Tekke ve Zaviyeler Neden Kapatıldı?

Tekke ve zaviyelerin kapanmasının gerçek sebebi...

Her sene Mart ayı geldikçe gönüller bir şehâdet hikayesinin yankısıyla mahzun olur. Es‘ad Erbilî Hazrertlerinin (k.s.) 3-4 Mart 1931’de bir hastane odasında, şüpheli hazin ölümü, son yüzyıl tarihimizin meçhule, karanlığa, bilinmeze mahkûm etmeye çalıştığı en trajik olaylardan biri, belki de birincisidir. Bu yazımızın konusu işte bu trajik hikayeyi daha objektif ve detaylı bir şekilde mercek altına almaktan ibarettir.

Efendim, her şey 30 Kasım 1925 tarihinde “Tekkelerin Kapatılması”yla başlar. Bu olaydan sonra ülkenin dinî heyecanını, maneviyatını temsil eden irfânî geleneğin yer altına çekildiği ve sükûta büründüğü görülür.

Es‘ad Erbilî Hazretlerinin (ks) inzivaya çekilişi, Erenköy’e taşınışı ile başlayan bu süreç, Menemen’de acı bir şekilde noktalanır. İşte bu 30 Kasım 1925’te başlayıp 3-4 Mart 1931’de biten şehâdet hikayesi, kronolojik olaylar zinciri içerisinde şu şekilde gelişir:

1- 30 Kasım 1925’te tekkelerin kapanışından 23 Aralık 1930’da patlak veren Menemen Olayı’na kadar olan dönemde, gerek Türkiye’nin genel siyasî, dinî durumu ve gerekse Es’ad Erbilî Hazretleri’nin (ks) faaliyetleri nelerdir?

2- Menemen Olayı: Hazırlanışı ve patlak vermesi nasıl olmuştu?

3- Es’ad Erbilî Hazretleri’nin (ks) mahkemeye getirilişi ve yargılanışı, 3 Şubat 1931’de oğlu Mehmed Ali Efendi ile birlikte 29 halîfesinin idam edilmesi ve 3-4 Mart 1931 gecesi Es’ad-ı Erbilî Hazretleri’nin (ks) vefatı ne şekilde gerçekleşti?

4- Sonuç olarak bu olayın arka planında yatan gerçek sebepler neydi?

Bu makalemizde özellikle 1925-1931 arası dönemde, Türkiye’de genel dinî-siyasî durumu ve Es’ad Erbilî Hazretleri’nin (ks) ne gibi faaliyetler içinde olduğunu ele alıp Menemen’e giden süreç ve Menemen olayının öncesini kabaca ortaya koymaya çalışacağız.

1- TEKKELERİN KAPATILMASI

Tekkelerin kapatılması, tarikatların yasaklı hale gelmesinin görünür sebebi 20 Şubat 1925’teki Şeyh Said ayaklanmasıdır. “Ordunun seferber edilmesiyle bastırılan bu (isyan) hareketini, Ankara Hükümeti tekkelerin kapatılmasında çok iyi kullanmış ve ayrıca Diyanet Riyâsetinin (Başkanlığı) yayınladığı tamimde (genelgede) de aynı meseleye işaret edilmiştir.1

Şeyh Said isyanı,2 Bernard Lewis’in de ifade ettiği gibi dıştan milliyetçi, ayrılıkçı bir hareket olarak değerlendirilmekle birlikte, Ankara Hükümetince; “laikleştirme reformlarına karşı, dinî bir tepki olarak görülmüştür.” Ancak Lewis, hükümetin bu tanımını, “son derece makul” olarak değerlendirir.3

Ancak bazı araştırmacılara göre, Şeyh Mahmud Berzencî’yi Iraklılara karşı kullanan İngilizler ona; “Hâkimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pekâlâ bir emirlik ve krallık kurabilirsin, bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz” diye kandırarak, Irak’ta nasıl bir operasyon yapmışlarsa, Türkiye’de de Şeyh Said üzerinden aynı oyunu oynamışlardır.4

Es‘ad Erbilî Hazretleri (ks), daha önce sürgün adı altında Irak’ta yaşadığı (1900-1908) tecrübelerine dayanarak, Şeyh Said isyanının arkasındaki İngilizleri fark etmişti. Nitekim, Kelâmî Dergâhında Hasib Yılancıoğlu o günleri şöyle anlatır:

“Dergâhtayken bir rüya görmüştüm. Rüya sadık rüya idi. Her yerde kargaşa vardı, dumanlar, feryatlar, her şey birbirine karışmış. Tam bir herc ü merc. Korku ve ter içinde uyandım.

Ertesi gün, rüyamı Pir Efendimizin (ks) Gebzecik halifesi Hacı Nuri Efendi’ye anlattım. Bana ‘rüyayı nerede gördün?’ diye sordu. ‘Dergâhta’ dedim. O da ‘bu rüyayı Pir Efendimize anlatalım, ama topluluk içinde değil, baş başa yalnız iken anlatalım’ dedi.

 O gün sohbetten sonra herkes ayrılınca, Es‘ad Efendimizle (ks) baş başa kaldık. Rüyamı dikkatle ve tefekkürle dinledi. Ancak yüzü çok mahzun oldu. Sadece ‘Peki!’ diyerek bir yorum yapmadı.

Aradan birkaç gün geçince gerçekten ortalık karıştı. Doğuda Şeyh Said isyanı zuhur etti.

Seyyid Abdulkadir-i Kursâdî vardı. Bu zat Es‘ad Efendimizin (ks) kâtibiydi. Dergâha sıkça gelir giderdi. Onunla beraber bir kişiyi bu işin sonunun olmadığını, isyandan derhal vazgeçilmesi gerektiğini söylemek üzere Doğu’ya, Şeyh Said’e gönderdi. Ancak ikisi de orada idam edildi.”5

Bakanlar kurulu, 3 Eylül 1341/1925’de, Şeyh Said Vakası üzerine Şark İstiklal Mahkemesi’nin bölgedeki tekkelerin kapatılması kararına, Ankara İstiklal Mahkemesi’nin de bütün tekke ve zaviyelerin kapatılması gerektiğine dair görüşüne dayanarak müzakereler yaptı. Bunun üzerine 3 Eylül 1341/1925’de Bakanlar Kurulu, bu mahkeme kararları doğrultusunda görüş birliğine vardı. Büyük Millet Meclisi’nde 30 Kasım 1341/1925’de tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun kabul edilerek bu iş noktalandı:

“Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle, gerek mülk olarak şeyhinin taht-ı tasarrufunda, gerek suver-i âherle (başka şekillerle) tesis edilmiş bulunan bilumum tekkeler ve zaviyeler, sahiplerinin diğer şekilde hakk-ı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere kâmilen seddedilmiştir.”6

2- ES’AD ERBİLÎ HAZRETLERİ ERENKÖY’E TAŞINIYOR

İşte bundan sonra Es’ad Erbilî Hazretleri(ks) için yeni bir dönem başlar. Kendisine ait Kelâmî Dergâhı ve Selimiye Dergâhı vardır. Dolayısıyla onların da kapatılması söz konusudur. Ancak Diyânet İşleri Riyâseti’nin yayınladığı genelgenin üçüncü maddesinde şu ifadeler vardır:

“Madde 3 – Kapatılan tekke ve zâviyelerin vakfiyelerinde şeyhin ikâmetine mahsus, ayrıca meşruta (yani ev olarak kullanılabilecek gayr-i menkul) varsa bunlar da (bu tekkeler de) evvelce şeyh olanlar kayd-ı hayat şartıyla (yani vefat edene kadar) ikâmet edebileceklerdir.”7

Bu belgeye göre Es’ad Erbilî Hazretleri (ks) Kelâmî Dergâhında ölene kadar kalabilecektir. Ancak o, buna rağmen dergâhta ikâmet etmemiş, evini Erenköy’e taşımıştır.

Es’ad Efendi (ks) tekkelerin kapatılmasından sonra artık sokağa çıkmamaya karar verir. Erenköy’de önce Ziya Paşa Konağı’nda oturur. 1926’dan 1929 yılına kadar üç yıl bu konakta ikamet eder. Daha sonra Erbil’deki emlakını satarak, Erenköy Kazasker’deki Şevki Paşa Köşkü’nü 2000 liraya satın alır. Hatta bu konağa taşınmadan önce yapılan tamiratında, o zamanlar genç bir hoca olan Hafız Abdurrahman (Gürses) Efendi de bizzat çalışmıştır.8 Bu tamirat ve taşınma işinin, Abdurrahman Hoca Efendinin ifadelerine bakarak 1929 senesi ilkbaharında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Yani bu durumda Es’ad Erbilî Hazretlerinin (ks) 1929 Nisan/Mayıs ayından itibaren vefat ettiği 3/4 Mart 1931 senesine kadar yaklaşık iki sene müddetle burada ikamet ettiğini söyleyebiliriz.

Oğlu Mehmed Ali Efendi’nin 1925 Aralık’ından sonra Cibâ­li’deki Enfiye imalathanesinde çalıştığını görüyoruz.9

Yani tekkelerin kapatılışıyla Menemen olayı arasındaki (tam 5 sene 23 günlük) zaman aralığında Mehmed Ali Efendi, bir yandan işçi olarak ailesinin maişetini temin ederken, diğer yandan Erenköy’de uzlete çekilmiş muhterem babasına hizmetle meşgul olmuştur.

Necip Fazıl bu beş yıllık ızdırap yıllarını şöyle hulasa ediyor.

“Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyeler kapatılınca bir kenara çekiliyor. Zikir ve ayini terkediyor ve yalnız ilmî telkin ve sohbetle yetiniyor.

Menemen hadisesine rağmen içinde her an 30-40 misafir bulunan bu köşkte, kanuna tam bir riayet halinde, zikirsiz ve merasimsiz, yalnız sohbet ve ilim hayatı. Etrafındaki kalabalık ise onun sohbetlerine meftun olmaktan başka bir tavır sahibi değil.

Menemen hadisesine (23 Aralık 1930’a) kadar gidiş bundan ibaret…”10

Yine bu beş senelik fetret ve inziva döneminde İstanbul’a tekrar gelen Carl Vett, Es’ad Efendi’yi (ks) ziyaret ettiğinde edindiği izlenimleri şöyle şöyle anlatır:

“Birkaç yıl sonra (tahminen 1928-1929 yılları) tekrar (İstanbul’a) geldiğimde ve (oğlu) Mehmed Ali Efendi’yi sorduğumda öğrendim ki, babasınınki ve diğer tekkelerin kapandığı gibi, onun (Selimiye) tekkesi de kapanmış. Yaşlı şeyh, bir ya da iki kez ziyaret ettiğim taşrada inzivaya çekilmişti. Beni eski bir arkadaş gibi karşıladı. Mehmed Ali Efendi enfiye imalatında çalışıyormuş. Onu bir daha göremedim.

Benim onlarla kaldığım dönemde (Nisan 1925) benimle politika hakkında hiçbir tartışmaları olmamıştı. Oysa o zamanlar tekkeler kapatılmamıştı.11

3- 1925’TEN 1930’A TÜRKİYE’DE SİYASİ DURUM

Cumhuriyetin kuruluşundan 1930’un 13 Ağustos’una kadar Türkiye’de tek parti ve dolayısıyla bu partinin diktası vardı.12 İlber Ortaylı bu tek parti dönemindeki süreci şöyle değerlendirir:

“Partinin adayları gösterilir. Bu çok açıktır, yani parti adaylarını vilayetlerde valiler önerir. Vali aynı zamanda belediye reisi olmasının yanı sıra, kurulan halkevinin de reisidir ve partinin mahalli başkanıdır. O, “vilayetten şu kişi, bu kişi” diye bazılarını önerir. Onu kaale alırlar, fakat bazı merkezlerdeki beyefendileri de liste başına koyarlar. Bu yüzden temsil ettiği vilayeti gidip görmeyen adamlar vardı. Veyahut belki bir kere zor gitmiştir. Zaten gitse ne yapacaktır?”13

Kısaca muhalefet yoktu, farklı görüşler yoktu. Çeşitli sosyal guruplar, görüşler parlamentoda temsil edilmiyordu. Seçim vardı, halk kendini yönetiyordu, cumhuriyet vardı ama demokrasi yoktu. Cemil Koçak’ın da ifade ettiği gibi “cumhuriyet başka şeydi, demokrasi ise bambaşka şeydir.”14 Türkiye 12 Ağustos 1930’a kadar tek partiye kilitlenmişti. (Not: Gelecek Ay: Çok Partili Dönem)

Dipnotlar: 1) Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, s. 324; Ayr. Bkz.:Diyanet İşleri Reisliği, Tahrirât md. No: 2413 (3 Eylül 1341/1925). 2) Robert W. Olson, The Emergence of Kurdish Nationalism and the Sheikh Said Rebellion, University of Texas 1989, ss. 107-8, 116. 3) Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev.: Boğaç Babür Turna, 5. Baskı, Ankara 2011, s. 552-553. 4) Ahmet Aydın, Kürtler, PKK ve Abdullah Öcalan, Yazım Basım Evi, 1992, ss. 32-37. 5) Ethem Cebecioğlu, Muhammed Es‘ad-ı Erbilî (ks) 1, İst. 2013, Erkam Yay. ss. 75-6. 6) Resmi Gazete, no: 243, Kanun no: 677, Kabul tarihi: 31.11.1341 (1925), Yayın tarihi: 13.12.1341 (1925.) 7) Diyanet İşleri Riyâseti, Tahrirât md. No: 2413 (3 Eylül 1341/1925); Ayr. Bkz.: Mustafa Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, s. 443. 8) Vahit Göktaş, Muhammed Es’âd-ı Erbilî, İlahiyat Yayınları, Ankara 2013, s. 65. 9) Yeni Nesilleri İnşa Eden Âlimlerimiz-1, Erkam Yayınları, no: 37, İstanbul 2009, s. 118; Carl Wett, Dervişler Arasında İki Hafta, s. 40. 10) Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul 1992, s. 164. 11) Carl Vett, Dervişler Arasında İki Hafta, s. 199. 12) Bkz. Cemil Koçak, Tek Parti Cumhuriyeti ve Şefler, İst. 2016. 13) İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, İst. 2012, ss. 144-5. 14) Koçak, Tek Parti Cumhuriyeti ve Şefler, ss. 11-3.

Kaynak: Ethem Cebecioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 361

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.