Üniversiteli Başörtülü Kıza Mektup

EZCÜMLE

Zulmüne engel olmak, en büyük iyiliktir zâlime; sakın zaaf gösterme!

Üniversiteli genç kız...

Seni bir kaç kez de bunaltıcı bir yaz sıcağında Kızılay ve Taksim meydanlarında gördüm. Vakarla yürüyordun. Garipseyenler de olsa, binbir çılgınlık, kayboluş ortasında inancını yaşama coşkun; karanlıkta bir ümit ışığı, bir teselli gibi kalplere yansıyordu. Pırıl pırıl, tertemiz bir kır çiçeğinin doğal görünümüyle ruhlar serinliyordu. Ne bir eziklik duyuyor, ne de senin gibi giyinmeyenlere karşı bakışların bir nefret gizliyordu. Dudaklarında bir dilek, bir dua vardı sanki...

Ve nihayet seni TV ekranlarında gördüm. Neydi o manzara? Bir yangın yeriydi gördüğüm alev alev; içinde ümitlerim, tüm dünyam, evim, çocuğum yanıyordu. Yaralı bir kuş gibi çırpındım. Bilek bükmeler, saç baş çekmeler, yerlerde sürümeler, üniversiteli kızları coplamalar, Allah’ım yoksa bu bir rüya mıydı? Dünyayı çağırırcasına, “Gelin!”, “Koşun!” diye haykırmak istiyordum. Bu ne tepeden bakış, nasıl bir küçümseme, bu ne sefil tavırdı? Allah’ım bu nasıl bir oyun ya da bir yanılgıydı? İyinin bozgunu, kötünün zaferi miydi bu? Ve “Bülbülü öldürüyorlar!” diye hiçbir ses çıkmıyordu. Sanki memleket işgal altındaydı.

Ama sevgili genç üniversiteli kız, zulme karşı yükselirken çığlığın, inan Kâbe kadar güzel, muhteşem, heybetliydin!

Bir akbaba mı ya da akbabalar mı neydi, bir vahşi mahlûkun, hain, sinsi bakışlarını sezgiyle hayalde farkedince yavaş yavaş uyandım. Eski bir filmi acıyla hatırladım.

Sevgili üniversiteli kız, biliyor musun o gün onca acı, ıstırap arasında çok değerli bir meyve yakaladım. İmanla aksiyon arasında ne dehşetli bağ varmış. Hiç bir şey yapamamak... Aczin, buğzetmekten başka bir şey yapamamanın neden imanın en zayıf derecesi olduğu gerçeğini, yıllar sonra ancak o gün öğrendim. Ve zayıf zamanlarında “Hervele” yapan müminler geldi gözlerimin önüne.

Haksızlığa uğrayanlar, bekleyin! Güçlünün zayıfı ezmesi zafer değil!

Üzülme! Mâsumiyet bir zaaf değil, zâlimin zulmü arttıkça Allah’ın daha çok parlayan ışığıdır!!!

Üniversiteli genç kız,

Seni çok üzdüler, incittiler. Ne kadar kaba ve vahşi bir gürültüydü bu... Önündeki küçücük mâsum çiçeği ezmek, koparmak isteyen “Grayder”in iğrenç homurtusuydu bunlar. Acımasız bir uygarlığın (!) fıtratın kanunlarını çiğneyen hoyrat atılımlarıydı...

Üzülme,

Dünya kurulduğundan beri bu çile devam etmiş. Düşün ki secdedeyken, işkembe koymuşlardı, o gül yüzlü Peygamber Muhammed’in (s.a.v.) sırtına. İnançları uğrunda şehid olan Âsiye’ler, Sümeyye’ler gelsin her an aklına. Mehdiyye’ler, Ümmü Übeys’ler neler çektiler neler. Dövüle dövüle kör edildi Zinnûre! Sevin sen de katıldın o mukaddes kervana; kader senaryosunda şükret sen de rol aldın.

Üniversiteli genç kız,

Zulmüne engel olmak, en büyük iyiliktir zâlime; sakın zaaf gösterme!

Ümitle azme sarıl. Hedefine Allah’ın lutfedeceği çıkış noktalarından yaklaş. Unutma ki, mâsumiyet asla bir zaaf değil, zâlimin zulmü arttıkça, Allah’ın daha çok parlayan ışığıdır.

Hayat aksiyondur, dayan. Nerede bir irade varsa, orada bir yol vardır. Azminin her kırılışında güttüğün gayeyi düşün. Eğer amacına ulaşmak istiyorsan, her zorluğa göğüs ger, her ıstıraba katlan.

“Zafer sabırdadır” demiyor mu Peygamber?

Zafer, “bir an” daha fazla süren bir direnişle gelir. “Bir an”lık gevşeyiş ise, yenilgi nedenidir. Hz. Ali ile kâfirin yarışması, güzel bir örnektir buna.

Bahse girmişler bir gün. Şehadet parmakları, karşılıklı olarak ağızlara sokulup, aynı anda ısırılmaya başlanacak. Bakalım kim daha önce dayanamayıp acıyla bağıracak. Müsabaka başlamış. Bir an gelmiş ki, kâfir “Vayy!” diye feryat etmiş. Bunun üzerine Hz. Ali, “İnan, sen bağırmasaydın, ben bağıracaktım” demiş.

Üniversiteli genç kız,

Istırap çekiyorsun ama, her şeyin bedeli var. Eğer karşılaşılan her şey bir sınav sorusu ise, daha bir iştiyakla dayanmalı acıya. Düşün ki, aç canavardan merhamet dilenme mahvolma nedenidir.

Şimdi gel seninle biraz daha kapsamlı, ıstırabı, acıyı konuşalım.

Alfred de Musset, “İnsan bir öğrenci, ıstırap onun öğretmenidir” derken, Oscar Wilde da “Hayatın sırrı ıstırap çekmektir” der.

İnsan, ıstırapla hayata yeni bir perspektifle bakar. Acıdır, düşünceyi çağıran... Istırapla duyarlığı zenginleşir insanın. Istırap çekmeyen hayatı tanıyamaz. Istırapla büyür, yücelir insan ruhu... Acının, hayatın sahteliğinde bulunmayan bir büyüklüğü vardır. Istırabın ardında daima bir ruh vardır... İnsan, ıstırap çekmedikçe, bir ideal uğrunda mücadeleye girmez. Çünkü rahatlık, ancak uyuşukluk verir. Çünkü “rahatlık içinde erdem sararıp solar”... Istırap çeken kimse, mâzur görmeyi bilir? Çünkü acı hep nedenleri arar. İnsan, içinin derinliklerine hep acı ile iner... İnsan, kendisi için en değerli bilgiyi ıstırapla kazanır. İnsan ıstırapla incelir, derinleşir. Ancak acı yakalar hayatın anlamını... Istırap, ruhu harekete geçirir. Eğer yenik düşmezse, insan ıstırapla büyük bir güç kazanır... İnsan, kavranılmaza acı ile yaklaşır. İnsan kendi kendini acı sayesinde aşar. Allah sevgisine yol açan, insana sonsuzluğu duyuran, aynı ıstıraptır yine.

DİN BÜYÜK BİR GERÇEKTİR

Şu hayat sahnesinde gerçeği aramak, insanın birinci görevidir. İnsan, yüzeysellikten kurtularak bakabilse görür ki:

Bu başörtü davası, gerçeğin yanında bilinçle yer alıştır; bir yer, bir yörünge seçimidir o insanın kendisine evrende;  Kitap ve Peygamber’in onayıyla yaptığı bir tercihtir.

Kısa yaşamını görüp, “Her şey ne ifade ediyor?”, “Ben kimim?” diye düşüncesi harekete geçmezse, çilenin ötesinde ıstırap çeker insan. İnsanı insan yapan bu çiledir aslında.

Başörtüsü, gücünü kendini çok aşan bir gerçekten alıyor. Sağlam bir yargıya varabilmek için, “bütün” içinde seyretmeli konuyu. Bütün, İslâm’ın evrensel gerçeğidir.

Allah yalan mıydı? Masal mıydı Peygamber? Ahiret, sonsuzluk, kabir ve hesap neydi? Peygamber, ilahî emirleri tebliğ için gelmişti. “Bir elime güneşi koysalar, öbür elime ayı, davamdan yine dönmem” diyordu. Ona bakan insanlar “Şu simada yalan yok”, “Şu yüzde hile olamaz!” diyerek gerçeğe eriyorlardı.

Huneyn savaşında üzerlerine ok yağdığında Müslümanlar geriye çekilerek dağılmış, Hz. Peygamber birkaç sahabiyle tek başına kalmıştı. Bu durumda Peygamber ileriye atılmış ve; “Ben Abdülmuttalib’in oğluyum, yalan yok, Peygamberim!” demişti. Bu gerçeğin çevresinde yeniden toplanılmış, çözümlenmişti her şey.

Sonsuz yaşama yol arayan bir insan, niçin yadırganıyor? İnsan, hazırlık yapmasın mı özlediği yarına?

Elektron, nötronun çevresinde saniyede 2000 km. hızla dönerken,

“Bu yolculuk nereye?”, “Bu dünya bizi nereye götürüyor?” diye sormasın mı?

Gece ve gündüz gizlice ömründen çalıyorken günleri, gözünü kapasın mı, aldırmasın mı insan?

Üniversiteli genç kız,

Gel şimdi asırlar öncesinden hiç kesilmeden esip gelen meltemle sevinelim, ferahlayalım biraz.

Hicretin 8. yılıydı. Peygamberimiz büyük bir ordunun başında Mekke’ye doğru ilerlerken, yolları üzerinde yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek gördüler. Efendimiz derhal Cuayl b. Surâka’yı (r.a.) çağırdı ve süt emen yavruların önünde durarak onları atlardan korumasını istedi. Emir hemen yerine getirildi, ordunun yolu yana kaydırıldı. Böylece İslâm’ın Kâinatı Kuşatan Rahmeti’nden âciz ve zayıf yavrular da hisselerine düşen payı almış oldu.

Yine Hz. Peygamber Arabistan’ın yakıcı sıcağında bir ağaç gölgesinde Hudeybiye Antlaşması’nı imzalıyordu. Ağacın bir dalı peygamberimizin yüzüne geliyordu. Orada bulunanlardan bazıları bu durumun Hz. Peygamberi rahatsız ettiğini düşünerek o dalı koparmak istediler. Ancak Hz. Peygamber buna izin vermedi.

Abdullah b. Mesut’un (r.a.) dünya tatlısı bir çocuğu vardı. Bir gün bu çocuğun başına bir serçe pisledi. Çocuk serçeyi öldürmek isteyince, İbni Mesut (r.a.) onu engelledi ve:

“Abdullah ailesinin ölümünü ve ardından tüm soyunun tükenmesini, şu serçenin haksız ölümüne yeğlerim.” dedi.

Bir Allah dostu anlatıyor:

Basra’nın uzak bir köşesinde dindar bir kadın yaşardı. Oradan geçerken bir selam verelim diye bu faziletli hâtunun evinin yolunu tuttuk. Orada yaşayan biri, “Bu derviş kadına uğramasanız daha iyi olur” dedi. “Niçin?” dedik. “Üç gündür evinin kapısını kapadı, ağlıyor ve kimseyi kabul etmiyor” dedi. “Neden böyle yapıyor?” diye sorduk.

“Geçen gün bir karıncaya basmış. Üzüntüsünden ıstırap içinde kıvranıyor” dedi.

Kibrin elinde güç küstahtır.

“Şöyle dedi atmaca boynu benekli bülbüle, pençesinde tutup, onu yükseklere, bulutların arasına götürdüğü zaman, o inliyordu yürekler acısı, kuşun yırtıcı tırnakları etini deldikçe; atmaca sert sert ona:

“Zavallı deli, ne bağırıyorsun? Kendinden çok daha güçlünün elindesin; nereye götürürsem seni oraya gideceksin, ötmekte usta isen de; canım isterse, bir ziyafet çekerim senden, bırakırım da, istersem. Akıldan mahrumdur, kendinden güçlüyle boy ölçüşen; muvaffak olamaz, utancına acılar katar üstelik.”

Güç böyle diyorsa da, zayıf kuvvetlidir aslında.

Zayıf, güçlü için büyük bir tehlikedir. Bu güç her şeyden önce hak ve hakikatten gelir. Zayıfı hor gören saltanatlar yıkılmış, bela olmuş başına kuvveti kuvvetlinin.

O önemsenmeyen anlar, yapılan haksızlıklar, başlangıçta zihinlere birer tohum gibi düşer. Zulüm, bilgiyi, duyguyu çiğneyerek eylemini yürütür. İnsanın ezilmesi küçük görünür göze. Susmasını bilen öfkenin tehlikesi, unutulur çoğu kez. Ortalık sütlimandır. O kinin neleri sakladığı, bir gün ansızın ortaya çıkar.

Tutulmuş olan öfke, öfkenin büyüğüdür.

Güce ya da zafere hemen sevinmemeli. Zaafı olur, güç insanın çoğu kez.

Ey aldanış! Dikkat et! Cesaret, haddini bilmezlikten ayrıdır. Sınırlar özen ister. Baş, bir batmanı taşır da, göz bir kılı kaldırmaz.

“Bir kimseye şer olarak bir insanı küçümsemesi yeter”

Peygamberin sözüdür.

Üniversite öğrencisi bu başörtülü kız, her şeyden önce bir insan! Hangi hakla, niçin, nasıl küçümseniyor?

Görülmüyor mu ki, tehdit insanın kendisinden geliyor. Görülmüyor mu ki, tüm olumsuzluklar kesin bir biçimde inanç zaafının röntgenini veriyor. Görülmüyor mu ki, erdemin uzağında yaşıyor; tuzak kuruyor, maske takıyor, eksik tartıyor insan! Görülmüyor mu ki, güç insanı eziyor!

Görülmüyor mu ki, ışık olmayan yerde karanlık, sevgi üremeyen yerde kin, iyiliğin yaşamadığı yerde kötülük, güzelliğin bulunmadığı yerde çirkinlik vardır.

Görülmüyor mu ki, insanın bozuluşuyla her şey anarşiye, kaosa, acıya dönüşüyor.

Bu inançlı çocuğun başı örtülüyse ne var?

Yahu, bu senin geleceğin!

İnsan, kelebeğe kızar mı?

Kaplan vahşi bir hayvan; fakat bulduğu avı önce yavrusuna yedirir. Kirpi yavrularını “pamuk yavrularım” diye sever. Sert olan taşta bile, atomun nabzı çarpar.

Genç kız, başına örtüsünü takıyor. Kur’ân örtün diyor ona. Ey zulüm, ne var bunda kızacak?

“Allah’tan daha güzel kim hüküm verebilir?” (Mâide, 50)

Ey aldanış, “Kalpler iyilik gördüğü yeri sever” Neden öfkeni yenmiyorsun?

Sen “güç” ten başka bir şey bilmiyor musun?

Hz. Peygamber’in “Allah’ım onları affet, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar!” sözüyle dünya yeniden dirilmişken, nedir bu hoyrat, acımasız darbeler!

Arıya “bal yapma!”, güneşe “doğma!” denir mi ey zulüm?

Ey zulüm, hâlâ yorulmadı mı kalbin? Bir yılan bile çocuğunu ısırmaz.

Kader, dersini bazen faydası kalmadığı zaman verir. Ey zulüm, düşün biraz istersen.

Ey zulüm, her şeyin bir bedeli var. Gerçeğin sert kayası hayali uçurunca, insan şaşırıp kalır.

Genç üniversiteli kız, gel şimdi zulme, Regnier’den bir öykü anlatalım:

Evvel zaman içinde aç kalmış bir kurt ininden çıktı ve bir dişi aslana rasgeldi. Aslan onu görünce şiddetle kükredi ve içindeki doymaz açlığı dişleriyle gösterdi. Sonra hiddetle kurda yaklaştı. Kurt ona baktı ve yüze gülen bir lisan ile konuşmağa, iltifat etmeğe başladı. Çünkü her zaman, her yerde daima küçük büyüğe, zayıf kuvvetliye boyun eğmiştir. Aslanın, başka bir av bulamadığı için kendine saldırmasından korkan kurt hileye müracaat etti.

Sonra tesadüfün de yardımı oldu. Gözlerine şişman ve yağlı bir katır ilişti. Aslan ile kurt sofranın hazır olduğunu zannederek yürüdüler ve katırın yanına gittiler.

Katırın kurnaz ve vesveseli bir hayvan olduğunu bilen kurt onun ayaklarına bakıyor, gülerek diyor ki: Hangi memlekettensin? Kimsin? Ne yersin? Cinsin, evin, sahibin, tabiatın nedir?

Katır, ömründe ilk defa işittiği bu sözlere şaştı ve korkusundan o da bir hileye müracaat etti. “Arkadaş benim hafızam yoktur” dedi. “Büyük anam benim kafasız olduğumu gördüğü için, bana öğretmek istediği şeyleri tabanımın altına yazdı”

Katır bacağını kaldırdı, aklından geçen şeyi mâsum bir bakışla gizleyerek o vaziyette durdu. Kurt bunu görünce, “Beni mazur görünüz! Okumam yok. Bizim zamanımızda kurtlar mektebe gitmezlerdi” dedi.

Açlıktan kendini kaybetmek raddelerine gelen aslan ise bilakis ilerledi. O bu izahatı hakikaten okumak arzusunda idi.

Katır, birdenbire şiddetli bir tekme savurdu. Aslanın kafasını kırdı ve ona bilmediği bir tarzda, dersini öğretti.

Anlamak, çıkış yolunu bulmada başlangıçtır.

Üniversiteli genç kız,

Gel şimdi peşin yargılarına saplanıp kalanlara birlikte seslenelim:

En büyük engel peşin yargıdan gelir.

Hakikate ve akla uygun olarak hareket etmek için, insan bütün etkilerden sıyrılmış olmalıdır. İnsan, yargı için en uygun kişi olarak kendisini seçerse yanlıştan kurtulamaz. Bu durumda düşünce, acıma, insaf, işlevini yitirir.

Halbuki her fark, her ayrıntı bir hikmeti, amacı beraberinde taşır. Varmış olduğu yargıya “Belki de tamamen böyle değil” diyerek, en azından hangi çiçeğe konacağını kestiremeyen bir kelebek duyarlığıyla gerçeğe yakınlaşabilmeli insan.

Gerçeği kavramak büyük anlayış ister. İnsanın gerçek bir tahlile, senteze girebilmesi, tutkuyu aşmış olmayı gerektirir. İnsan, duygularını yalnızca hissetmek değil, anlamak zorundadır. Böyle bir insan boş gururun işe karışmasını önler.

Öfkeye kapılan doğruya ulaşamaz.

İnsan, daima bir fikrin karşıtını göz önünde tutarak düşüncesini besler. İnsan böylece ne aradığını bilir. Bir insan ben her şeyi biliyorum diyorsa, düşünmekten vazgeçiyor demektir.

Bütün karışıklıklar arasından meselenin kalbini “Sonuç”tan çıkarmalı. Sonuçlar gerçeği aldatmadan gösterir. Ulaşılan nokta çıkmayan bir sokaksa, şu ya da bu prensibin izlenmiş olmasından ne çıkar?

Olayları nedenleriyle tanıyabilen ve ruhun kanunlarını bilen kişi, gerçeği görerek tüm endişelerini yener.

İnsan zayıfsa, bir yerde kızmak hakkı. Fakat arkasından düşünmek, farkları yakalamak insanın görevidir. İnsan, zayıf yaratılmış olsa da Hâbil’i öldürmekle sorumlu olur Kabil. Yanılgıyı ancak pişmanlık bağışlatır.

YANLIŞTAN KORUNABİLMEK İÇİN İNSAN ÖNCE KENDİNİ TANIMALI

Delphoi’daki Apollon tapınağının kapısında yazılı olan “Kendini bil!” sözünü Socrates alıp devamlı işlemiştir.

İnsan, nefsin çekim gücünden kendini tanıyarak kurtulur. İnsanda yanlış kanıların, ortamın örttüğü, boğduğu değerler, ancak bu tanımayla ortaya çıkabilir. İnsan, kendini tanımazsa gerçeğe göre değil, bilinçaltının baskısıyla düşünür. Nefsimiz, mizacımız, eğilimlerimiz, gerçeği görmemizi engeller. “BEN” perdedir, gerçekle insan arasına giren. İnsan kendini tanımaya çalıştığı sürece gerçeği aralamaya zaman ve imkân bulur; niçin sevdiğini, niçin nefret ettiğini arar.

İnsan, kendini tanıdıkça, diğer insanları çok daha iyi anlar. Bu anlayış insanı hoşgörülü olmaya, sevgiye yönlendirir. İnsanı insana açan en büyük erdem, kendini tanımadır.

Özetle söylenirse, insan ancak kimliğini araştırırken gerçeği bulabilir. Kendini tanımak en değerli bilgidir. Tarafsız bir yargıya varabilmek için, insan önce kendini tanımalı. İnsan ancak o zaman kendisi olabilir. Kendini tanımak, özgürlüğe ermektir.

İnsan, “artık geç!” olmadan anlamalı aczini.

“…Allah her şeyi kuşatır”ken (Nisa, 126) gerçeği nasıl küçümseyebilir, kendini nasıl “büyük” görebilir insan?

İnsan, neyine güveniyor?

Bir sistem, insana kendini aşma yolunda sunduğu şeyle bir değer taşır.

İslam, kötülüğü kaynağıyla kurutur, tedbiri ok yaydan fırlamadan, kıvılcım yangını tutuşturmadan alır;

İSLÂM’I NİÇİN SEVMİYORSUNUZ?

Eğer doğru ise, yapılan bu zulmün, gücünü İslâm antipatisinden aldığı söyleniyor. Doğru olabilir mi bu?

Kadına en büyük değeri İslâm verir. Toplumun temelini oluşturan fıtri görevini, manevi değerlerle üstlendiği ölçüde cenneti kadının ayakları altına serer. Onun içindir ki, İslâm kadının onuru için titrer.

İslâm’a karşı çıkılır mı?

İslâm, nakış nakış, seven acıyan insan kalbini dokur, “Sizden biriniz kendisi için arzu ettiğini, kardeşi için de arzu etmedikçe, iman etmiş sayılmaz”der.

Hava gibidir, su gibidir, güneş gibidir İslâm. Ona karşı çıkılır mı?

İlim, İslâm’da erkek kadın her Müslümana farzdır, “iki günü birbirine denk olan aldanmıştır” diyerek, insanlığa gelişme yolunu açar.

İslâm’a karşı çıkılır mı?

İslâm dini, bireyde “insan”ı arayan, onu koruyan, işleyen, parlatan ve yücelten bir dindir.

İslâm’a karşı çıkılır mı?

Bir kahramanlıktır Müslüman olmak! “Allah’a çağıran, güzel işlerde bulunan ve ben Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır.” (Fussilet, 33)

“Emaneti ehil olana veriniz!” diyerek, bilgiye, bilime önem verir, hayatın tümünü kucaklar İslam.

İslâm en büyüktür, İslam en büyük güçtür. İnsanları en soylu yanlarıyla birbirine yaklaştıran güçlü bir bağdır İslam.

İnsanı harekete getirecek, sorumlu kılacak, iyiye yöneltecek bir güce ihtiyaç var. Bu güç ancak İslam’dır.

Hz. Ebubekir (r.a.) İslam’dan güç alarak, “Sizin zayıfınız haklı oldukça, en kuvvetlinizden de olsa, ondan onun hakkını alırım. En kuvvetliniz de, haksız oldukça zayıfınızdan zayıftır. Zayıfın hakkını ondan alırım” der. İslam, yapay sistemlerden bunun için farklıdır.

Allah’ın Resulü belgelerle gelmiş, gerçek apaçık ortaya çıkmıştı.

En karanlık geceler onunla aydınlandı. En zayıf, en kuvvetliydi artık. Haksızlığın, acımasızlığın kıskacında ezilenler, O RAHMET NEBİSİ ile yeniden hayata dönüyordu.

“İki gün birbirine eşit olmayacak” diyen İslâm, nasıl gelişmeyi engeller?

Hem nedir, kokuşmuş hale gelen bu ilericilik, gericilik davası? Düne tutunmadan geleceğe adım mı atılmak isteniyor? Bu mümkün mü? Hafızasız bilinç abes bir şey olmaz mı? Ağaçtan ders almalı; kökleriyle toprağa tutunarak yarınlara uzanır. Eski, yeni ne demek? Yeniye eski şey vücut verir. Geçen dakika, sonraki dakikaya yeni bir şey öğretir. Beşerin büyük kültür mirası; kuşaklar boyu süren küçük birikimlerle doğar. İnsan ne kadar geriye bakarsa, o kadar ilerisini görür. Dünün dersi her zaman yardım eder sezgiye. Ancak geriye bakmakla görünür, biriken deneyimler.

Bir disiplindir, inançtır ilerleme. Bu disiplin sahtelikle bir arada yürümez. Bu yolu, erdemsiz hiç kimse aşamamış. “İnsan”ın çürüdüğü yerde plan işe yaramaz. “İyi hakkında bir bilgi olmaksızın, bütün ekonomi ilmi ve teknik faydasızdır.” Bu bilgi olmadıkça yarım kalır çabalar.

Erdeme yönelik düşünsel bir birikimi yoksa, tutkuya esirse, korku ve endişe içindeyse, nasıl ilerleyecek, ilerletecek insan?

Sadece bilgi sorunu çözümlemez

Bilgi, güçtür kuşkusuz. Fakat nötr bir güçtür, bir araçtır sadece. O, görev nedir bilmez. “Bilgi de su gibi içine boşaltıldığı kabın şeklini alır.” O, insanın kafasında, onun iç dünyasının rengine boyanarak meyvelerini verir. Doğruyu seçme gücümüzü artırdığı ölçüde bilgi bir değer taşır. Vicdan, merhamet ve sevgiyi kapsamayan bir bilgi, tehlikeye açıktır. Günlük hayatın güneşi bireyin vicdanıdır. Hiç bir otorite bu yeri dolduramaz.

“Uygarlık, eğer insanın kalbinde değilse, hiç bir yerde değildir”. (Georges Duhamel)

Çözüm “İnsan”la başlar.

Uygarlığın temeli “insan”a dayanmazsa “tedbir” çaresiz kalır.

Bütün bu sonuçlar, deneyimler, kaybedilen yıllar, “Her şeyden önce “İnsan’ı inşaya çalışmalısın” der.

Bütün bu zıtlıklar, bütün bu çilelerle sabır ve mücadelenin büyük değeri gündeme gelir.

Üzülme ey üniversiteli genç kız!.. Fırtınalı kışın arkasındadır bahar. Rüzgâr kış geceleri şiddetle uğuldarken, “Filizleneceğim!” diye, ürperir küçük tohum. Vakti geldiğinde, eğer bir yavru kuşsa “dur! uçma!” bir çiçekse   “açma!” denilemez ona.

Hiç bir teşebbüs yoktur ki, sonunda ne getireceği önceden bilinebilsin. Bir anlık görüntüye takılıp kalmamalı, hâlin yenilgisinde saklanır bazen zafer. Safa tepesinde Ebu Leheb, Peygamber’e taşı fırlattığı an, mübarek ayaklarından kan damlarken Tâif’te, haşmetli bir fethin sevinci içindeydi zaman!

Allah’ın da bir planı var.

Hikmetleri görmeli.

İnsan farkına varabilse görür ki, mûsibetler rahmettir. Uykuya dalmış yetenekler ancak böyle uyanır ve gelişir.

Allah ihmal etmez; zulümde, sapıklıkta ne kadar ileri, aşırı gittiğini, bizzat zâlimin kendisi görsün diye, sadece mehil verir.

Erdem, sabrını sürdürürse, çoğu kez zulmü yapan insanın ağır ağır bir şey ölür içinde. Mutluluk çağında, bu örnekler yaşandı. Halid b. Velid’in (r.a.), “Müslüman olmaya gidiyorum, artık direnemeyeceğim!” deyişini hatırlasana bir...

Üniversiteli genç kız,

Şimdi, bir müzik eşliğinde, milletin Ne-Fe-Ka’sı bir şiir okuyacak:

Vur kazmayı dağa Ferhat!

Çoğu gitti, azı kaldı.

Kişne kır at, kişne kır at!

Çoğu gitti, azı kaldı.

Doğar bir gün benim günüm,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Kırk gün, kırk gece düğünüm,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Ektik, ektik yetişecek,

Çoğu gitti azı kaldı.

Bütün yollar bitişecek,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Bir gün anlaşılır şiir,

Çoğu gitti azı kaldı.

Ekmek gibi azizleşir,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Sen ey aziz direniş, sen ey mübarek sabır, biliyorum acını... ama sabır... Biraz daha... Gece ne kadar karanlıksa, yıldız o kadar parlaktır. Hiç bir şey aynı durumda kalmaz. Yapayın ömrü azdır. Karanlık artıyorsa, sabah yakın demektir.

Ümit et ve bekle!

Yakıcı rüzgâr dalgalarını gönderen, nemli bulutları da verir.

Üzülme genç üniversiteli kız!

Rakan’ın dediği gibi “Rüzgârların şiddeti çoban kulübelerinden ziyade, hükümdar saraylarının damlarını yıkar”.

Sen korkma güzelim. Yıldırım meşelere vurur, çiçeklere değil. Mazlumdan daha fazla ezayı, zulümü yapan çeker.

Üzülme genç üniversiteli kız!

Güç... Zulüm... Büyütme sakın bu küstahı gözünde. Dış görünüş yanıltır. Bir zincir dıştan görkemli görünse de, en zayıf halkasında gizlenir asıl gücü.

Üzülme genç üniversiteli kız!

“DURUN KALABALIKLAR! BU CADDE ÇIKMAZ SOKAK!”

diyen bir ses, yükselir mutlaka bu milletin bağrından.

Kimse engelleyemez, güneşin doğuşunu.

Ey Üniversiteli kız!

Şu anda perdenin arkası görünmüyor. Her şey sâkin fakat ok yayı germektedir. Ve bir an gelir ki, yay oka, “Artık duramazsın!” der.

Genç Üniversiteli kız,

Başörtün, aynı zamanda kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır; inancındır, zırhındır, gerçek özgürlüğündür senin.

Unutma, Allah seninle beraberdir. Varsın homurdansın fırtına. Sen yalnız “erdem”i burçlarda dalgalandır.

İnsan, gerçeği derinden kavrayarak ıstıraba dayanır.

Ancak ıstırapla insanın kutsal rüyası gerçekleşir.

Haydi gülümse biraz.

Mazlum, gülümsemesiyle asıl, zalime darbe vurur!!!

Haksızlığı önleyecek ancak, titreyen bir vicdandır. İnsan, ruhunda, bedeninde hissetmeli acıyı. Çocuğun kuşa attığı taşa kadar uzanır, kökleri bu “sorun”un.

Genç üniversiteli kız,

Daima kafandaki çocuğu düşünerek koyul işe yeniden. Ağaç tohumundadır. Bir çocuk yetiştir ki, topluma olsun nüve.

Zulüm, en iyi ve en emin biçimde, çocuğa yönelerek önlenir.

Geleceğin mimarı genç üniversiteli kız,

Yazının özeti değil, dağlarvari bin katı şu yüce Âyet-i Kerimedir:

“Haksızlık yapanlara boyun eğmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.” (Hûd, 113)

Ve yine şiirler, şarkılar:

NUR

Sen ol dersin ve olur...

Pırıltı dolu billûr,

Çığlık içinde fağfûr.

Bir renk bize öteden

Ve bir ses, o besteden;

Nur bize, Allahım, nur!

Büyük divan ve huzur;

Bekliyor mezarı Sûr.

Sonsuzluk, ölümsüzlük,

Bitmez tükenmez düzlük;

Nur bize, Allahım, nur!

Güneşi tuttu çamur;

Elmas mahçup, zift mağrur.

Yakın, kandili yakın!

Ne donanma, ne yangın;

Nur bize, Allahım, nur!

Sen ol dersin ve olur...

Necip Fazıl Kısakürek

Kaynak: Kemal Ural, Altınoluk Dergisi, Sayı: 151