Tebük Seferi

Tebük Seferi’nin nedenleri ve sonuçları nelerdir? Tebük Seferi’ne katılmayan sahabiler kimler? Tebük Seferi’nin önemi nedir? Tebük Savaşı Kur’an-ı Kerim’de hangi surede anlatılmaktadır? Tebük Seferi’ne neden “Zorluk Ordusu” ismi verildi? Peygamberimizin katıldığı son savaş: Tebük Seferi.

Hz. Muhammed’in (a.s.) katıldığı son savaş: Tebük Seferi hakkında kısaca bilgi.

TEBÜK SEFERİ KISACA

Tebük Seferi 630 (Hicri 9) yılında yapıldı.

Tebük Seferi’nin Nedenleri ve Sonuçları

Hz. Muhammed’in (a.s.) elçisinin şehit edilmesi ve Bizans İmparatoru Herakleios’un büyük bir ordu ile İslam Devleti üzerine yürüdüğü haberi üzerine İslam peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) 30 bin kişilik İslam ordusu ile Suriye’ye doğru sefere çıktı. Tebük’e gelindiğinde Herakleios’un İslam Devleti üzerine değil, İran üzerine sefere çıktığı anlaşıldı. Hz. Muhammed (a.s.) dönüşte bazı Arap kabilelerini egemenliği altına aldı.

Tebük Seferi’nin Önemi

Bu sefer Hz. Muhammed’in (a.s.) son seferidir. Gassani Arapları İslam’a girdi. Şam’da görülen veba salgını nedeniyle ilk defa karantina uygulaması yapıldı.

Tebük, Medîne ile Şam’ın tam ortasında bir şehrin ismi olup oraya yapılan sefer, Allâh Resûlü’nün iştirâk ettiği son sefer olmuştur. Bu sefer, Mûte Harbi’nin bir devâmı gibidir. Bizans imparatoru, Mûte Harbi’nin ken­disinde bıraktığı tesir sebebiyle, vakit geçip Müslümanlar daha fazla kuvvetlenmeden bütün Arabistan’ı istîlâ etmek niyetinde idi. Bunun için de Hıristiyan Araplar’ı kullanmak istiyordu. Buna namzet gördüğü Gassânîler de zâten böyle bir hareket için çoktan hazırdı­lar. Durum bu safhada iken Medîne’ye gelen ticâret kervanları, düşmanın hazırlıklarını Müslümanlara bildirerek çok yakında beldelerinin hücûma uğrayacağını söylediler.

Bunun üzerine Allâh Resûlü, umûmî bir seferberlik îlân etti. O âna kadar yapılan askerî faâliyetler gizli tutulur, düşmanın bunu öğrenmesi isten­mezdi. Fakat Tebük Seferi’nde durum farklı oldu. Zîrâ yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Düşman kuvvetli, gidilecek yer uzaktı. Üstelik o yıl Medîne’de vâkî olan kıtlık sebebiyle Müslümanlar iktisâdî bakımdan da zor durumda idiler.[1]

Bütün bunları fırsat bilen münâfıklar, yine eski fitnelerine dönerek mü’minlerin hâ­let-i rûhiyelerini bozmaya kalktılar. Baş münâfık Abdullâh bin Übey:

“–Muhammed, Roma Devleti’ni çocuk oyuncağı mı sanıyor? Ben O’nun, ashâbıyla birlikte esir düştüğünü gözlerimle görür gibiyim!” diyordu.

Bir kısım münâfıklar da:

“–Böyle bir sıcakta sefere çıkılır mı?” demeye başladılar. Bunlara cevâben âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:

“Allâh’ın Resûlü’ne muhâlefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allâh yolunda cihâd etmeyi çirkin gördüler de; «Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler. De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)

Bedevîlerden bâzıları da Hazret-i Peygamber’e uydurma mâzeretler ileri sürerek izin aldılar. Bunu âyet-i kerîme şöyle haber vermiştir:

“Bedevîlerden (mâzeretleri olduğunu) iddiâ edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allâh ve Resûlü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azâb erişecektir.” (et-Tevbe, 90)[2]

Bundan sonra Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerle münâfıkların birbirlerinden ayırdedil­mesi için açık kıstaslar koydu:

(Ey Resûlüm!) Eğer yakın bir dünyâ menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, (o münâ­fıklar), mutlakâ Sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar; «Gücümüz yetseydi mutlakâ sizinle berâber çıkardık!» diye kendilerini helâk edercesine Allâh’a yemîn edecekler. Hâlbuki Allâh, onların kesinlikle yalancı olduklarını biliyor.” (et-Tevbe, 42)

(Ey Resûlüm!) Allâh’a ve âhiret gününe îmân edenler ise malları ve canlarıyla sa­vaşmaktan (geri kalmak için) Sen’den izin istemezler. Allâh takvâ sâhiplerini pek iyi bilir. Ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp (bu) şüpheleri içinde bocalayanlar Sen’den izin isterler.” (et-Tevbe, 44-45)

Münâfıklar sefer için hiçbir hazırlık yapmamışlardı. Bu da onların harbe niyetlerinin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Cenâb-ı Hak buyurur:

(Resûlüm!) Eğer onlar (Sen’inle birlikte harbe) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için hazırlık yaparlardı...” (et-Tevbe, 46)

Münâfıkların böyle gün yüzüne çıkıp orduya iştirâk etmemeleri bir lutf-i ilâhî idi. Nitekim Abdullâh bin Übey, bu seferde de Uhud’da yaptığını yaparak geri dönmüştür. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“...Allâh onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu. Onlara: «Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) berâber oturun!» denildi. Eğer sizinle (onlar da harbe) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir faydaları olmazdı ve mutlakâ fitne çıkarmak isteyerek aranızda dolaşırlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allâh zâlimleri gâyet iyi bilir.” (et-Tevbe, 46-47)

Daha şimdiden bozgunculuk çıkaran münâfıklar, gerçekten harp esnâsında öyle za­rarlı oluyorlardı ki, fitne, yalan, iftirâ ve korkaklıklarıyla bütün İslâm ordusunun huzû­runu bozuyorlar ve âdeta her biri bir çıbanbaşı gibi mü’minlere ıztırap veriyordu. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk’ın lutfu erişti de münâfıkların bu sefere katılması, o seferin ihtivâ ettiği pek çok meşakkatin gözlerini korkutması netîcesinde mümkün olmadı. Ashâb, onların fit­nesinden halâs oldu.

Münâfıklar, birer mâzeret uydurarak harpten izin istiyorlardı. Bu izin meselesini de o kadar ileri götürdüler ki, bâzıları, oralarda Rum kızlarını görerek fitneye düşebileceklerini ifâde etmekten bile çekinmedi. Böylece gûyâ sûret-i haktan görünüp münâfıklıklarını gizlemeye çalışıyorlardı. Ancak Allâh Teâlâ, onların bu hâllerini de açığa vurdu:

“Onlardan öylesi de var ki; «Bana izin ver, beni fitneye düşürme!» der. Bilesiniz ki onlar, zâten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlakâ kuşatacaktır.” (et-Tevbe, 49)

Bir taraftan münâfıkları acı azâbıyla tehdîd eden Cenâb-ı Hak, diğer taraftan onların tesirinde kalıp da biraz gevşemiş bulunan mü’minleri de îkâz ediyordu:

“Ey îmân edenler! Size ne oldu ki; «Allâh yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? (Yoksa) dünyâ hayâtını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat (biliniz ve unutmayınız ki), dünyâ hayâtının (geçici) faydası, âhiretin (ebedî faydası) ya­nında pek azdır. Eğer (gerektiğinde harbe) çıkmazsanız, (Allâh), sizi pek elem verici bir azâb ile ce­zâlandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir. Siz (harbe çıkmamakla) O’na bir zarar veremezsiniz. Allâh her şeye kâdirdir.” (et-Tevbe, 38-39)

(Ey mü’minler!) İster zor, ister kolay gelsin (Allâh yolunda) harbe çıkın! Mallarınızla ve canlarınızla Allâh yolunda cihâd edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için (elbette ki) daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)

Bu îkazlar üzerine, mü’minlerde büyük bir canlanma oldu. Gönüllerdeki gevşeklik, yerini nedâmet dolu bir hamleye bıraktı. Coşkun bir îman seferberliği başladı. Çünkü düşmanın İslâm ülkesine hücûmu durumunda cihâd, farz-ı ayın idi ve bütün mü’minler buna riâyetle mükellefti. Ancak bu farzla mükellef kılınmayıp cihâddan muaf tutulabilecek olanlar ise âyet-i kerîmede şöyle bildirildi:

“Allâh ve Resûlü’ne samîmiyetle bağlılıkları devâm ettiği sürece (ve insanlara öğüt verdikleri takdirde), zayıflara, hastalara ve (muhârebe için) harcayacak bir şey bulamayan­lara günah yoktur. İhsan sâhiplerinin aleyhine bir yol (mes’ûliyet) yoktur. Allâh, Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (et-Tevbe, 91)

Âyet-i kerîmenin beyânına göre, harpten muaf olanlar, memleketlerinde fitneye meydan vermez, yalan haberler yaymaz, harbe iştirâk etmiş bulunan mücâhidlerin âilele­rine yardımcı olur ve amel-i sâlih işlerlerse, muhârebeye katılamamaktan dolayı kendile­rine bir günah yazılmaz. Ancak bunların harbe iştirâklerini yasaklayan herhangi bir emir de sâdır olmadığından, arzu ederlerse, orduya yük olmamak şartıyla harbe iştirâk edebilir­ler.

Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Resûlullâh ile Allâh yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânına kapılmıştı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allâh Resûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allâh Resûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca, ağlaya ağlaya döndüler. Allâh yo­lunda dökülen bu gözyaşları makbûl-i ilâhî oldu ve âyet-i kerîmede:

(Ey Resûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen): «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke dönen kimselere (herhangi bir mes’ûliyet yoktur)!” buyruldu. (et-Tevbe, 92)

Âyette iltifât-ı ilâhîye mazhar olan kişilerden Abdurrahmân bin Ka’b ile Abdullâh bin Muğaffel, Allâh Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn-i Yâmin onlara:

“–Siz niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.

“–Bize binit sağlaması için Resûlullâh’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allâh Resûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir hayvanımız yok!” dediler.

İbn-i Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hazret-i Abbâs, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hazret-i Osmân da üçüne binit sağladı.[3] Bir kısım ihtiyaç sâhiplerine de daha sonra Allâh Resûlü binek temin etti.[4] Seferden muaf oldukları hâlde Allâh Resûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine nâil oldular.

İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Hak yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir.

Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı Vâsile bin Eskâ şöyle anlatıyor:

“Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde Medîne’de şöyle nidâ ettim:

«–Ganîmet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»

Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (nöbetleşe) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; «Anlaştık!» deyince:

«–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganîmet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (Ensârî’ye) getirdim. O bana:

«–Develerini al götür.» dedi.

«–Başta yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin.» dedim. Ama Ensârî:

«–Ey kardeşim! Ganîmetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm.)» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

Bu ibretli seferde, canları ve malları âhiret sermâyesine dönüştürerek cenneti satın ala­bilme heyecânı had safhada yaşanıyor, kıyâ­mete kadar ümmete numûne olacak manzaralar sergileniyordu. Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Peygamber’in etrâfında hizmet için âdeta pervâne kesiliyor, Allâh yolunda her şeyleriyle gösterdikleri fedâkârlıklarını; “Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Resûlallâh!” nidâlarıyla dile getiriyorlardı.

Şâir, ashâbın Hazret-i Peygamber’in etrâfında âdeta birer pervâne gibi her şeyleriyle fedâ oluşlarını, onların dilinden ne güzel terennüm eder:

Her zerre-i hâk-i kadem-i Hazret’ine,

Cânım da fedâ, ten de fedâ, ben de fedâ!..

Bu şevk ve heyecan, ashâb-ı kirâmda daha sonraları da devâm etmiş ve İbn-i Ümm-i Mektûm, yukarıdaki âyette buyrulan takvâyı tercih ederek iki gözü de âmâ olduğu hâlde Kadisiye Harbi’ne iştirâk etmiş, hattâ İslâm askerlerinin içinde sancak­tarlık yapmıştır.

Nâzil olan âyet-i kerîmelerdeki îkazların tesiriyle kısa zamanda satvetli bir İslâm or­dusu hazırlandı. Sayısı otuz binin üzerindeydi.[5] Resûlullâh, Mâlik bin Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, bayrağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre:

“–Yâ Resûlallâh! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber Efendimiz:

“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, Kur’ân’ı siz de tercih ediniz! O, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! Ezberinde Kur’ân çok olan, burnu kesik zenci köle de olsa, tercih olunur!” buyurdu.

Evs ve Hazrec kabîlelerine, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş bulunanlara taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)

İNFAK SEFERBERLİĞİ

Sefere çıkılacağı zaman Allâh Rasûlü ordunun ihtiyaçları için ashâbını önce infak seferberliğine çağırmıştı. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir azim ve îman vecdi içinde fânî ve dünyevî bütün menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir in­fak ve fedâkârlık yarışına girdiler. Hazret-i Ebûbekir malının tamâmını getirdi. Hazret-i Peygamber’in:

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından fayda­lanmadım...” ifâdesi karşısında, gözyaşları içinde kalan Hazret-i Ebûbekir:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Resûlallâh?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hazret-i Peygamber’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu te’yîd etti.

Allâh Resûlü’nün:

“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebûbekir?” suâline de büyük bir îman vecdiyle:

“–Allâh ve Resûlü’nü (bıraktım yâ Resûlallâh)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

Hazret-i Ömer, malının yarısını getirmişti. Bu defâ infak husûsunda Hazret-i Ebûbekir’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.

Hazret-i Osmân da, 300 deveyi tam techîzatlı bir şekilde hazırlaya­rak orduya hibe etti ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber onun hakkında da:

“–Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) buyurarak, büyük bir muhabbetle onu iltifât-ı nebevîsine mazhar kıldı.

Ayrıca Hazret-i Osmân’ın âilesi de bütün mücevherlerini Allâh yolunda infâk etti. Bütün hanım sahâbîler de, ne kadar takıları ve ziynet eşyâları varsa, Hazret-i Peygamber’in önüne getirdiler.[6] On bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkarttı. Bu kanlı küpeleri Allâh Resûlü’nün önüne koydu.

Zengin olmayıp da bir şey bulamayan sahâbîler bile mal ve candan fedâkârlık yapabilmenin heyecânı içindeydiler. Bunlardan Ebû Akîl, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. Resûl-i Ekrem:

“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

Münâfıklar ise bu tür bağışları dillerine dolayıp Ebû Akîl’i de riyâkârlıkla suçladılar. Ukbe bin Amr şöyle der:

“Sadaka âyeti[7] nâzil olunca, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine:

«Sadaka husûsunda mü’minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden baş­kasını bulamayanları çekiştirip alay edenler var ya, Allâh, işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.» (et-Tevbe, 79) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

Hadîsin değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokça para getiren zât, Abdurrahmân bin Avf; bir ölçek getiren zât da Ebû Akîl idi.

Yine fakir Müslümanlardan Ulbe bin Zeyd, gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki beni, üzerine binip Resûlün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sâhip kılmadın! Rasûlü’nün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın! Ben her zaman mal, beden ve eşyâdan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum!”

Sabah olunca Resûlullâh’ın yanına gelip:

“–Yâ Resûlallâh! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyâmı tasadduk ediyorum! Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkım helâl olsun!” dedi.

Resûlullâh; aşk, muhabbet ve sehâvetle dolu olduğu kadar, af ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sâdece:

“–Allâh sadakanı kabûl etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün de ona:

“–Ben senin sadakanı kabûl ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabûl olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Münâfıkların bir kısmı, hâlâ Müslümanlardan îmânı zayıf olanları tesir altına alıp harbe katılmalarına mânî olabilmek için çaba gösteriyorlardı. Bunlar, Süveylim adında bir Yahûdînin evini merkez edinmişlerdi. Bunu haber alan Resûlullâh, Hazret-i Talha’yı birkaç sahâbî ile göndererek Süveylim’in evini yaktırdı. Böylece münâfıklar dağılarak bir daha bu tür bir teşebbüse cür’et edemediler.[8]

Diğer taraftan, münâfıkların yaptıkları bu hareketler dolayısıyla inen îkâz âyetleri üzerine, gönüllerini ilâhî azâbın korkusu saran mü’minlerin hepsi topyekûn harbe iştirâk etmişti. Öyle ki, Medîne-i Münevvere bomboş kalmıştı. Ancak savaş uzun sürebilir, bu arada devlet merkezinde meydana gelebilecek hâdi­seler sebebiyle devletin ayakta durması güçleşebilirdi. Din zayıflar, ordunun maîşet te­dâriki de sağlanamazdı. Ayrıca milletlerin varlığını sürdüren beyin tabakası bir grubun olmaması, devletin çöküşüyle netîcelenebilirdi. Buna mahal vermemek için harbe iştirâk husûsunda Allâh Teâlâ bir ölçü bildirdi:

“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesimin­den bir grup dinde (dînî ilimlerde) tefakkuh (geniş ve derin bilgi elde etmek) ve kavimleri (harpten) döndük­lerinde onları îkâz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (et-Tevbe, 122)

Bu emr-i ilâhî mûcibince Allâh Resûlü, cephe gerisinin emniyeti için Hazret-i Ali ile Muhammed bin Mesleme’yi Medîne’de bıraktılar.

TEBÜK SEFERİ’NE NEDEN ZORLUK ORDUSU İSMİ VERİLDİ?

Nihâyet bütün zor şartlara ve sıkıntılara rağmen ordu büyük bir ihtişamla hareket etti. Ancak ordu, birçok sıkıntıya sabır ve tahammül göstermek durumundaydı. Çünkü şartlar oldukça zor ve ağırdı. Bu seferi zorlaştıran sebepler kısaca şunlardı:

  • Şiddetli kuraklık.
  • Yolun uzun ve yaya yürümeye müsâit olmayan bir çöl oluşu.
  • Hasat zamânı ve meyvelerin toplanma mevsimi olması.
  • Şiddetli sıcak.
  • Bizans ordusunun kalabalık oluşuna bakılarak çok güçlü sanılması.

Nitekim bütün bu zorluklar sebebiyle bu gazveye “Gazvetü’l-Usre” (zorluk gaz­vesi), orduya “Ceyşü’l-Usre” (zorluk ordusu), sefer esnâsındaki günlere de “Sâatü’l-Usre” (sıkıntı ve güçlük zamânı) denilmiştir.

Ordu hareket ettikten bir müddet sonra Hazret-i Ali, münâfıkların fitneleri dolayısıyla Allâh Resûlü’ne yetişerek savaşa katılmak için müsâade istedi:

“–Yâ Resûlallâh! Münâfıklar, benden hoşlanmadığınız için beni geride bıraktığınızı söylüyorlar! Bana da sefer için izin veriniz!” dedi.

Allâh Resûlü de:

“–Yâ Ali! Onlar yalan söylemişler. Ben seni arkada bıraktıklarıma vekîl tâyin ettim. Derhâl geri dön; hem kendi âilene, hem de benim ev halkıma göz-kulak ol, onlar için be­nim vekîlim ol! Yâ Ali! Benim yanımda sen, (Tûr’a giderken) Mûsâ’ya nisbetle Hârûn mevkiinde bulunmaya râzı olmaz mısın? Bir farkla ki, benden sonra peygamber gelmeye­cektir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Buhârî, Meğâzî, 78; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 31)

Bu iltifâta nâil olan Hazret-i Ali, büyük bir rızâ ve sürûr içinde vazîfesinin başına döndü.

Sefere çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâb-ı kirâmdan Ebû Zer orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk ederek zor da olsa yaya olarak ordunun ardından gelmişti. Bunu gören Allâh Resûlü mütebessim bir şekilde:

“–Allâh, Ebû Zerr’e rahmet etsin! O, yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allâh Resûlü’nün bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta­hakkuk etmiş ve Ebû Zer, yalnız yaşamış, yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

İslâm ordusunun yolculuğu son derece meşakkatli geçiyordu. Sıcak bunaltıcı idi. Üç kişiye bir deve düştüğünden, ashâb sırayla deveye biniyorlar, bu da bir hayli sıkıntı veri­yordu. Bir hurmayı iki kişi bölüşüyordu. Bâzen su bulmakta güçlük çekiliyordu. Bu yüz­den abdest alırken, âzâlar bir defâ yıkanmaktaydı. Mestler üzerine mukîmlerin bir, seferî sayılanların üç gün meshetmesi emredildi.[9] Bir ara Allâh Resûlü duâ buyurdular ve sâdece İslâm askerinin bulunduğu yere yağmur yağdı.[10]

İslâm ordusu, yolları üzerinde bulunan Semûd kavminin helâk olduğu Hicr mevk­iinden geçerken, Allâh Resûlü ashâb-ı kirâma:

“–Burası kaçılacak bir vâdidir!” buyurdular. (Vâkıdî, III, 1008)

Ardından:

“–Kendilerine zulmedenlerin yurduna ağlayarak girin. Yoksa onların başına gelenler sizin de başınıza gelebilir.” buyurdular. Sonra başlarını örterek o bölgeyi hızlı geçtiler. Oradan alınan suları dök­türdüler. İsraf husûsunda çok titiz olmalarına rağmen, bu su ile yapılmış olan hamurları da at­tırdılar. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd, 39)

Çünkü kahır mekânları, dûçâr olduğu felâketin kaderini kıyâmete kadar devâm et­tirmektedir. Dolayısıyla kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyan ve günah yüklü mekânlarda mânen devâm eden kahrın menfî in‘ikâsına mâruz kalmamak için, Allâh Resûlü’nün buyurduğu gibi sür’atlenmek îcâb eder.[11]

Hicr mevkiinde bulundukları bir gece Resûl-i Ekrem:

“Bu gece pek şiddetli bir fırtına çıkacak. Herkes devesini sıkı bağlasın ve bulunduğu yerde otursun, ayağa kalkmasın!” buyurdu. Hakîkaten o gece çok şiddetli bir kasırga çıktı; abdest almak için ayağa kalkan birini kasırga yere çarptı, devesini aramaya giden bir başkasını da Tay Dağı’na fırlatıp attı. (Buhârî, Zekât, 54; Müslim, Fedâil, 11)

Tebük’e bir günlük mesâfe kaldığında, İslâm ordusu yine büyük bir susuzluk çek­mekteydi. Muâz bin Cebel şöyle anlatır:

“Resûlullâh:

«Siz, yarın inşâallâh Tebük kaynağına ula­şacaksınız!» buyurdu.

(Ertesi gün kaynağa ulaşılınca) mevcut su, avuç avuç bir su kırbasına toplandı. Hazret-i Peygamber onunla ellerini ve yüzünü yıkadı ve kaynağa geri serpti. Sonra ucu demirli üç sopayı kaynağa batırdı. Derhâl (billur gibi) üç kaynak fışkırmaya başladı. Bütün mücâhidler susuzluğunu giderdi. Allâh Resûlü (bana):

«–Ey Muâz! Uzun bir ömrün olsaydı, çok geçmeden bu su ile buraların bağ ve bah­çelerle dolu olduğunu görürdün!» buyurdular.” (Müslim, Fedâil, 10; Ahmed, V, 238)

Tebük Gazvesi’nde şiddetli açlık çektikleri için sahâbîler:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! İzin verseniz de develerimizi kesip yesek ve iç yağı elde etsek?” dediler. Resûlullâh:

“–Peki öyle yapın!” buyurdu. Derken Hazret-i Ömer geldi:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer develeri kesmelerine izin verirseniz, orduda binek azalır. Fakat (isterseniz), onlara ellerinde bulunan azıklarını getirmelerini emrediniz ve sonra da ona bereket vermesi için Allâh’a duâ ediniz. Umulur ki Allâh, bereket ihsân eder.” dedi.

Bunun üzerine Resûlullâh:

“–Peki öyle yapalım!” buyurdu ve deriden bir yaygı getirtip serdirdi. Sonra da elde mevcut erzâkın getirilmesini emretti. Askerlerden kimi bir avuç darı, kimi bir avuç hurma ve kimi de ekmek parçacıkları getirdi. Yaygı üzerinde gerçekten pek az bir şey birikmişti. Resûlullâh, bereket vermesi için Allâh’a duâ etti ve sonra:

“–Kaplarınızı getirip bundan alınız!” buyurdu. Askerler kaplarını doldurdular. Öyle ki, doldurulmadık bir tek kap bırakmadılar. Sonra da doyuncaya kadar yediler, yine de bir hayli yiyecek arttı. Bunun üzerine Resûlullâh şöyle buyurdu:

“–Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Resûlü olduğuma şehâdet ederim. Allâh’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şeksiz süphesiz inanmış olarak Allâh’a kavuşmayan kimse, cennet(e girmek)ten mutlakâ alıkonur.” (Müslim, Îman, 45)

İslâm ordusu, Tebük’te karargâhını kurduğu hâlde düşmandan en ufak bir hareket göze çarpmıyordu. Çünkü bu kadar büyük bir İslâm ordusunu gören hristiyan Arap kabî­leleri, daha evvel Mûte’deki üç bin kişilik bir îmân ordusunun gösterdiği kahramanlıkları da hatırlayarak savaşma azimleri kırılmış ve harpten çekinmişlerdi. Bizans ise Arabistan’ı istîlâ fikrinden çoktan vazgeçmişti. Zîrâ Bizans imparatoru o esnâda Humus’ta kendi memleketinin iç meseleleriyle uğraşmaktaydı. Böylece Arabistan’ın istîlâ edileceği haberlerinin, hristiyan Gassânî Arapları’nın bir abartması olduğu anlaşıldı.

Ancak bu seferle İslâm ve Müslümanlar büyük bir izzet kazandılar. Arabistan’ın ku­zey hudutları tamâmen emniyet altına alındı. Eyle hükümdârı, Cerba ve Ezruh halkları, Meknâ Yahûdîleri Hazret-i Peygamber’den cizye karşılığı emân dileyerek Müs­lümanların himâyesine girdi. Hazret-i Hâlid bin Velîd, dört yüz yirmi atlı ile Dûmetü’l-Cendel’e hücûm ederek, Hıristiyan hükümdar Ükeydir bin Abdülmelik’i yakalayıp Allâh Resûlü’ne getirdi. Ona da cizye karşılığı emân verildi. (İbn-i Hişâm, IV, 180-182; İbn-i Sa’d, I, 276-277; Ahmed, V, 425)

İslâm ordusu, Tebük’te yirmi gün kaldı. Resûlullâh, daha ileri gitmek istemedi. Çünkü O, İslâm’ı insanlara kılıç zoruyla götürmek arzusunda değildi. Hem Bizans Devleti’ne gereken gözdağı fazlasıyla verilmiş, karşılarına hiçbir düşman çıkamamıştı. Ayrıca Sûriye’yi o sıralarda tâûn hastalığı kasıp kavurmaktaydı. Tâûn ise bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olduğundan Hazret-i Peygamber:

“Bir bölgede tâûn olduğunu duyarsanız, oraya girmeyin! Siz orada iseniz, sakın oradan çıkmayın!” buyurdular. (Buhârî, Tıb, 30)

Ardından ashâb-ı kirâm ile istişâre ederek Medîne’ye dönmeye karar verdiler.

Bu sırada Ebû Hayseme, orduya yetişti. O, başlangıçta seferin zor­luğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. Birgün, bahçesin­deki çardakta hanımları kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeye çağırmış­lardı. Ebû Hayseme, bu manzarayı görünce aklına Allâh Resûlü ve ashâbının hâli gelerek yüreği sızladı ve kendi kendine:

“Onlar bu sıcakta Allâh yo­lunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!” dedi. Bu nedâmet ile kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhâl yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı. Onun geldiğini gören Allâh Resûlü bu davranıştan memnûn oldular ve:

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ ettiler. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Cenâb-ı Hak, kullarına tâkatlerinin üzerinde bir teklifte bulunmaz. Fakat güç yetirebilecekleri işleri îfâ etmekten de mes’ûl tutar. İşte Ebû Hayseme’nin yaptığı da bir tâkat bedeli ödeme mâhiyetindeydi.

Bu hâdiseler bizler için canlı birer öğüttür. Maddî ve mânevî imkânlarımızı Hak yolunda ne kadar sarf edebildiğimizi mîzân etmeye ve mü’min olmanın mes’ûliyetlerini tefekkür etmeye birer vesîledir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN TEBÜK HUTBESİ

Resûlullâh Tebük’te sabahleyin bir hurma ağacına dayanarak hutbe îrâd eylediler. Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdular:

“İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağının üzerinde (piyâde olarak) ölünceye kadar Allâh yolunda cihâd eden (Allâh’ın dînini hidâyet bekleyenlere teblîğ eden)dir! İnsanların kötüsü de Allâh’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cür’etkâr kimsedir.

İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu, Allâh’ın Kitâbı’dır! Yapışılacak en sağlam kulp, takvâdır! Dinlerin hayırlısı, Hazret-i İbrâhîm’in (a.s.) dîni (İslâm)dır! Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir! Sözlerin şereflisi, zikrullâhtır. Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır.[12] Amellerin hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır. Amellerin kötüsü, bid’atlerdir. En güzel yol ve gidişât, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır. Ölümlerin şereflisi, şehîdliktir.

Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır. Az olup yeten şey, çok olup meşgûl ederek Allâh’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır. Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andakidir. Pişmanlığın kötüsü, kıyâmet günündekidir. İnsanların hayırsızı, Cumâ (namazı)na en son gelen ve Allâh’ı kötü bir dille anandır. Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir.

Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takvâ azığıdır. Hikmetin başı, Allâh korkusudur. Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblîs’in işlerindendir. Hamr (içki), günahların her çeşidini bir araya toplayandır. (Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır. (Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür. Ribâ (fâiz) kazançların en kötüsüdür. Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir. Mesûd kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır.

Her biriniz, dört arşın yere (kabre) varır. Amellerin muhâsebesi ise âhirete kalır. Amellerde esas olan netîceleridir. Düşüncelerin kötüsü, yalan-yanlış düşüncelerdir. Mü’mine sövmek, günahkârlıktır. Mü’mini öldürmek küfürdür. Mü’minin etini yemek (gıybetini yapmak) Allâh’ın buyruklarına karşı gelmektir.

Yalan yere Allâh üzerine yemin eden kişi, yalanlanır. Af taleb eden kişi, Allâh tarafından affolunur. Kim öfkesini yenerse, Allâh onu mükâfatlandırır. Uğradığı ziyâna katlanan kişiye, Allâh karşılığını verir. Allâh, zorluklara katlanan kimsenin ecrini kat kat artırır. Allâh’a isyân eden kişiyi, Allâh azâba dûçâr eder!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Kendim ve sizin için, Allâh’tan mağfiret taleb ederim!” (Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14)

TEBÜK ŞEHİDİ

Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehît olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî’dir. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı. Allâh Resûlü Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullâh Müslüman olmak istemişse de müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullâh, amcasına:

“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim Müslüman olmama izin versen?” dedi.

Amcası:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olacak olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana vermiş olduğum şeylerin hepsini çeker alırım!” dedi.

Abdullâh:

“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullâh, elbisesiz olarak anasının yanına gitti. Anası, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullâh, onun yarısını belinden yukarısına, yarısını da belinden aşağısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Resûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü. Allâh Resûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Hazrt-i Peygamber sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:

“–Sen Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn (ذُو الْبِجَادَيْن: çifte çul/kilim sâhibi)sin! Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu. Abdullâh suffede bulunuyor, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreleri okuyup ezberlemişti.

Allâh Resûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehît olup Rabbinin yolunda cânını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber’den ısrarla duâ taleb etti. Resûlullâh:

“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti.

Abdullâh:

“–Yâ Resûlallâh! Ben öyle istememiştim!” dedi.

Allâh Resûlü:

“–Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîtsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîtsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olursa, şehîtlik için sana yeter!” buyur­dular.

Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Resûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allâh ve Resûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn idi.

Abdullâh bin Mesut, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Resûlullâh, Ebûbekir ve Ömer, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn’in cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Resûlullâh, kazılan kabre indi. Ebûbekir ve Ömer cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.

Allâh Resûlü:

«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Resûlullâh, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:

«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Abdullâh bin Mesut sözlerine devamla diyor ki:

“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an:

«Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)

MÜNAFIKLARIN İHANETLERİ VE MESCİD-İ DIRAR

Dönüş başladığında münâfıklardan bir grup, geceleyin geçilecek olan dar bir bo­ğazda Allâh Resûlü’ne suikast plânlamışlardı. Hazret-i Peygamber, bundan haberdâr oldu ve Huzeyfetü’l-Yemânî’yi onların üzerine gönderdi. Huzeyfe de oraya varıp:

“–Ey Allâh düşmanları! Çekilin!” diye haykırarak münâfıkların hepsini dağıttı. (Ahmed, V, 453)

Fakat Allâh Resûlü’nü, münâfıkların ikinci bir tuzağı daha beklemekdeydi. İslâmiyetin kökleşmesiyle birlikte Medîne ve Mekke’den ayrılan Ebû Âmir Fâsık adında Hazrecli bir Hıristiyan, Bizans’a sığınmış, durmadan münâfıkları kışkırtıyordu. Bu fesat kazanının irtibat noktası olarak da Kubâ Mescidi’nin biraz aşağısında bir mescid inşâ et­mişlerdi. Bu, meşhûr Dırâr Mescidi idi...

Yapmayı düşündükleri bir suikast için de Resûlullâh’ı, Tebük Seferi’nden önce buraya dâvet etmişler, ancak O’nun:

“–Sefer dönüşünde inşâallâh!” demesi üzerine İslâm ordusunun dönüşünü bekle­meye başlamışlardı.

Allâh Resûlü Medîne’ye bir konak mesâfesi yaklaştıklarında, Hazret-i Cebrâîl geldi ve zâhirde bir mescit olarak kurulan bu fitne yuvasının içyü­zünü haber verdi. Böylece, mescide karşı mescidle, dîne karşı dîni kullanmakla Allâh Resûlü’ne, dolayısıyla bütün Müslümanlara karşı münâfıklar tarafın­dan hazırlanan bu tuzak, maksadına ulaşamadı. Çünkü Cenâb-ı Hak, açık bir şekilde bu hakîkati bildirmekteydi:

(Münâfıklar arasında) bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allâh ve Resûlü’ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve; «(Bununla) iyilikten başka bir şey isteme­dik!» diye mutlakâ yemîn edecek olanlar vardır. Hâlbuki Allâh, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. (Ey Resûlüm!) Onun içinde (Dırâr Mescidi’nde) aslâ namaz kılma! İlk günden takvâ üzerinde kurulan mescid içinde (Kubâ Mescidi’nde) namaz kılman elbette daha doğ­rudur. Onun içinde temizlenmeyi sevenler vardır. Allâh da temizlenenleri sever.” (et-Tevbe, 107-108)

Allâh Resûlü, emr-i ilâhî mûcibince hareket etti ve Medîne’ye vardıklarında Dırâr Mescidi’ni yaktırdı. (İbn-i Hişâm, IV, 185)

Bu sefer mesele sâdece nifakla kalmamış, açıkça bir tuzak ve komplo mâhiyetini almıştı. Bu sebeple münâfıkların maskesinin yırtılması ve mescid diye yaptıkları hîle evinin yıkılması lâzımdı.

KÜÇÜK CİHADDAN BÜYÜK CİHADA

Allâh Resûlü’nün iştirâk ettiği son sefer olan Tebük, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslâm ordusu bin kilometre gitmiş ve dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırlarken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine ya­pışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Resûlullâh onlara:

“−Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdular. Ashâb hayretler içinde:

“–Yâ Resûlallâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dedikle­rinde Hazret-i Peygamber:

“–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz!” buyurdu­lar. (Süyûtî, II, 73)

Nefs cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalp, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.

Resûlullâh’ın Medîne’ye gelişiyle birlikte bütün halk heyecanla O’nu ve İslâm ordusunu karşıladılar. Çocuklar da Varlık Nûru Efendimiz’i Seniyyetü’l-Vedâ’da karşılamak üzere yollara dökülmüşlerdi.[13]

TEVBELERİ GERİ BIRAKILAN ÜÇ SAHABİ

Erkeklerden Medîne’de kalıp Tebük Seferi’ne iştirâk etmeyen üç grup vardı:

  • Mâzeretliler: Bunlar, daha evvel âyet-i kerîmede beyân edilen kimseler olup istedikleri hâlde se­fere iştirâk edemeyenlerdir ki, bunlar için Allâh Resûlü, İslâm ordusuna:

“Medîne’de öyle gruplar var ki, gittiğimiz hiçbir yer ve geçtiğimiz hiçbir vâdi yoktur ki, onlar da bizimle birlikte bulunmuş olmasın! (Çünkü) onları özürleri geri bırakmıştır.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 81; Müslim, İmâre, 159)

Nitekim bir başka hadîs-i şerîfte de:

“Ameller niyetlere göredir!..” buyrulmaktadır. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1)

  • Münâfıklar: Bunlar, birçok sebebin yanında Hazret-i Peygamber’in bu seferden dönemeyeceğini sanıp da orduya iştirâk etmeyenlerdi. Ancak Hazret-i Peygamber’in sağ sâlim büyük başarılarla döndüğünü gör­düklerinde, koşup huzûruna vardılar ve bin bir yalan söyleyerek özür dilediler. Sayıları seksen kadar olan bu münâfıklar hakkında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

(O münâfıklar) mutlakâ sizden olduklarına dâir Allâh’a yemîn ederler. Hâlbuki on­lar, sizden değillerdir; fakat onlar, (kılıçlarınızdan) korkan bir topluluktur. Eğer sığınacak bir yer, ya da (barınabilecek) mağaralar veya (girebilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (et-Tevbe, 56-57)

(Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyân edecekler. De ki: «(Boşuna) özür dilemeyin! Size aslâ inanmayız! Çünkü Allâh, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allâh da görecektir, Resûlü de. Sonra gaybı ve şehâdeti (gizli âşikâr her şeyi) bilen (Allâh’a) döndürüleceksiniz de (O), yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.» Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden vazgeçmeniz (onları cezâlandırmamanız) için Allâh adına yemîn edecekler. Artık onlardan yüz çevirin! Çünkü onlar, murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer ce­hennemdir!” (et-Tevbe, 94-95)

Bu âyet-i kerîmelere binâen münâfıklar, İslâm toplumundan artık tecrîd edilmiş ol­dular ve kendilerine “murdar” sıfatı verilerek Müslümanlardan sayılmadılar. Ayrıca İslâm için yapılacak her türlü cihâddan da menedildiler.

  • Mâzeretsizler: Bunlar da iki gruptur:

Bunlar, herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayanlardır. Ancak bu kimseler, Allâh Resûlü henüz Tebük’ten dönmeden evvel hatâlarını anlayarak son derece nâdim oldular. Öyle ki, yaptıkları yanlış hareketin bir cezâsı olarak kendilerini câminin direklerine bağ­ladılar ve Allâh Resûlü çözmedikçe, bu şekilde bağlı kalacak­larına yemin ettiler. Resûlullâh seferden dönüp de onların durumlarını öğrenince:

“Ben de haklarında emir alıncaya kadar onları çözmeyeceğime yemin ederim.” bu­yurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Diğerleri ise günahlarını îtirâf ettiler; sâlih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırmış­lardı. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allâh, onların tevbelerini kabûl eder. Allâh, Gafûr (ve) Rahîm’dir.” (et-Tevbe, 102)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Resûlullâh, piş­manlıklarından kendilerini direklere bağlayan bu sahâbîleri çözdü.

Bunlar da herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayan, ancak evvelden pişman olup kendilerini direklere bağlayan ashâ­bın dışında kalan üç sahâbîdir. Şâir Ka’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye adlarındaki bu üç sahâbî, münâfıklar gibi yalan söylemediler. Onlar, Allâh Resûlü’ne mâzeretsiz olarak harbe iştirâk etmediklerini beyân ettiler. Yaptıklarına son derece pişman olduklarından dolayı da târifsiz bir nedâmet içinde huzûr-i Peygamberî’de af dilediler.

İlâhî emirlere riâyet husûsunda büyük bir rikkat sâhibi olan Allâh Resûlü, bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahy-i ilâhînin gelmesini beklediğinden, onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da aynı şekilde hareket etti.

Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Ka’b hâriç, diğer ikisi Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Bunun içindir ki şu an, Tebük’e iştirâk etmemekle içine düş­tükleri hatâ yüzünden kendilerine uygulanan tavır karşısında dünyâ, gönüllerine dar gel­mekteydi. Hele Allâh Resûlü’nün selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi netîcesinde, âdeta yeryüzü kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden onlar da gece-gündüz ağladılar. Eriyen bir muma döndüler. Hatâ yapmışlardı, ama ihlâs, doğruluk, sadâkat, samîmiyet, teslîmiyet, nedâmet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve samîmî bir şekilde tevbe et­melerinin bir mükâfâtı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular:

“Ve Allâh, (haklarındaki hüküm) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabûl etti). Yeryüzü, olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihâyet Allâh’tan (O’nun azâbından) yine Allâh’a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamış­lardı. Sonra eski hâllerine dönmeleri için Allâh, onların tevbelerini kabûl etti. Çünkü Allâh, tevbeyi çok kabûl edendir, Rahîm’dir. (O hâlde) ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 118-119)

Hazret-i Peygamber, Ka’b bin Mâlik’e bu müjdeli ha­beri şöyle bildirmiştir:

“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesut bir günle müjdele­rim!..”[14]

Ka’b bin Mâlik de Allâh’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak:

“–Yâ Resûlallâh! Ben de Allâh ve Resûlü’nün rızâsı için malımın hepsini sadaka et­mek istiyorum!” dedi. Ancak Allâh Resûlü:

“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyur­dular.

Ka’b bin Mâlik:

“–Öyleyse Hayber’deki hissemi alıkorum. Ey Allâh’ın Resûlü! Allâh beni bu bâdi­reden yalnızca doğruluğum sebebiyle kurtardı. Artık ben bundan böyle, hayâtım boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim!..” dedi.

Ka’b şöyle der:

“Allâh’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nîmet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemem, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allâh Teâlâ, Tebük Seferi’ne katılmayıp da (mâzeret uydurarak) yalan söyleyenler hakkında, hiç kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek şöyle buyurdu:

«…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler...» (et-Tevbe, 95)” (Buhârî, Meğâzî 79, Vesâya 16, Cihâd 103; Müslim, Tevbe 53, Müsâfirîn 74)

Bu üç sahâbî, Allâh Resûlü ile bütün gazvelere katıldık­ları hâlde, sâdece bir gazveden geri kaldıkları için bu kadar ağır bir cezâya dûçâr oldular. Bu hâ­dise, mâzeretsiz bir şekilde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin ve Allâh yolundaki tevhîd mücâdelesinin dışında kalanlara ne büyük bir îkazdır.

Hakîkaten ne ibretlidir ki, bir insan, sahâbe sıfatını hâiz bulunacak, İslâm’ın en zayıf zamânında başta Bedir olmak üzere birçok muhârebelere iştirâk edip ölümle yüz yüze gelmiş olacak, sonra da Tebük gibi meşakkatli, fakat muhârebesiz bir sefere mâzeretsiz katılmamaktan dolayı bu derecede ağır bir muâmeleye mârûz kalacak!.. Bunda akıl ve iz’ân sâhipleri için ne müthiş bir ders ve ibret ile birlikte ne korkutucu bir mânâ mevcuttur. Her devirde olduğu gibi zamânımızda da İslâm’ın galebesini sağlamak için bir mücâdele vermek îcâb ettiği dikkate alındığında, bu mücâ­delede çeşitli sebeplerle ağır davranıp ihmâlkârlık gösterenlerin durumları ne hazîndir. Bedir Gazvesi’nde bulunup Bedir gâzîsi olanlar, böyle bir ihmâli bu derece pahalı öderlerse, ya bizim gibi insanların hâli nice olur, diye düşünmek ve Allâh Teâlâ’nın emri mûcibince sâdıklarla berâber olmaya gayret etmek lâzımdır.

Allâh Teâlâ mü’minlerin dâimâ müsbet tesirlere muhâtab olmaları ve menfî tesirlerden korunabilmeleri için sâdıklarla berâber olmalarını emretmiştir. Îmanlarında, ahitlerinde, hak dîne olan bağlılıklarında, gerek niyet gerek söz veya fiil olarak, yâni her hususta doğru ve dürüst kişilerle berâber olmayı, onlarla yakınlık kurmayı, onların tarafını tutmayı, hâsılı onlardan ayrı kalmamayı emretmiştir. Yeryüzünün gönle dar gelmemesi, vicdanların sızlamaması ve Allâh’ın azâbından kurtularak O’nun rızâsına nâil olabilmek için bu zarûrîdir. Sâdıklarla berâber olmanın faydasını, şâir ne güzel ifâde etmiştir:

İmhâya çalışırlar yalnız olunca diken,

Lâkin sulanır gülle berâber iken…

Bu emrin Tebük Gazvesi’nde, yâni zorluk seferinde vâkî olması oldukça mânidârdır. Sâdece rahatlık zamanlarında değil, sâdıklar meşakkatlere katlanırken ve Allâh yolunda cihâda giderken de onlarla birlikte olmak lâzımdır. Sâdıkların katlandıkları zorluklara göğüs germek, onların izinden gitmek, gerilerinde kalmamak gerekmektedir.

Umûmiyetle Tebük Seferi hakkında nâzil olan Tevbe Sûresi’nde, ağırlıklı olarak Allâh yolunda mal ve nefisle cihâdın ehemmiyeti üzerinde durulur. Zîrâ mal ve canla cihâd Müslümanların dindeki sadâkatlerinin en büyük delîlidir. Bu aynı zamanda mü’min ile münâfık arasındaki farkı da ortaya koyar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allâh, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh’ın kendi üzerine aldığı bir vaaddir. Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

Diğer bir mühim husus da şudur ki, her asırda Müslümanlar için en büyük tehlike münâfıklardır. Tebük Gazvesi ve Tevbe Sûresi bu husûsu en açık bir şekilde ortaya koymuş ve Müslümanları îkâz etmiştir.

Sâatü’l-Usre’den anlaşıldığına göre bir Müslüman, aslâ rahata ve zevk u safâya meyletmemeli, karşılaştığı her türlü zorlukla mücâdele ederek Allâh yolunda ilerlemekten geri kalmamalıdır.

YERİN GÖĞÜN HAZİNELERİ ALLAH’A AİTTİR

Kâfirlerin bütün gayretlerine rağmen Allâh, dînini hâkim kılmış ve mü’minleri on­lara karşı gâlib eylemişti. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın, Resûlü’ne ve kendi yolunda ihlâs ve samîmiyetle yürüyen mü’minlere âit ilâhî bir vaadi idi. Dolayısıyla, Allâh düşmanları istemese de bu hakîkat elbette gerçekleşecekti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Onlar (îmânı hazmedemeyenler): «Allâh’ın elçisi yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki, dağılıp gitsinler!» diyenlerdir. Oysa yerlerin ve göklerin hazîneleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7)

Gerçekten, asırlardan beri kâfirler tarafından Müslümanların iktisâdî gücü zayıflatıl­maya gayret edilse dahî, yerin ve göğün hazîneleri Allâh’a âit olduğu için Cenâb-ı Hak, mü’minlere büyük ihsanlarda bulunmuş, maddî ve mânevî ordularını seferber ederek kısa zamanda onları zaferlere nâil eylemiş ve kâfirleri de hezîmete dûçâr kılmıştır.

İslâm târihine bakıldığı zaman, Allâh’ın yardımı sâyesinde mü’minlerin, çok az bir güçle büyük muvaffakıyetler elde ettiği görülür. Bedir, Mûte, Endülüs, Malazgirt ve bir­çok zaferler bu hakîkatin birer misâlidirler. Diğer taraftan bütün dünyâya “i’lâ-yı kelime­tullâh”ın imzâsını atan muhteşem Osmanlı Devleti’ni de 400 atlı kurmuştur.

Bu da gösteriyor ki Müslümanlar, ihlâsları ölçüsünde muvaffak olmaktadırlar. Yâni ihlâsını kaybeden gücünü kaybeder; ihlâstan ayrılmayan da kuvvet ve kudrette yenilmez hâle gelir. Böyle olunca, İslâm düşmanları ne yaparsa yapsınlar, Müslümana nihâî noktada hiçbir zarar ve­remezler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bu ilâhî sıyâneti şöyle haber vermektedir:

“…(Ey mü’minler!) Eğer (başınıza gelen sıkıntılara aldırmayıp Allâh’ın dînini yaşamak husûsunda) sabır (ve sebât) eder ve ittikâ ederseniz, (yâni hem takvâ üzere Allâh’a sığınır, hem de gerekli tedbirleri alarak korunursanız) onların hîle ve tuzağı size hiçbir zarar vere­mez! Çünkü Allâh, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 120)

Nitekim Asr-ı Saâdet ve İslâm târihi, bu âyet-i kerîmenin sayısız tecellîsine şâhittir.

İBADETSİZ DİNDE HAYIR YOKTUR!

Allâh Resûlü, hedeflenen fetihleri tamamlayıp Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reisi Urve bin Mesut, nefes nefese arkalarından gelmiş ve müslüman olmuştu. Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye baş­ladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen Hazret-i Peygamber’i bile taşlayan bu insanların Urve’ye karşı tavrı daha da sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehît ettiler.[15]

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Hevâzin reisi Mâlik’e Tâiflileri sıkıştır­ması için emir verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi üzerine kalelerinde mahsur kalarak dışarı çıkamayan Tâifliler, nihâyet iyice usandılar ve kabî­lenin ileri gelenlerini Medîne’ye gönderdiler.[16]

Resûlullâh, Sakîf heyetini, kalpleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti.[17] Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinlemekte ve Müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler.[18]

Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber, onların bu tekliflerini:

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabûl edilmeyince de; “Bâri bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabûl edilmedi. Nihâyet çâresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmak­tan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Resûlullâh da; “İllâ siz yıkın!” diye ısrâr etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi.[19] Ne gariptir ki put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat İslâm’ın yüceliğini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, cümlesi hâlis birer Müslüman olup putların isimlerini dahî tamâmen unuttular.

Böylece, Allâh Resûlü’nün Mekke devrinin 9. yılındaki Tâiflilerin zulmüne mukâbil onların hidâyeti için yapmış olduğu merhamet şâhikasının bir ifâdesi olan duâsı, Hak katında makbûl olarak tahakkuk etmiş oldu.

Sakîf temsilcilerine İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Fahr-i Kâinât, Ramazân’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da onlara emretti. Bilâl-i Habeşi, onların sahur ve iftar yemeklerini yanlarına götürürdü.[20]

Allâh Resûlü, kendisine gelen heyetlerle sabah-akşam ne zaman müsâit olursa gidip görüşür, meselelerini uzun uzun konuşurdu.[21] Sakîf heyetiyle de mûtad olarak her yatsı sonu buluşan Peygamber Efendimiz, bir keresinde ayakta konuşmaları bir hayli uzadığı için zaman zaman vücûdunun yükünü bir ayağına bindirerek diğerini dinlendirme ihtiyâcı hissetmişti.[22]

Sakîf temsilcilerinden Evs bin Huzeyfe şöyle anlatır:

“Resûlullâh bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi:

«–Yâ Resûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk.

Hazret-i Peygamber:

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu.

Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma:

«–Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk.

Onlar:

«–Biz sûreleri, ilk üçünü bir hizb, sonra devâmındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz.» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Ashâb-ı kirâm, Allâh Teâlâ’dan gelen bir ferman ve Resûlullâh’ın da emâneti olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. O’nu namazlarında okumakla birlikte, seyahat ve gazvelerde, sohbetlerde, gece namazlarında bol bol kıraat ederlerdi. Kur’ân’ın zevkine hiçbir zaman doyamazlar, O’nu okumadan bir gün bile geçirmezlerdi.[23] Günlerine Kur’ân ile başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hattâ Hazret-i Osmân, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti.[24]

Sakîf temsilcileri arasında Kur’ân-ı Kerîm’e iştiyâkı en fazla olan Osmân bin Ebi’l-Âs idi. Aralarında yaş bakımından en gençleri o olduğu için onu geride, hayvanlarının yanında bırakmışlardı. Temsilciler onun yanına dönüp öğle sıcağında uykuya daldıkları zaman, Osmân, Peygamberimiz’in yanına gelerek O’na dînî sorular sorar, Kur’ân-ı Kerîm dinler ve öğrenirdi. Böylece Allâh Resûlü’nden bâzı sûreleri okuyup ezberledi.

Temsilci arkadaşlarından önce gizlice bey’at edip Müslüman olan Osmân, Resûlullâh’ı meşgûl bulduğu zaman, ya Ebûbekir’e ya da Übey bin Ka’b’a gider, soracağını sorar, okumak istediğini okurdu. Onun bu hâli, Resûlullâh Efendimiz’in hoşuna gider ve kendisini severdi. Sakîf temsilcileri yurtlarına dönmek istediklerinde :

“–Yâ Resûlallâh! İçimizden birini bize imam tâyin et!” dediler. O da Osmân’ı, yaşca en gençleri olmasına rağmen onlara imam tâyin etti. (İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Sa’d, V, 508; Ahmed, IV, 218)

TEBÜK DÖNÜŞÜNDEN SONRAKİ DİĞER VAKALAR

Allâh Resûlü’nün Mısırlı Hazret-i Mâriye’den İbrâhîm adında bir oğlu dünyâya gelmişti. Hazret-i İbrâhîm, Tebük dönüşü hastalandı ve bir müddet sonra vefât etti. Allâh Resûlü buna çok üzüldüler. Mübârek gözlerin­den sessiz sessiz merhamet damlaları döküldü. Şöyle buyurdular:

“Göz ağlar, kalp de mahzûn olur, ancak biz Rabbimiz’in râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz! Vallâhi ey İbrâhîm! Biz senin firâkınla çok mahzûnuz!” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)

Resûlullâh bir taş getirilmesini emretti ve onu kabrin başına dikti. Hazret-i İbrâhîm’in kabri böylece bir alâmetle belirlendi. Kabrinin üzerine ilk defâ su serpilen de o oldu.[25]

Bu sırada güneş tutulmuştu. Ashâbdan bâzıları, bunu bir câhiliye âdeti olarak Hazret-i İbrâhîm’in vefâtına bağladılar. Hazret-i Peygamber ise hâdise esnâsında iki rekât namaz kıldı ve ashâbın bu düşüncelerini tasvîb et­mediğini bildirerek:

Güneş ve Ay Allâh’ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiç kimsenin ne ölümünden ne de hayâtından dolayı tutulur. Ay ve Güneş tutulması görünce Allâh’ı zikre koyulun ve namaz kılın!” buyurdular.[26] (Nesâî, Kusûf, 14)

Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etti. Allâh Resûlü, arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu.

Sahâbîler:

“−Yâ Resûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât:

“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz, 62-68; Ahmed, III, 319; IV, 7)

Sonradan Necâşî’nin gerçekten tam da Allâh Resûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi.

Şâban ayında da Hazret-i Peygamber’in mübârek kız­ları, Hazret-i Osmân’ın da zevce-i muhteremeleri olan Ümmü Gülsüm rahmet-i Rahmân’a kavuştu.[27]

Tebük Seferi’nden iki ay kadar sonra, yâni Zilkâde ayında münâfıkların reisi Abdullâh bin Übey’in fitne ve fesat dolu hayâtı nihâyete erdi. Onun ölümüyle münâfık hareketin temeli sarsıldı ve geride kalan diğer münâfıkların ekseriyeti, tevbe ederek hakîkî Müslümanlardan oldular.

O ölünce, oğlu Abdullâh, babasının vasiyeti üzerine Allâh Resûlü’ne gelip:

“–Yâ Resûlallâh! Abdullâh bin Übey öldü. Gömleğini ver de ona kefen yapayım. Cenâze namazını kıl ve onun için istiğfâr ediver!” dedi.

Hazret-i Peygamber sırtından gömleğini çıkarıp ona verdi, hazırlanınca da namazını kıldırdı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar, Allâh’ı ve peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 84) (Buhârî, Cenâiz, 23; İbn-i Mâce, Cenâiz, 31)

Fahr-i Kâinât’a niçin böyle yaptığı sorulunca:

“–Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, onu Allâh’tan gelecek azâba karşı korumaz! Fakat ben bu sâyede onun kavminden bin kişinin müslüman olmasını umuyorum.” buyurdu.

Nitekim Abdullâh bin Übey’in böyle Allâh Resûlü’nün gömleğinden ve üzerine kılacağı namazdan şifâ ve şefaat dilemiş olduğunu gören Hazreclilerden bin kişi, müşrikliği bırakarak Müslüman oldular.[28]

ELÇİLER YILI

Mekke fethedilmiş, Huneyn Harbi kazanılmış, Tâif halkı muhâsaradan bir yıl sonra Müslüman olmuş ve bu esnâda yapılan zorlu Tebük Seferi de muvaffakıyetle netîcelen­mişti. Artık Arabistan yarımadasında İslâmiyet’in önünde engel teşkîl edecek hiçbir mânia kalmamıştı.

Böylece İslâm’ın ihtişam ve ulvîliğini doğru bir şekilde tanıma imkân ve fırsatı bulan Arabistan kabîleleri, Allâh Resûlü’ne heyetler göndere­rek bağlılıklarını sunmaya başladılar. Yemen, Hadramevt, Bahreyn, Ammân, Sûriye ve Îran hudutlarından gelen bu heyetler, ya Müslüman olmak, ya da İslâm Dîni’ne gir­diklerini haber vermek için geliyor ve Allâh Resûlü’nden kendilerine İslâm’ı öğretecek muallimler, mürşidler istiyorlardı.

Gelen heyetlerin İslâm’ı Resûlullâh’tan bizzat öğrenip hemen dönerek kabîlelerine anlatmalarına güzel bir misâl, Benî Tücîblilerdir. Bunlardan on üç kişilik bir heyet, Allâh Resûlü’nün yanına geldiler. Zekât mallarını da yanlarında getirmişlerdi. Onların bu tavrı Peygamber’in pek hoşuna gitti. Heyete:

“–Hoş geldiniz!” buyurdu. Bilâl-i Habeşî’ye onları en iyi bir biçimde ağırlamasını emretti. Benî Tücîb heyeti:

“–Yâ Resûlallâh! Mallarımızdaki Allâh’ın hakkını Sana getirdik.” dediler.

Allâh Resûlü:

“–Onları geri götürüp fakirlerinize dağıtınız.” buyurdu.

Heyet:

“–Yâ Resûlallâh! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını Sana getirdik.” dediler.

Hazret-i Ebûbekir:

“–Yâ Resûlallâh! Arap heyetleri içinde, doğrusu şu Tücîb heyeti gibisi yoktur.” dedi.

Resûl-i Ekrem:

“–Hidâyet Allâh Teâlâ’nın elindedir. Allâh, hayrını dilediği kimsenin kalbini îmâna açar!” buyurdu.

Tücîb heyeti, Peygamberimiz’e Kur’ân’dan ve sünnetten birtakım şeyler sordular. Sordukları şeylerin cevapları yazılarak kendilerine verildi. Bu gayretleri sebebiyle Âlemlerin Efendisi’nin onlara rağbeti ve alâkası arttı. Heyet, birkaç gün kaldıktan sonra gitmek istediler. Kendilerine:

“–Niçin acele ediyorsunuz?” denildi.

“–Geride kalan kavmimizin yanına dönüp Resûlullâh’tan gördüklerimizi ve sorup öğrendiklerimizi onlara anlatacağız.” dediler. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştılar. Allâh Resûlü onlara Bilâl-i Habeşî’yi gönderdi. Hediyelerinin verilmesini emretti, diğer heyetlere verilenden daha çok ihsanda bulunulmasını söyledi. (İbn-i Sa’d, I, 323; İbn-i Kayyım, III, 650-651)

Resûlullâh, heyetlerin Medîne’de bir müddet kalmalarını isteyerek, onların Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini, bizzat kendisinin tatbîkâtını müşâhede ederek İslâm’ı kavramalarını sağlamıştır. Meselâ Abdü’l-Kays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misâfir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dînî mâlumâtı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tembihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnûn olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnûniyetlerini ifâde ettiler. Sonra Allâh Resûlü heyettekileri, dîni daha rahat öğrenebilmeleri için ashâbın evlerine birer ikişer dağıttı. Ashâbın gayreti ve Abdü’l-Kays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti.[29]

Bu şekilde İslâmiyet, gün geçtikçe bütün Arabistan’a yayıldı. İnsanlar fevc fevc ge­lerek İslâm’a girmekteydiler. Medîne, her gün yeni gelen misâfirlerle dolup taşı­yordu. Allâh Resûlü de, gelenleri en güzel bir şekilde karşılı­yor, onlara izzet ve ikramda bulunarak, hepsinin hâline, tavrına ve âdetlerine göre kendi­leriyle sohbetler ediyor, bulundukları bölgelerin durumu hakkında bilgi alıyor, taleplerini dinleyip sorularını cevaplıyor, meselelerini hallediyor, gönüllere İslâm’ın nûr, huzur ve sürûrunu nakış nakış işliyordu.[30]

Artık eski çileler, yerini bereketli bir lutfa terk etmişti. Nitekim Allâh Teâlâ, kendi katından olan bu lutfun şükrünün edâ edilmesi husû­sunda Hazret-i Peygamber’e ve O’nun şahsında bunun çile­siyle yoğrulmuş bulunan mü’minlere şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların fevc fevc (grup grup) Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabûl edendir.” (en-Nasr, 1-3)

Hicretten sonra dokuzuncu yılda gerçekleşen İslâm’ın Arabistan’da bu şekilde hızla yayılması ve Medîne’ye dîn-i mübîni öğrenmek için fevc fevc kabîle elçilerinin gelmesi münâsebetiyle bu yıla “elçiler yılı” denildi.

HAC FARİZASI

Hicretin dokuzuncu yılına kadar hac, Hazret-i İbrâhîm’in (a.s.) Hanîf dî­nine göre îfâ edilmekle birlikte, içine müşrikler tarafından birçok yanlış uygulamalar da karıştırılmıştı. Bu yıl ise Allâh Resûlü, Hazret-i Ebûbekir’i hac emîri yaparak İslâmî haccı Müslümanlara öğretmesi için üç yüz kişilik bir kâfile ile Mekke’ye gönderdi. Kendisi onuncu sene hac yapacağını bildirdi. Kurbanlık olmak üzere boyunlarına nişan taktığı yirmi deveyi de onlarla birlikte gönderdi.

Hazret-i Ebûbekir, hac kâfilesiyle yola çıktığı sırada Tevbe (Berâe) Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil oldu. Böylece putlardan temizlenmiş olan Allâh’ın Beyti’nin müşriklerden temizlenmesi emredildi. Zîrâ o vakte kadar müşriklerin Kâbe’de ibâdet etmelerine karışılmamıştı. Ancak aslî hüviyetini kazanmış olan Kâbe-i Muazzama’da, müşriklerin el çırparak ve çıplak bir şekilde gayr-i ahlâkî olarak kendilerine göre ibâdet etmeleri, tevhîd açısından uygun düşmüyor, halk arasında da karışıklığa sebe­biyet veriyordu. İşte Berâe Sûresi’nin bu sırada inen âyetleri, Kâbe’de tevhîde karşı yaşa­nan hürmetsizliğe son veren âyetler oldu. Allâh Teâlâ buyurur:

“Allâh ve Resûlü’nden kendileriyle muâhede yapmış olduğunuz müşriklere bir ih­tar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın! İyi bilin ki siz, Allâh’ı âciz bıra­kacak değilsiniz; Allâh ise kâfirleri rezîl (ve perişan) edecektir. Bu, Allâh ve Resûlü’nden Hacc-ı Ekber gününde insanlara bir îlândır. Allâh ile Peygamberi, müşriklerden uzaktır (her türlü alâkasını kesmiştir). Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allâh’ı âciz bırakacak değilsi­niz. (Ey Rasûlüm!) Kâfirlere elem verici azâbı müjdele! Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan), hiç­bir şeyi eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların muâhedesini, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız! Allâh, muttakîleri sever!” (et-Tevbe, 1-4)

“Ey îmân edenler! Müşrikler ancak necistir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar! Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allâh dilerse, sizi kendi lutfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allâh, Alîm’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 28)

Allâh Resûlü, bu âyet-i kerîmeleri îlân etmesi için Hazret-i Ali’yi, Hazret-i Ebûbekir’in arkasından Mekke’ye gönderdi.

Hazret-i Ali, bayramın birinci günü Akabe Cemresi yanında ayağa kalkarak, Allâh Resûlü’nün kendisine verdiği bu vazîfeyi, bir hutbe îrâd ederek yerine getirdi. Tevbe Sûresi’nden belli miktarda âyetler okuduktan sonra, Resûlullâh’ın hulâsa ettiği şu dört maddeyi bütün herkese du­yurdu:

  • (Herkes bilsin ki), cennete ancak mü’minler girebilecektir.
  • Kâbe, hiçbir zaman çıplak olarak tavâf edilmeyecek, (müşriklerin bu şekilde ihdâs ettikleri bid’atlerine son verilecektir.)
  • Bu yıldan sonra hiçbir müşrik Beytullâh’a yaklaşmayacaktır.
  • Yalnız Allâh Resûlü ile muâhede yapmış olup buna sâdık kalan müşrikler hakkında, belirlenen müddet bitene kadar antlaşma maddeleri geçerli kalacaktır.

Bu yıldan sonra, artık hiçbir müşrik hacca gelmemiş ve Kâbe, çıplak olarak tavâf edilmemiştir.

Bu yıldan sonra, şirkin, kendilerini düşürdüğü bedbahtlığın farkına varan son müş­rikler de nihâyet îmânı tercîh etmişlerdir.

Bu yıldan sonra, Kâbe-i Muazzama, putlardan temizlendiği gibi müşriklerden de temizlenmiş olarak Allâh Resûlü’nün yapacağı büyük hac için hazır hâle gelmiştir.[31]

Dipnotlar:

[1] İbn-i Sa’d, II, 165; Buhârî, Tefsîr, 66/2. [2] Vâkıdî, III, 993-996; İbn-i Sa’d, II, 165. [3] İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994. [4] Buhârî, Meğâzî, 78. [5] Vâkıdî, III, 1002; İbn-i Sa’d, II, 166. [6] Vâkıdî, III, 992. [7] Sadaka âyeti, büyük çoğunluğu Tebük’le alâkalı olarak inzâl buyrulan Tevbe Sûresi’nin 103. âyetidir: (Resûlüm!) Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tezkiye edersin. Bir de haklarında hayır duâ et. Çünkü Sen’in duân onlar için sekînet kaynağıdır. Allâh işitendir, bilendir.” [8] İbn-i Hişâm, IV, 171. [9] İbn-i Mâce, Tahâret, 45; Ahmed, VI, 27. [10] İbn-i Hişâm, IV, 177. [11] Hâllerin eşyâya in‘ikâsına dâir bir misâl de şöyledir: Japon bilim adamı Masaru Emoto, donmuş su kristalleri üzerinde yaptığı araştırmada, bunların düzgün, estetik ve altıgen şekillerden meydana geldiğini ve bu kristallerin insan eli değmemiş tabiî kaynak sularında, insanı büyüleyecek kadar düzgün ve güzel şekle sâhip olduğunu fark etmiştir. İki ayrı kaba bu sulardan alarak deney yapmıştır. Üzerine sevgi, şefkat, duâ ve minnettarlık ifâdelerinin fısıldandığı birinci kaptaki suyun kristallerinin tabiî ihtişâmını koruduğunu; üzerine hakâret içeren sözlerin ve “şeytan” lafzının söylendiği suyun kristallerinin ise parçalanmış olduğunu ve bütün estetik husûsiyetlerini kaybederek şekillerinin bozulduğunu görmüştür. Aynı deneyde sular, güzel ve hoş mûsikîye ve rahatsız edici çirkin ritimlere de farklı tepki vermiştir. Masaru Emoto ulaştığı bu hakîkati te’yîd için benzer bir incelemeyi ayrı kavanozlara konulmuş haşlanmış pirinçler üzerinde de yapmıştır. Birinin içine “teşekkür” diğerinin içine “aptal” yazan kağıtların bırakıldığı kavanozlara bir ay boyunca bu sözler telaffuz edildiğinde birinci kavanozdaki pirinçlerin beyazlığını ve tâzeliğini koruduğunu diğer kavanozdaki pirinçlerin ise karararak kötü kokular neşrettiğini keşfetmiştir. (Safvet Senih, “Su Kristallerinin Sırrı”, Sızıntı, Aralık 2002, sayı 287; M. Akif Deniz, İlk Adım, Şubat, 2003) [12] Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası kıssalardan oluşmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân kıssalarının ehemmiyetini bildirerek onlarda beyân edilen hakîkatleri tefekkür etmemizi, gerekli ibretleri almamızı ve bunları kendi hâlimizle mîzân etmemizi emretmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:(Resûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle Sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz…” (Yûsuf, 3) “…Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A’râf, 176) “And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik. ” (ez-Zümer, 27) [13] Buhârî, Cihâd, 196. [14] Verilen bu müjde üzerine Ka’b Varlık Nûru Efendimiz’in yanına gelirken, Talha bin Ubeydullâh hemen ona doğru koşup musâfaha yapmış ve onu tebrîk etmişti. Ka’b, onun bu samîmî davranışını ömrü boyunca unutmamıştır. [15] İbn-i Hişâm, IV, 194; Hâkim, III, 713/6579. [16] İbn-i Hişam, IV, 138, 195. [17] Ahmed, IV, 218. [18] Vâkıdî, III, 965. [19] İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968. [20] Vâkıdî, III, 968. [21] Hazret-i Ömer der ki: “Resûlullâh Müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla berâber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169) [22] Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 9/1393. [23] İbn-i Sa’d, III, 75-76. [24] Kettânî, II, 197. [25] İbn-i Sa’d, I, 144; İbn-i Abdilberr, I, 59. [26] Günümüzde de bâzı bölgelerde, Ay ve Güneş tutulması esnâsında namaz kılmak ve duâ etmek yerine davul çalmak, silâh atmak gibi davranışlar görülmektedir. Bu bid’at ve hurâfeye dayalı bir halk inancı olup İslâm’la hiçbir alâkası yoktur. Yine baykuşun ötüşünü uğursuz sayarak gözyaşı dökmek de aynı yanlış anlayıştan neş’et etmektedir. [27] İbn-i Sa’d, VIII, 38. [28] Aynî, VIII, 54; Diyarbekrî, II, 140-141. [29] Ahmed, III, 402. [30] Bkz. Nesâî, Umre, 5. [31] İbn-i Hişâm, IV, 201; Tirmizî, Hac, 44/871; Vâkıdî, III, 1077.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-İ Muhammed Mustafa, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.