Ümmetin Suskunluğu

İslâm ümmetinin selâmet ve huzuru, dışarıdan değil içeriden sağlanacaktır. “Ey iman edenler, siz kendi üzerinize yoğunlaşın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapıtan size zarar veremez” (Mâide Sûresi, 105) ilâhî fermanı, bize bu hakikati ilan eder.

Ümmet birliğinin temini, devamı ve tekâmülü, içinde sâlih fertlerin azlığı ya da çokluğu ile değil, yüreğinde bir ümmet taşıyan muslih (ıslahatçı) kimselerin bulunması ile gerçekleşebilecektir. “Tek başına bir ümmet” diyebileceğimiz “ümmet erleri”nin yokluğu ya da suskunluğu, fesâdın, firâkın, fırkalaşmanın ve dağılıp zaafa uğramanın en önemli sebeplerinden biridir ve belki de birincisidir.

İslâm toplumları kendi içinde hayra çağıran, doğruyu hatırlatan, yanlışa dikkat çeken ve uyaran, ilim, irfân, basiret ve firâset ehli diri bir heyet teşekkül ettirmelidirler. Hatta imkân dâhilinde toplumun her bir ferdi böylesi bir ekibin gönüllü üyesi olabilmelidir. Şu iki âyet, ümmet üzerine böyle bir sorumluluk yüklemektedir:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/104)

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110)

Dikkat edilirse birinci âyette vazifeleri ıslah olan bir topluluk oluşturulması emredilirken, ikinci âyette, ümmetin her bir ferdinin böyle bir duyarlılıkta olmasının âdeta varlık sebepleri olduğuna işâret edilir.

ÜMMET BÜTÜNLÜĞÜ

Tek tek iyi olmak yetmez; murâd-ı ilâhî bizden bu iyiliği ümmet bütünlüğü içinde en güzel bir şekilde temsil edebilmemizi ister. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca Allah’a dönün (tevbe edin)!”1, “Ey insanlar hepiniz topluca barışı gerçekleştirin”2, “Ey müminler! Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) topluca sarılın”3, âyetlerinde olduğu gibi daha nice emir ve tavsiyelerde hep bu birlikteliğin gereğine dikkat çekilir. Islah ve uyarı duyarlılığı, ümmetin her bir ferdinde –şekli ve derecesi farklı olsa da- bir şekilde kendini hissettirebilmelidir. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şu uyarıları tam da bu hakikati emreder niteliktedir:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78).

Öyleyse sıhhatli, huzurlu, güçlü ve sâlih bir topluluk olmak, böylesi bir gayeyi hedef haline getirmiş ve bu uğurda davet, uyarı ve ıslahı vazife bilen kimselerin varlığı ile gerçekleşebilecektir. Her bir topluluk, kendi içinde böylesine duyarlı ıslah erleri bulundurmaz ise fesâdın, kan dökmenin, azgınlığın ve taşkınlığın önüne geçmek mümkün olamayacaktır. Böylesi birlikteliklerin ümmet olması da devlet olması da zordur. Varsa devletleri, mevcudiyetini sürdürmesi zordur.

ÜMMETİN VASIFLARI

Hakkı ve sabrı sürekli tavsiye eden, adaleti sağlama adına hakkı haykıran, mazlumun sığınağı ve kimsesizin kimsesi olanlar, ümmet omurgasının en temel üyeleridirler. Bu üyelerin en bariz vasıfları olarak şunlar sayılabilecektir:

  • Hayra, hakikate ve adâlete davetleri, bilgi ve basiret üzerine bina edilmiştir4. Cehâletle ve zanla hareket etmekten kaçınırlar.
  • Kavi iman ve sâlih amel ehlidirler. Söyledikleri hakikatlerin bizzat uygulayıcısıdırlar. İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutmazlar5.
  • İnsanlara yaklaşımlarında hilm ve rahmet üslûbu hakimdir6. Tekfirci, dışlayıcı ve insanları nefret ettirici değillerdir.
  • İfrat ve tefritle değil, itidalle hareket eder, zorlaştırmaya değil kolaylaştırmaya meyillidirler.
  • Hak ve hakikatin savunucusu olma adına kınayanın kınamasından korkmazlar7. Canları pahasına da olsa hakikati söylemekten geri durmazlar.
  • Kibir ve kendini beğenme hastalığından korkarlar.
  • Dini, şahsî menfaatleri adına istismar etmekten son derece kaçınırlar. Ecirlerini yalnız Allah’tan beklerler.
  • Dini hevâ ve arzularına uydurma yanlışına düşmekten uzaktırlar.
  • Hakikatleri sık sık hatırlatmanın müminlere fayda vereceğine imanları tamdır8. Bu yönüyle bıkıp usanmadan hatırlatma vazifelerine devam ederler.

Toplum olarak böylesi bir uyarıcı ekipten mahrumiyet, helâk ve lanet sebebidir.

ZULME ENGEL OLMAK

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:

Bir adam bir başka adama rastlar ve:

Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti. Sonra Resûl–i Ekrem şu âyeti okudu:

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, başkaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (Mâide sûresi, 5/77–81).

Hz. Peygamber bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder. ” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7 )

Ebû Bekir es–Sıddîk radıyallahu anh şöyle dedi:

Ey insanlar! Şüphesiz siz şu âyeti okuyorsunuz:

“Ey inananlar! Siz kendinize bakın, doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir” (Mâide sûresi (5), 105). Oysa ben Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittim:

“Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumileştirmesi yakındır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8; Tefsîru sûre (5), 17)

ÜMMET FESADA DÜŞTÜĞÜNDE SESSİZ KALMAYIN!

Ümmetin fesada ve masiyete düştüğü, zaafa uğradığı, zillete doğru yuvarlanıp gittiği hâl ve durumlarda sessiz kalıp sükûta bürünmek, lânete maruz kalmaktır. Böylesi bir sükût da Rabbimizin lisanında “çok kötü bir fiil/davranış” olarak takdim edilmiştir.[9] Evet, sessizlik de bir eylemdir. Kimi zaman büyük bir fazilet olan sükût, özellikle haksızlık karşısında olursa sahibini dilsiz şeytan hâline dönüştürür. Böylesi bir zamanda konuşmak ise en büyük cihaddır.[10]

“Bizi kim dinler ki!”, “Artık azgınlara bir şey söylemenin anlamı kalmamıştır”, “Toplum bozuldu; sen kendini koru yeter!” diyerek hak ve hakikati hatırlatmaktan vazgeçmek, kendini de tehlikeye atmaktır. İsrâiloğulları içinde kötülüklere karşı duyarlılığını kaybetmemiş kimseleri Rabbimiz bizlere örnek gösterir ve onların dilinden bizlere şöyle mesaj verir:

“Hani onlardan bir topluluk demişti ki: «Siz, Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?» Onlar da, «Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)» demişlerdi.” (A’râf Sûresi, 164)

Evini korumak için mahalleni, mahalleni korumak için şehrini korumayı gündemine almıyorsan, evini de kendini de bir gün kaybedeceksin demektir. Öyleyse Müslüman olarak can vermek için, İslâm’ı bir ümmet bütünlüğü içinde yaşamak azminden asla vazgeçmemelidir.

Dipnotlar: 1) Nûr Sûresi, 24/31. 2) Bakara, 2/208. 3) Âl-i İmrân, 3/103. 4) Bk. Yusuf Sûresi, 12/108.  5) Bk. Bakara Sûresi, 2/44. 6) Bk. Âl-i İmran, 3/159. 7) Bk. Mâide, 5/54. 8) Bk. Zâriyât, 51/55. 9) Bk. Mâide, 5/79.  10) Bk. Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13.)

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 394

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.