Teslis Nedir?

TARİHİMİZ

Teslis (Üç Tanrı) İnancı nedir? Teslis inancı nasıl oluşmuştur? Teslis inancı ne zaman ortaya çıktı? Teslis inancının sembolleri neler? Teslis inancı ile ilgili bilinmesi gerekenler...

Teslîs, hristiyanların “Baba, oğul ve Rûhu’l-Kudüs” üçlüsün­den oluşan tanrı inançlarını ifâde eden bir kavramdır. Aslında Hristiyanlık, umûmiyetle tek Tanrı’ya inanan dinler arasında zikre­dilir. Hristiyanlığın dayandığı “Eski Ahid”de titiz bir şekilde üzerinde durulan tevhîd inancı, hristiyanların merkezi olan Kudüs’te aralarında sıkışıp kaldığı Hint ve Yunan kültürünün etkisiyle, tevhîde aykırı bir şekle dönüşmüştür.

Teslîsin Hristiyanlığa girmesi hayli sonra olmuştur. 325 yılın­da toplanan İznik Konsülü’nde henüz teslîs inancı yoktu. Orada sadece Baba ve Oğul’un Tanrı olduğundan ve onların aynı cevherden olduklarından bahsediliyordu. Daha sonra 381 yılında toplanan Konstantinopolis Konsülü ise, Rûhu’l-Kudüs’ü de Tanrılığa ilâve edip(!) teslîs inancını kabûl ederek, hristiyanlardan “üç uknum”a, yâni üç unsurlu tek ulûhiyete tapınmalarını istedi.

Bugün yapılan îtirazlar karşısında teslîs için te’vîl yoluna gi­dilerek; Tanrı tektir, güç ondadır; Îsâ ise sadece onun oğludur; Rûhu’l-Kudüs de gücüdür gibi ifâdeler, yapılan şirki tevhîde yak­laştırmaz. Ayrıca her türlü noksanlıklardan ve beşerî sıfatlardan münezzeh olan Allâh’a oğul isnâdı, dehşetli bir azâba dûçâr edecek büyük bir şirkten başka bir şey değildir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edindi!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.” (el-Bakara, 116)

قَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ إِنْ عِندَكُم مِّن سُلْطَانٍ بِهَـذَا أَتقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

(Evet O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allâh çocuk edin­di!» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. O’nun (çocuğa) ihtiyâcı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allâh hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (Yûnus, 68)

(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh katında yalan uyduranlar as­lâ kurtuluşa eremezler.” (Yûnus, 69)

“Dünyâda bir miktar geçim (sağlarlar), sonra dönüşleri Biz’edir; sonra inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onla­ra şiddetli azâbı tattırırız.” (Yûnus, 70)

“Allâh evlâd edinmemiştir. O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde (O’nunla beraber başka ilâhların bu­lunması hâlinde) her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allâh, (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” (el-Mü’minûn, 91)

Başlangıçta pürüzsüz bir tevhîd anlayışına sâhip olan hristiyan akîdesine sonradan girmiş bulunan teslîs inancının, İncîl’lerde ciddî bir delîline rastlanmamaktadır. “Üçleme” mânâsına gelen teslîsin Batı dillerindeki karşılığı, “Trinite”dir. Trinite kelimesi, İncîl’lerin hiçbir yerinde geçmez. Hristiyanlık târihinde ilk defa M.S. 2. asırda Tertüllien tarafından kullanılmıştır.

Ayrıca Yeni Ahid’in hiçbir yerinde Hazret-i Îsâ “Ben Tanrı’yım” demez. Bilakis tam zıddını, yâni kul olduğunu söyler.[1] Yüce Allâh Kur’ân-ı Kerîm’de de Hazret-i Îsâ’nın kul olduğunu haber verir.[2] Îsâ -aleyhisselâm-, bu kulluk sıfatından kendisi rencide olmamış, bilakis Kitâb-ı Mukaddes’te beyân edildiği üzere bundan şeref duymuş,[3] ömrünü zirve bir kulluk muhtevâsı içinde yaşamıştır. Ayrıca Hazret-i Îsâ devamlı olarak, hattâ gece boyunca Allâh’a ibâdet ederdi. Hâlbuki ibâdet etmek, ulûhiyet şiârı değil, bilakis kulluğun tescîlidir.

Hristiyanlar, teslîsin İncîl’lerdeki delîli olarak bula bula şu ifâdeleri zikrederler:

“Ve Îsâ vaftiz olunup hemen sudan çıktı. Ve işte gökler açıl­dı ve Allâh’ın rûhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses dedi: «Sevgili oğlum budur, ondan râzıyım.»” (Matta 3, 16-17)

Benzer ifâdeler, İncîl’in diğer bölümlerinde de geçer.[4] Fakat dikkatle incelendiğinde görülür ki, bu metinlerden üç tan­rı veya üç uknumlu, yâni üç unsurdan müteşekkil bir tanrı mânâsı çıkarmak mümkün değildir.

İfâde etmek gerekir ki, aslının tahrîf edildiği, Kur’ân-ı Kerîm ta­rafından da bildirilen Hristiyanlığın temel kitabı olan İncîl’lerde bile sağlam ve anlaşılır bir delili bulunmayan teslîs inancı, nasıl te’vîl edilirse edilsin veya hristiyanlar tarafından ne şekilde îzah edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Allâh indinde son dîn olarak gön­derilen İslâm’ın getirdiği “Tevhîd” inancıyla aslâ bağdaşmaz!

Öte yandan, hristiyanların Tanrı için kullandıkları “baba” tâbiri de çok alçaltıcıdır. Zîrâ insan nazarında kötü intibâlar uyandıran baba tipleri de vardır. Aynı zamanda baba mefhûmu, birer beşerî keyfiyet olan cinsî alâkaları, kendisinden sonra bir vâris bırakma düşüncesini ve ölümü hatırlatır ki, Allâh -celle celâlühû- bütün bunlardan münezzehtir.

Allâh Teâlâ’nın Îsâ -aleyhisselâm-’ı babasız olarak yaratması fevkalâde büyük bir mûcizedir. Fakat bu durum, O’nun ilâh olmasını gerektirmez. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da babasız olarak yaratılmıştır. Üstelik O’nun yaratılışında bir anne de mevcut değildir. Hem anasız, hem de babasız yaratılan Hazret-i Âdem’e bu vasfından ve Hazret-i Havvâ’nın da kendisin­den yaratılmış olmasından dolayı, nasıl ki ulûhiyet izâfe edilemiyorsa, Hazret-i Îsâ’ya da izâfe edilemez. Şâyet Allâh Teâlâ bir bâkireden babasız olarak bir çocuk yaratıyorsa bu, çocuğa değil bizzat onu yaratan Allâh’a kulluk etmeyi gerektirir.

İslâm, Allâh’ın, yüce sıfatlarla muttasıf, hiçbir mahlûka benzemeyen, her türlü noksanlıktan münezzeh, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, azamet ve kud­ret sâhibi ve bir Rab ol­duğunu îlân eder. Bu ilân, pek veciz bir şekilde İhlâs Sûresi’nde beyân buyrulmuştur:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh birdir. Allâh sameddir. Doğurmamıştır (hiç kimsenin babası değildir) ve doğurulmamıştır (hiç kimsenin evlâdı değildir). Hiçbir şey de O’nun dengi değildir!”

Bu kısa sûre, tevhîdin bütün husûsiyetlerini hülâsa ederek, Îsâ -aleyhisselâm- gibi doğum ve ölüm boyutlarıyla sınırlı yaratıl­mış bir varlığın, ulûhiyetle herhangi bir alâkası olmadığını beyân ile teslîsin muhâl olduğunu göstermeye kâfîdir.

Bu bakımdan Cenâb-ı Hak teslîs akîdesindekileri şiddetli bir şekilde îkaz buyurur:

“And olsun ki «–Allâh, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’tir!» diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesîh: «–Ey İsrâîloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allâh’a kulluk ediniz! Biliniz ki, kim Allâh’a ortak koşarsa, muhakkak Allâh ona cenneti ha­ram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur!» demişti.” (el-Mâide, 72)

“And olsun «Allâh, üçün üçünsüdür!» diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allâh’tan başka hiçbir ilâh yok­tur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâ­fir olanlara acı bir azap isâbet edecektir.” (el-Mâide, 73)

“Hâlâ Allâh’a tevbe edip O’ndan mağfiret dilemeyecek­ler mi? Allâh, Gafûr ve Rahîm’dir.” (el-Mâide, 74)

“Meryem oğlu Mesîh, ancak bir Rasûl’dür. Ondan önce de birçok rasûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir ka­dındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, delilleri nasıl açıklı­yoruz; sonra bak ki (bunları görüp bildikleri hâlde ehl-i kitâb) nasıl (da hakîkatten) yüz çeviriyorlar!” (el-Mâide, 75)

Âyet-i kerîmede buyrulan “ikisi de yemek yerlerdi” ifâde­si, Îsâ -aleyhisselâm-’ın ve annesinin birer beşer olduklarını vurgulamak içindir. Çünkü onların yemek yemeleri, açlık ve tokluk gibi be­şerî husûsiyetleri îcâb ettirir ki, Cenâb-ı Hak elbette bundan mü­nezzehtir.

Buna rağmen ehl-i kitâbın onlar hakkında ulûhiyet isnâd edici bir inanca meyletmeleri, tamâmen kendi cehâlet ve gaflet­leri sebebiyledir. Yoksa Hazret-i Îsâ, bu hususta ehl-i kitâba en ufak bir kapı bile açmamıştır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Allâh’ın, peygamberleri toplayıp da: «–Size ne cevap verildi?» dediği gün: «–Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphe­siz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin!» diyeceklerdir.” (el-Mâide, 109)

 (O zaman) Allâh: Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara: «–Beni ve anamı, Allâh’tan başka iki tanrı bilin!» diye Sen mi de­din, buyurduğunda, O (Îsâ diyecektir ki): «–Hâşâ! Sen’i tenzîh ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, Sen onu şüphesiz ki bilirdin. Sen be­nim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben Sen’in zâtında olanı bil­mem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sen’sin.” (el-Mâide, 116)

“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a kulluk edin, de­dim…” (el-Mâide, 117)

Sâlim akıl sâhipleri düşünürler ki, Hazret-i Îsâ, mîlâddan önceki senelerde hayatta olmayıp sonradan doğduğuna göre, Allâh’a sonradan bir ilâve mümkün müdür? Yuhanna İncîli’nde ken­disine «Yâ Rab!» diye hitâb edilen Hazret-i Îsâ’ya isnâd edilen ulûhiyet kudreti, insanlar tarafından haça gerilecek kadar acziyetle mi muttasıftır? Zîrâ İncîl’lerde, Hazret-i Îsâ’nın istemeyerek asıldığını ifâde eden cümleler vardır. Bu cümlelere göre Hazret-i Îsâ, çarmıha gerilmeye götürülürken:

“–Allâh’ım, Allâh’ım beni niçin terk ettin?” (Matta 27, 46) diye yüksek sesle bağırmıştır.

Bu ifâdeler, acz ve isyan dolu beşerî zaaflar değil midir?

İslâm Dîni, tevhîd husûsunda son derece hassâsi­yet gösterilmesini emreder. Tevhîdi zedeleyecek en küçük hususları bile şirk olarak vasıflandırır. Bir misâl verecek olursak, bir kişinin, Allâh’ın emirlerini bir kenara bırakıp kendi arzusuna uyması hâlinde: “hevâsını ilâh edindi” (el-Furkân, 43) hükmünü verir. Ayrıca Allâh’ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl kılanları “rabler”, onların bu arzularına uyanları da “bunları rab edinen kimse­ler” olarak tavsîf buyurur. İbâdette gösteriş demek olan riyâyı da gizli şirk olarak zikreder.

Tevhîd konusunda bu kadar hassas davranan Kur’ân, hristiyanların bâtıl teslîs inancını şiddetle reddeder ve bunun küfür olduğunu bildirir.

Allâh Teâlâ son ilâhî kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’de içine düş­tükleri teslîs dalâleti dolayısıyla ehl-i kitâbı şöyle îkâz buyurur:

“Ey ehl-i kitâb! Dîninizde aşırı gitmeyin ve Allâh hakkın­da, hakîkatten başkasını söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, ancak Allâh’ın Rasûlü’dür; (O), Allâh’ın, Meryem’e ulaş­tırdığı «Kün = Ol» kelimesi(nin eseri)dir. O’ndan bir rûhtur. (Allâh tarafından gönderilmiş, te’yîd edilmiş, Cebrâîl tarafından üfürülmüş bir rûhtur). Şu hâlde Allâh’a ve peygamberlerine îmân edin! «(Tanrı) üçtür» demeyin! Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin! Allâh, ancak bir tek Allâh’tır! O, ço­cuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekîl olarak Allâh yeter!” (en-Nisâ, 171)

(Biliniz ki), ne Mesîh, ne de Allâh’a yakın melekler, Allâh’ın kulu olmaktan geri dururlar. O’na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allâh) yakında huzûrunda toplayacaktır.” (en-Nisâ, 172)

“«Şüphesiz Allâh, Meryem oğlu Mesîh’tir!» diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: «Öyleyse Allâh Mer­yem oğlu Mesîh’i, anasını ve yeryüzündekileri imhâ etmek isterse, Allâh’a kim bir şey yapabilecektir?! Göklerde, yer­de ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allâh’a âittir. O dilediğini yaratır ve Allâh, her şeye hakkıyla kâdirdir.»” (el-Mâide, 17)

Daha evvelce de ifâde edildiği gibi birçok araştırmacıya göre Hazret-i Îsâ’nın ulûhiyeti fikri, Hristiyanlığa, Yunan, İskenderiye ve Hind felsefelerinin tesiriyle girmiştir.

Nitekim Britanica Ansiklopedisi’nde şöyle denilmektedir:

“Îsâ, tabiat üstü bir unsurdan olduğunu asla iddiâ etmedi; beşer tabiatından üstün bir tabiatı olduğunu da söylemedi.” (5. cilt s. 636)

Hazret-i Îsâ şöyle demiştir:

“Dinle ey İsrâîl! Allâh’ımız Rab, bir olan Rab’dır.” (Markos 12, 29. Ayrıca bkz. Matta 23, 8; Luka 13, 33)

Yine başka yerlerde de şu ifâdeler bulunmaktadır:

“Herkesi korku aldı ve aramızdan büyük bir peygamber çıktı dediler.” (Luka, 7/16)

“İmdi Îsâ’nın yapmış olduğu alâmeti halk görünce dünyâya gelecek peygamber budur, dediler.” (Yuhanna, 6/14)

Görüldüğü üzere, aslında bizzat hristiyan kaynaklarındaki bilgiler bile Hazret-i Îsâ’nın Allâh’ın kulu ve Rasûlü olduğunu, O’nun ulûhiyetle bir alâ­kası bulunmadığını ispat etmeye kâfîdir. Fakat Pavlos gibi sahte din adamları, îman kisvesi altında din düşmanlığı yapmışlar ve Hazret-i Îsâ hakkında insanları yanıltmakla yetinmeyip sayısız yanlış bilgilerle onları dalâlete sürüklemişlerdir. Böyle olduğu hâl­de hristiyanlar bugün, kendi kendilerini kandırarak Allâh’ın sevgilileri olduklarını ve cennete yalnız kendilerinin gireceğini ifâde eder­ler. Onların bu zanlarını Cenâb-ı Hak şöyle cevaplandırır:

(Ehl-i kitâb:) «Yahûdîler ve hristiyanlar hâriç hiç kimse cennete giremeyecek!» dediler. Bu, onların kuruntusudur. (Ey Rasûlüm!) Sen onlara de ki: «–Eğer sâhiden doğru söy­lüyorsanız, delîlinizi getirin!»” (el-Bakara, 111)

“Hristiyanlar ve Yahûdîler: «Biz Allâh’ın oğulları ve sev­gilileriyiz!» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı si­ze niçin azâb ediyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı insan­lardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azâb eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâh’a âittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.” (el-Mâide, 18)

HRİSTİYANLAR NEDEN SAPTI?

Hristiyanların içine düştükleri bu hazin âkıbet, onların da yahûdîler gibi kendilerine gönderilen ilâhî kitabı arzuları istikâ­metinde bozmuş, muhtevâsını beşerîleştirmiş olmalarından kay­naklanmaktadır. Çünkü böyle yapmak, nefislerine daha câzip gö­rünmüş ve irtikâb ettikleri cürümleri, ilâhî kitaplarına dâhil ederek onları meşrû­laştırma imkânı elde etmişlerdir. Ancak bu durum, tabiî olarak âhiret saâdetini kaybetmelerine mâl olmuştur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aley­hi ve sellem-’in teşrîfiyle bile intibâha gelemeyecek kadar bâtıla saplanmış olan pek çok ehl-i kitâbın hâli ne hazindir!

Necran hristiyanlarından bir hey’et Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“–Kur’ân-ı Kerîm de Hazret-i Îsâ’nın babasız doğduğunu kabûl ettiğine göre O Allâh’tır!” dediler.

Bunun üzerine şu mübâhele (haklının ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşme) âyeti inzâl oldu:

فَمَنْ حَآجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ

(Ey Rasûlüm!) Sana bu ilim geldikten sonra Sen’inle bu hususta çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler dâhil ol­mak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımı­zı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıra­lım. Sonra da duâ edelim de Allâh’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” (Âl-i İmrân, 61)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âyet-i kerîme muktezâsınca teklifini yaptığında Necranlı hristiyanlar buna ya­naşamadılar. Müslümanların himâyesine girmeyi kabûl eden bir anlaşma imzâlayarak memleketlerine döndüler.

Allâh Teâlâ, ehl-i kitâbı îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp de bildiğiniz hâlde niçin Allâh’ın âyetlerini inkâr edersiniz?” (Âl-i İmrân, 70)

“Ey ehl-i kitâb! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bi­le bile gerçeği gizliyorsunuz?” (Âl-i İmrân, 71)

“Ey ehl-i kitâb! (Gerçeği) görüp bildiğiniz hâlde niçin Allâh’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allâh yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allâh, yaptıklarınız­dan habersiz değildir.” (Âl-i İmrân, 99)

Hristiyanların, âyet-i kerîmelerde ifâde edilen görüp bildikle­ri gerçek, kendi dinlerinin tahrîf edilmiş olup aslından uzaklaşmış bulunduğu, bu sebeple son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm ile Haz­ret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Cenâb-ı Hak ta­rafından gönderildiğidir. Onlar bunu açığa vurmasa da Allâh Te­âlâ açık bir şekilde beyân buyurur:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu (Peygam­beri), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen on­lardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.” (el-Bakara, 146)

(Lâkin bilsinler ki) indirdiğimiz açık delilleri ve kitapta in­sanlara apaçık (bir şekilde) gösterdiğimiz hidâyet yolunu giz­leyenlere hem Allâh, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (el-Bakara, 159)

Allâh indinde tek makbul dîn olan İslâm’a son derece uzak duran ehl-i kitâba çok yazık! Ancak onlardan yüce hakîkati anlayarak Allâh’a gerçek mânâda kulluğa yönelenlere de ne mutlu! Nitekim âyet-i kerîmede, ehl-i kitâbın, âhir zamanda Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne inmesiyle birlikte îmân ede­cekleri ifâde buyrulmaktadır:

“Ehl-i kitâbdan her biri, ölümünden önce O’na muhak­kak îmân edecektir. Kıyâmet gününde O, onlara şâhid ola­caktır.” (en-Nisâ, 159)

Hristiyanların bugün içinde bulundukları dalâleti terk edemeyişlerinin yegâne sebebi ise, İncîl’lerin durumudur. Onları kaleme alanlar, İncîl’leri kendi arzuları istikâmetinde o hâle getirmişlerdir ki, gerçek İncîl-i Şerîf’i gönderen Cenâb-ı Hak:

“Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allâh katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların hâline! Ve kazandıklarından ötürü vay onların hâline!” (el-Bakara, 79) buyurmuştur.

Çünkü onların yaptıkları ilâhî kitâba müdâhale meselesi, peygamberlere dahî müsâade edilmeyen ilâhî bir yasaktır. Nite­kim bu husustaki ilâhî ferman, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında dahî vârid olmuştur. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Eğer (Peygamber) Biz’e atfen bazı sözler uydurmuş ol­saydı, elbette O’nu kıskıvrak yakalardık! Sonra O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mânî de olamazdınız!” (el-Hâkka, 44-47)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları

[1] Bkz. Matta, 12/18.

[2] Bkz. en-Nisâ, 172.

[3] Bkz. Matta, 12/18; İşaya, 42/1.

[4] Bkz. Yuhanna, 1/1, 14.