâvete topyekûn icâbet eyledi. Bu haber, Medîne’nin dışına ulaşınca, insanlar her taraftan akın akın geldiler. Yolda onlara katılanların hadd ü hesâbı yoktu. Etrâfı gözün alabildiğince büyük kalabalıklar kaplamıştı. Dört bir yandan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile haccedebilmek için koşup gelen mü’minlerin sayısı yüz yirmi bin civârındaydı. Hepsi tek bir yürek hâlinde, hayâl ötesi ulvî bir manzara sergiliyorlardı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hac ve ihram hakkında oradakilere kısa bir bilgi verdikten sonra, yola çıktı. Varlık Nûru, hacda kurban etmek üzere yanında yüz kadar deve götürüyordu. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- yol boyunca müslümanlara hep hacdan bahsetti. Îrâd buyurduğu hutbesinde ihrâmın ve haccın vâciblerini, sünnetlerini anlattı. Zülhuleyfe’ye geldiğinde Akîk Vâdisi’nde müslümanlara şöyle dedi:

“Rabbim tarafından gönderilen Cebrâîl bu gece bana gelip: «Bu mübârek vâdide namaz kıl ve hem hacca hem de umreye niyet ettim de!» buyurdu.” (Buhârî, Hac, 16)

Orada iki rekât da ihram namazı kıldı. Allâh’a hamd ü senâda bulunup tesbîh ettikten ve tekbîr getirdikten sonra:

اَللّهُمَّ حِجَّةٌ لاَ رِيَاءَ فِيهَا وَلاَ سُمْعَةَ

“Ey Allâh’ım! Bunu bana içinde riyâ ve süm’a (gösteriş ve şöhret) bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac kıl!” diyerek duâ etti. (İbn-i Mâce, Menâsik, 4)

Zülhuleyfe’de ihrâma girip:

لَبَّيْكَ، اَللّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ. اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لاَ شَرِيكَ لَكَ

diyerek telbiyeye başladı. (Buhârî, Hac, 26)

Daha sonra da:

“Sizden kim hac ve umreye niyet etmek isterse bunu yapsın!” buyurdu.

Allâh Rasûlü ihrâma girip telbiyeye başladıktan sonra, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın gelerek:

“Yâ Muhammed! Ashâbına telbiyede seslerini yükseltmelerini emret! Çünkü bu, haccın alâmetlerindendir!” dediğini bildirdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 16)

Yerler ve gökler, getirilen telbiye sesleriyle çınlıyor; huşû ve huzur, her yeri bir ağ gibi örüyordu.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, uğradığı yerlerde müslümanlara imâm olup namaz kıldırıyordu. Daha sonra bir vefâ ve muhabbet tezâhürü olarak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in namaz kıldırdığı yerlere mescidler yapılmıştır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırdı ve:

“Ey Allâh’ım! Bu Beytinin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile tâzîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tâzîmlerini ve iyiliklerini artır!” diyerek duâ etti. (İbn-i Sa’d, II, 173)

Ridâsının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atmış ve sağ kolunu açmış olduğu hâlde Mescid-i Harâm’a girip Hacer-i Esved rüknüne vardı ve onu istilâm etti. Bu esnâda gözleri yaşla doldu. Hacer-i Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü.

اَللّهُمَّ اِيمَانًا بِكَ وَتَصْدِيقًا بِكِتَابِكَ وَاتِّبَاعًا سُنَّةَ نَبِيِّكَ

“Allâh’ım! Sana îmân ederek, kitâbını tasdîk ederek, peygamberlerinin sünnetine ittibâ ederek (başlıyorum).” diyerek Hacer-i Esved köşesinden tavâfa başladı. (Heysemî, III, 240)

Tavâfın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp omuzlarını silkeleyerek hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Rükn-i Yemânî ve Hacer-i Esved hizâsına geldikçe:

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“…Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru!” (el-Bakara, 201) âyetini okumakta idi. Varlık Nûru Efendimiz, tavâfın bu bölümünü tamamlayınca Hacer-i Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü. Bundan sonra insanların arasından güçlükle geçip Makâm-ı İbrâhîm’e ulaştı. Makâm’ı kendisiyle Beytullâh arasına alarak iki rekât namaz kıldı. Sonra dönüp tekrar Hacer-i Esved’i istilâm etti ve Hazret-i Ömer’e:

“Ey Ömer! Sen güçlü-kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved’e erişmek için insanları sıkıştırarak zayıflara eziyet etme! Ne rahatsız ol ne de rahatsız et. Tenhâ bulursan Hacer-i Esved’i istilâm et ve öp, aksi takdirde uzaktan «el sürüp öpme» işâreti yap, kelime-i tevhîd okuyarak ve tekbîr getirerek geç!” buyurdu. (Heysemî, III, 241; Ahmed, I, 28)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bundan sonra Kâbe’nin Benî Mahzûm kapısından çıkıp Safâ Tepesi’ne gitti. Oraya yaklaşınca:

اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللهِ

“Şüphe yok ki Safâ ile Merve, Allâh’ın nişânelerindendir.” (el-Bakara, 158) âyetini okudu ve:

“Allâh’ın âyette ilk olarak zikrettiğinden başlıyorum!” buyurarak sa’y yapmaya Safâ’dan başlamak üzere oraya yöneldi. Beytullâh’ı görünce ona bakarak tehlîl ve tekbîr getirdi. Üç veya yedi defâ:

لاَإِلهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيَكَ لَهُ. لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. لاَإِلهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ. أَنْجَزَ وَعْدَهُ وَنَصَرَ عَبْدَهُ وَهَزَمَ اْلأَحْزَابَ وَحْدَهُ

“Bir olan Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. Diriltir, öldürür. O her şeye kâdirdir. Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allâh vaadini yerine getirdi; kuluna yardım etti, düşmanlık için toplanmış olan bütün orduları yalnız başına bozguna uğrattı.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 84)

Sonra, Safâ’dan Merve Tepesi’ne doğru yürüyerek indi. Allâh Rasûlü, sa’y vâdisinin ortasına gelince yürüyüşünü hızlandırıyor, burayı geçince tabiî yürüyüşüne dönüyordu. Bu esnâda:

رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَاَنْتَ اْلاَعَزُّ الاَكْرَمُ

“Yâ Rab! Beni bağışla ve bana rahmet et! En azîz, en kerîm olan Sen’sin!” diyerek duâ ediyordu. (Heysemî, III, 248)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Merve Tepesi’ne vardığında, Safâ’da yaptıklarını aynen tekrarladı. Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip gelerek sa’yı Merve’de tamamladı.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’de dört gün kaldı. Beşinci gün (Tevriye günü) Beytullâh’ı tavâf ettikten sonra devesine bindi. Minâ’ya varıp öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını orada kıldı. Güneş doğuncaya kadar bekledi. Zilhicce’nin dokuzunda sabahleyin Arafat’a doğru hareket etti. Minâ’dan Arafat’a varıncaya kadar telbiye getirmeye devâm etti.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu minvâl üzere ümmetine nasıl haccedeceklerini bizzat göstererek bütün vazîfelerin îfâsından sonra Arafat’ta, bugün Nemire Mescidi’nin bulunduğu yerde, devesinin üzerinde meşhûr “Vedâ Hutbesi”ni îrâd buyurdu:

“Ey insanlar!

Sözlerimi dikkatle dinleyiniz! Bilemiyorum, belki bu yıldan sonra sizinle burada bir daha ebedî olarak bir arada olamayacağım!

Ey insanlar!

Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmuslarınız da öyle mukaddestir; bunlara her türlü tecâvüz haramdır.

Ashâbım!

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak hesâba çekileceksiniz! Sakın benden sonra eski dalâletlere (sapıklıklara) dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Havuz’un başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!

Ashâbım!

Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin! Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır; ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız! Allâh’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.

Ashâbım!

Câhiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamâmen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı, (ceddim) Abdülmuttalib’in torunu (amcazâdem) Rebîa’nın kan dâvâsıdır.

Ey insanlar!

Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurma gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnûn edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakınınız!

Ey insanlar!

Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, âile şerefini hiçbir kimseye çiğnetmemesidir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşrû bir şekilde her türlü yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. Bir kadının, kocasının izni olmadan, onun malından hiçbir şeyi, başkasına vermesi helâl olmaz!

Kölelerinize gelince; onlara yediğinizden yedirmeye, giydiğinizden giydirmeye dikkat ediniz! Affedemeyeceğiniz bir hatâ yaparlarsa, izin veriniz! Fakat onlara aslâ eziyet etmeyiniz! Çünkü onlar da Allâh’ın kuludur.

Ey mü’minler!

Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman, müslümanın kardeşidir; böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize âit olan herhangi bir hakka tecâvüz, helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun...

Haksızlık yapmayın! Haksızlığa da boyun eğmeyin! Ahâlînin haklarını gasbetmeyin!

Ashâbım!

Kendinize de zulmetmeyiniz! Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.

Ey insanlar!

Her cânî kendi suçundan bizzat mes’ûldür. Hiçbir cânînin işlediği suçun cezâsını evlâdı çekemez! Hiçbir evlâdın suçundan da babası mes’ûl edilemez!

Ey insanlar!

Cenâb-ı Hak, her hak sâhibine hakkını (Kur’ân’da) vermiştir. Vârise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zinâ eden için mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddiâ eden soysuz, yâhut efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör köle, Allâh’ın gazabına, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şehâdetlerini kabûl eder.

Ey insanlar!

Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allâh yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sâhibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

Ey insanlar!

Devamlı olarak dönmekte olan zaman, Allâh’ın gökleri ve yerleri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl, ay ölçüsüyle on iki aydır. Bunların dördü harâm olan aylardır. Bunların üçü, arka arkaya Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem; dördüncüsü de (Cemâziye’l-âhir ile Şâban arasında olan) Receb’dir. Bu sene, harâm ayları eski yerine geldi. Hac mevsimi Zilhicce’nin onuncu gününe rastladı.

Ey mü’minler!

Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve Rasûlʼünün Sünnet’idir.

Ey insanlar!

Allâh’a ibâdet edin! Beş vakit namazınızı kılın! Ramazan orucunu tutun ve emirlerime itaat edin! (Ancak böyle yaptığınız takdirde) Rabbinizin cennetine girersiniz.

Ey insanlar!

Aşırı gitmekten (ifrattan) sakının! Evvelkilerin mahvolmalarının sebebi, dindeki ifratlarıydı. Hac amellerini (usûl ve âdâbını) benden öğrenin! Bilmiyorum belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada buluşamayacağım! Bu nasîhatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki, bildirilen kimse, (sözlerimi) burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.”

Sözlerinin burasında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüz binin üzerindeki sahâbesine sordular:

“−Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar; ne diyeceksiniz?”

Bütün ashâb-ı kirâm:

“−Allâh’ın elçiliğini îfâ ettin; vazîfeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz!” dediler.

Bu şehâdetin ardından Varlık Nûru Efendimiz, dînin teblîğine dâir:

“−Ashâbım! Teblîğ ettim mi?.. Teblîğ ettim mi?.. Teblîğ ettim mi?..” diyerek üç defâ tasdîk aldı. Sonra ellerini semâya kaldırarak Cenâb-ı Hakk’ın şehâdetini diledi:

“Şâhid ol yâ Rab!.. Şâhid ol yâ Rab!.. Şâhid ol yâ Rab!..” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275-276; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 360)

***

Vedâ Hutbesi, beşerî münâsebetlerin tanzîmi, dînin muhâsebesi, hulâsası ve aynı zamanda da bir “İnsan Hakları Beyannâmesi”dir. Nitekim 1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette, meşhûr “İnsan Hakları Beyannâmesi” yayınlanmadan, bütün hukuk sistemlerini tedkîk etmiş ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Vedâ Hutbesi’nde îlân ettiği bütün âleme birer meş’ale olacak bu adâlet ve insanlık prensiplerine muttalî olunca:

“−Ey şanlı Muhammed! Adâlette öyle bir zirveye ulaşmışsın ki, kimsenin o seviyeyi aşması bugüne kadar mümkün olamamış ve bundan sonra da olamayacaktır!..” demiştir.

Âlemlerin Efendisi, bu hutbesinde insanların bilmeleri gereken ve bilmedikleri takdirde mâzur sayılmayacakları hükümleri açıklamıştır. Orada toplanan kalabalık vâsıtasıyla bu hükümlerin bütün insanlığa duyurulmasını sağlamıştır.

***

Vedâ Hutbesi’nden sonra Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- ezân okudu. Efendimiz, cem yaparak önce öğle namazının farzını, ardından da tekrar kâmet getirtip ikindi namazının farzını kıldırdı. Namazdan sonra devesi Kasvâ’ya binip Cebelü’r-Rahme’nin dibindeki vakfe yerine vardı. Kasvâ’nın göğsünü kayalara doğru çevirdi ve kıbleye döndü. Güneş batıp sarılığı gidinceye kadar vakfe yaptı.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vakfede bir eliyle devesinin yularını tutup diğer elini kaldırarak kulluğunun ve kalbî hayâtının hassâsiyetini ifâde eden uzunca bir duâ yaptı. Bu duânın bir kısmı şöyledir:

“Ey Allâh’ım! Sen’in buyurduğun şekilde ve bizim söylediğimizden daha üstün olarak Sana hamd olsun! Ey Allâh’ım! Benim namazım, ibâdetim, hayâtım ve ölümüm Sen’in içindir! Dönüşüm Sanadır!

Ey Allâh’ım! Kabir azâbından, kalbin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Rüzgârların getirdiği âfetin şerrinden Sana sığınırım!

Ey Allâh’ım! Gözümde bir nûr, kulağımda bir nûr, kalbimde bir nûr yarat! Ey Allâh’ım! Göğsüme genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Ey Allâh’ım! Sağlığın hastalığa çevrilmesinden, birdenbire gelip çatacak azâbından ve bütün gazabından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Beni doğru yoluna ulaştır! Geçmişimi, geleceğimi bağışla!

Ey dereceleri yükselten, bereketleri indiren, ey gökleri ve yeri yaratan Allâh’ım! Sesler türlü türlü dillerle coşup Sana doğru yükseliyor, Sen’den taleplerde bulunuyor! Benim isteğim de; dünyâ halkının beni unuttuğu imtihan yurdunda Sen’in beni hatırlamandır!

Ey Allâh’ım! Sen sözümü işitiyor, bulunduğum yeri görüyor, gizli açık neyim varsa biliyorsun! İşlerimden hiçbiri Sana gizli değildir! Ben çâresizim, yoksulum, Sen’den yardım ve emân diliyorum! Korkuyorum, kusurlarımı îtirâf ediyorum! Bir çâresiz Sen’den nasıl isterse, ben de öyle istiyorum! Zelil bir günahkâr Sana nasıl yalvarırsa, ben de öyle yalvarıyorum! Sen’in yüce huzûrunda boynunu bükmüş, Sen’in için gözlerinden yaşlar boşanan, Sen’in uğrunda bütün varlığını fedâ eden, Sen’in için yüzünü topraklara süren bir kulun Sana nasıl duâ ederse, ben de öyle duâ ediyorum! Ey Rabbim! Duâmın kabûl edilmesinden beni mahrum bırakma! Bana Raûf ve Rahîm ol, ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı ve verenlerin en keremlisi!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 166-168; Heysemî, III, 252; İbn-i Kayyım, II, 237)

Selef-i sâlihînin Arafat’ta yaptığı duâlardan bir kısmı da şöyledir:

“İlâhî! Sana karşı kim kendisini övebilir? İlâhî! Dilim mâsiyetlerle tutulmuş, benim Sana vesîle kılacak ne işe yarar bir amelim ne de emelden başka bir şefaatçim var! İlâhî! Biliyorum ki; kusurlarım yüzünden ne huzûrunda mevkiim ne de Sen’den özür dilemeye yüzüm kalmıştır! Fakat Sen keremlilerin en keremlisisin! İlâhî! Ben merhametine nâil olmaya lâyık değilsem, merhametin bana yetişebilir! Çünkü Sen’in rahmetin her şeyi kuşatacak derecede geniştir! İlâhî! Benim kusurum ne kadar büyük de olsa, Sen’in affının yanında küçük kalır! Sen onları bana bağışlayıver ey kerem sâhibi Allâh’ım!

Rabbim! Sen ancak itaatkâr kullarını affedeceksen, günahkârlar kime gidip sığınsınlar? Rabbim! Sen sâdece takvâ sâhibi kullarına rahmet ve merhamet edeceksen, mücrimler kimden yardım istesinler!

Ben Sana her an muhtâcım! Sen’in ise bana hiçbir ihtiyâcın yoktur! Sen ancak yaratanım olarak beni bağışlarsın! Beni şu durduğum yerden, bütün hâcetlerimi yerine getirmiş, taleplerimi ihsan buyurmuş, temennîlerimi gerçekleştirmiş olarak döndür!

Ey isteyenlerin ihtiyaçlarına sâhip ve mâlik olan Allâh’ım! Ey susmakta olanların içlerinden geçirdiklerini bilen Allâh’ım! Ey kendisinden başka yardım beklenecek başka Rab bulunmayan Allâh’ım! Ey kendisinin üstünde korkulacak başka bir yaratıcı bulunmayan Allâh’ım! Ey yanına varılacak veziri, rüşvet verilecek kapıcısı bulunmayan Allâh’ım! Ey dilekler çoğaldıkça cömertlik ve keremi artan; ihtiyaçlar çoğaldıkça fazl u ihsânı çoğalan Allâh’ım! Ey Allâh’ım! Sen her misâfiri ağırlarsın! Bizler de Sen’in misâfirleriniz! Bizleri cennetinde ağırla!

Ey Allâh’ım! Her kâfileye hediye, her isteyene atiyye verilir; her ziyâretçiye ikrâm edilir! Her sevap umana sevap verilir! Bizler topluca Sen’in Beyt-i Harâm’ına geldik! Şu büyük meşâirde vakfeye durduk! Şu mübârek yerlerde hazır bulunduk! Ümîdimiz, yüce katındaki sevap ve mükâfâta nâil olmaktır! Ümîdimizi boşa çıkarma Allâh’ım!” (Gazâlî, İhyâ, I, 337-338; Beyhakî, Şuabu’l-Îman, II, 25-26)

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Arafat’ta bulunduğu sırada, yanına Necid halkından bâzı kimseler gelerek:

“–Yâ Rasûlallâh! Hac nasıldır, ne ile tamam olur?” diye sordular.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hac Arafat’tır. Kim Müzdelife gecesi sabah namazından önce Arafat’a gelirse o hacca yetişmiş olur. Minâ günleri üçtür. Acele edip orada iki gün kalan kimseye günah yoktur. Geciken kimseye de günah yoktur.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 57)

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.