Tebük Seferi İçin İnfak Seferberliği

Yazın sıcağında Bizans’a karşı yapılan Tebük seferi sırasında sahabenin gösterdiği müthiş infak örneği…

Sefere çıkılacağı zaman Allâh Resûlü ordunun ihtiyaçları için ashâbını önce infak seferberliğine çağırmıştı. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir azim ve îman vecdi içinde fânî ve dünyevî bütün menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir in­fak ve fedâkârlık yarışına girdiler.

SAHABENİN İNFAKI

Hazret-i Ebûbekir malının tamâmını getirdi. Hazret-i Peygamber’in:

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından fayda­lanmadım...” ifâdesi karşısında, gözyaşları içinde kalan Ebûbekir:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Resûlallâh?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hazret-i Peygamber’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu te’yîd etti.

Allâh Resûlü’nün:

“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebubekir?” suâline de büyük bir îman vecdiyle:

“–Allâh ve Resûlü’nü (bıraktım yâ Resûlallâh)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

Hazret-i Ömer, malının yarısını getirmişti. Bu defâ infak husûsunda Hazret-i Ebûbekir’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.

Hazret-i Osmân da, 300 deveyi tam techîzatlı bir şekilde hazırlaya­rak orduya hibe etti ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber onun hakkında da:

“–Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) buyurarak, büyük bir muhabbetle onu iltifât-ı nebevîsine mazhar kıldı.

Ayrıca Hazret-i Osmân’ın âilesi de bütün mücevherlerini Allâh yolunda infâk etti. Bütün hanım sahâbîler de, ne kadar takıları ve ziynet eşyâları varsa, Hazret-i Peygamber’in önüne getirdiler.[1] On bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkarttı. Bu kanlı küpeleri Allâh Resûlü’nün önüne koydu.

Zengin olmayıp da bir şey bulamayan sahâbîler bile mal ve candan fedâkârlık yapabilmenin heyecânı içindeydiler. Bunlardan Ebû Akîl, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. Resûl-i Ekrem:

“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

Münâfıklar ise bu tür bağışları dillerine dolayıp Ebû Akîl’i de riyâkârlıkla suçladılar. Ukbe bin Amr şöyle der:

“Sadaka âyeti[2] nâzil olunca, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine:

«Sadaka husûsunda mü’minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden baş­kasını bulamayanları çekiştirip alay edenler var ya, Allâh, işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.» (et-Tevbe, 79) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

Hadîsin değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokça para getiren zât, Abdurrahmân bin Avf; bir ölçek getiren zât da Ebû Akîl idi.

Yine fakir Müslümanlardan Ulbe bin Zeyd, gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki beni, üzerine binip Resûlün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sâhip kılmadın! Resûlü’nün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın! Ben her zaman mal, beden ve eşyâdan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum!”

Sabah olunca Resûlullâh’ın yanına gelip:

“–Yâ Resûlallâh! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyâmı tasadduk ediyorum! Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkım helâl olsun!” dedi.

Resûlullâh; aşk, muhabbet ve sehâvetle dolu olduğu kadar, af ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sâdece:

“–Allâh sadakanı kabûl etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün de ona:

“–Ben senin sadakanı kabûl ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabûl olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Münâfıkların bir kısmı, hâlâ Müslümanlardan îmânı zayıf olanları tesir altına alıp harbe katılmalarına mânî olabilmek için çaba gösteriyorlardı. Bunlar, Süveylim adında bir Yahûdînin evini merkez edinmişlerdi. Bunu haber alan Resûlullâh, Hazret-i Talha’yı birkaç sahâbî ile göndererek Süveylim’in evini yaktırdı. Böylece münâfıklar dağılarak bir daha bu tür bir teşebbüse cür’et edemediler.[3]

Diğer taraftan, münâfıkların yaptıkları bu hareketler dolayısıyla inen îkâz âyetleri üzerine, gönüllerini ilâhî azâbın korkusu saran mü’minlerin hepsi topyekûn harbe iştirâk etmişti. Öyle ki, Medîne-i Münevvere bomboş kalmıştı. Ancak savaş uzun sürebilir, bu arada devlet merkezinde meydana gelebilecek hâdi­seler sebebiyle devletin ayakta durması güçleşebilirdi. Din zayıflar, ordunun maîşet te­dâriki de sağlanamazdı. Ayrıca milletlerin varlığını sürdüren beyin tabakası bir grubun olmaması, devletin çöküşüyle netîcelenebilirdi. Buna mahal vermemek için harbe iştirâk husûsunda Allâh Teâlâ bir ölçü bildirdi:

“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesimin­den bir grup dinde (dînî ilimlerde) tefakkuh (geniş ve derin bilgi elde etmek) ve kavimleri (harpten) döndük­lerinde onları îkâz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (et-Tevbe, 122)

Bu emr-i ilâhî mûcibince Allâh Resûlü, cephe gerisinin emniyeti için Hazret-i Ali ile Muhammed bin Mesleme’yi Medîne’de bıraktılar.

Dipnotlar:

[1] Vâkıdî, III, 992.

[2] Sadaka âyeti, büyük çoğunluğu Tebük’le alâkalı olarak inzâl buyrulan Tevbe Sûresi’nin 103. âyetidir:

(Rasûlüm!) Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tezkiye edersin. Bir de haklarında hayır duâ et. Çünkü Sen’in duân onlar için sekînet kaynağıdır. Allâh işitendir, bilendir.”

[3] İbn-i Hişâm, IV, 171.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

TEBÜK SEFERİ

Tebük Seferi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.