Surre-i Hümâyûn Alayları Ve  Hac Yolculuğu

Size bir teklifim olacak; gelin oturup ecdâdın unutulmaz hizmetlerinden birindeki mükemmel işleyişin satır başlarını konuşalım. Her yıl kutsal topraklara sefer eden hac yolcuları ile Surre-i Hümâyûn kafileleri arasından süzülerek, geçmişin aydınlığından geleceğe umut devşirelim…

Surre, kelime olarak “içine para konulan kese veya cüzdan” demektir. Sure-i Hümâyûn ise, “dağıtımı hac zamanına yetiştirilmek üzere Osmanlı Padişahları tarafından Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Kudüs-i Şerif’teki kutsal mekânların görevlileri ile civarlarında bulunan yoksullara, âlimlere ve sâlihlere dağıtılmak üzere gönderilen para kesecikleri ve muhtelif hediyeler” demektir.

Tarihte surre, ilk defa Abbasi Halifesi el-Muktedir Billah zamanında gönderilmiştir. Osmanlı döneminde ise ilk surre Sultan Yıldırım Bayezid zamanında gönderilmiştir. Fatih Sultan Mehmed ise İstanbul’un fethinin Hicaz bölgesinde duyurulmasına hususi ehemmiyet vermiş ve saltanatı süresince kutsal bölgelere her yıl belli miktarda altın ve hediyeler göndermeye devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesinden itibaren Hicaz bölgesi Osmanlı’nın yönetimine geçmiş ve devam etmekte olan surre geleneği müesseseleştirilerek devlet politikası haline getirilmiştir.

SURRE-İ HUMAYUN HAZIRLIKLARI

Surre-i Hümâyûn geleneğini Mehmed Ali Paşa gailesi gibi mücbir sebepler dışında hiç aksatılmadan Devlet-i Âliye’nin son günlerine kadar devam ettirilmiştir. Hatta son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin Mekke-i Mükerreme, Medine ve Kudüs-i Şerif İngilizlerin himayesine girmesine ve 1919 ila 1922 yılları arasında devletin imkânları son derece kıt olmasına rağmen, bütün zorlukları aşarak uygulamayı sürdürmüştür.

Osmanlı sultanları kutsal bölgelere götürülen hizmetlerin aksatılmadan yürütülmesine ve zamanında yetiştirilmesine fevkalade önem vermişlerdir. Gönderilecek para kesecikleri ile diğer hediyeler her yıl tam vaktinde, hiç aksatılmadan temin edilirdi. Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerifine örtülen “Kisve-i Saadet” ile Kabe-i Muazzama’ya örtülen “Sitâre-i Ka’betullah” ve görevlilere giydirilecek hil’atler, peşgirler, nalınlar ve tahta kaşıklar büyük bir özenle, sayısınca hazırlanırdı. Bilhassa Kabr-i Saadet örtüsü ile Kabe örtüleri dualar ve salavatlarla dokunur, değişim esnasında mübarek mahallerin yıkanması için Isparta’dan hususi olarak gülsuyu getirilirdi.

Hazırlanan hediyeler her yıl belirlenen vakitte törenle saraydan çıkarılır ve ilk hareket noktası olan Üsküdar’a muhteşem törenlerle uğurlanırdı. Orada ise Surre-i Hümâyûn emini ve Üsküdar mutasarrıfının katıldığı bir heyetle Azîz Mahmud Hüdayi Dergahı’na, Doğancılar Mektebi’ne ve Karacaahmed Türbesi’ne uğranarak dualar edilirdi. Kafile bir gün Üsküdar’da konakladıktan sonra kuşluk vaktinde, hac kafilesiyle birlikte hareket ederdi.

Surre-i Hümâyûn’un güzergâhı şöyle idi: Surre Alayı Üsküdar’daki Ayrılık Çeşmesi’nden hareket ettikten sonra Kartal, Gebze, İznik, Lefke, Vezirhan, Söğüt, Eskişehir, Bolvadin, İshaklı, Akşehir, Ilgın, Ladik konaklarına uğrayarak Konya’ya varılırdı. Konya’dan hareketle İsmil, Karapınar, Ereğli, Ulukışla, Ramazanoğlu Yaylası, Gülek Boğazı ve Kütüklü konaklarından geçilerek Adana’ya ulaşılırdı. Adana’dan hareketle Misis, Kurtkulağı, Payas, Belek, Antakya, Zambakya, Şuur, Madik, Hama, Humus, İkikapılı, Nebek ve Kuteyfe menzilleri geçilerek Şam’a ulaşılırdı. Burada İran, Azerbeycan ve diğer doğu vilayetlerinden hacca gidecek kafileler Surre Alayı’na katılırdı. Şam ve civarındaki mukataalarla vakıflardan Haremeyn’e gönderilecek hediyeler de yine burada Surre’ye ilave edilirdi.

URBAN SURRESİ İLE GÜVENLİKLERİ SAĞLANIRDI

Kafile her vilayetin sınırına girişte ilgili vali, mutasarrıf veya bunların görevlendireceği kişilerce karşılanırdı. Sınırlarına girilen vilayet dahilinde kendilerine eşlik edecek askerî birlikler, bir önceki vilayetin kolluk kuvvetlerinden kafileyi teslim alırlardı. Vilayet merkezine gelişte kafilenin tamamına yetecek miktarda çadırlar kurulur ve her türlü ihtiyaçlarının karşılanması için önceden tedbirler alınırdı.

Buna rağmen, kabîlelerin etkin olduğu bazı bölgelerde müessif hâdiseler cereyân etmiştir. Hac yolcularının ve Surre-i Hümûyûn kafilelerinin yağmalanmasına cür’et edilmiş, mukaddes yolun yolcuları hunharca katledilmiştir. Ancak Osmanlı bu kabil hadiseleri, “bu asalete ancak böylesi yaraşır” dedirtecek tedbirlerle önlemeyi bilmiştir. Ve derhal Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere, Kudüs-i Şerif surrelerinin yanında bir de urbân surresi ihdas etmiştir. Bu da şöyle tatbik edilirdi; kafileler her kabîlenin sorumlu olduğu bölgeye girişinde, kabîle reisine padişahın mektubu ile birlikte hil’atler, çeşitli hediyeler ve kesecikler içinde altınlar takdim edilirdi. Böylece onların vereceği mihmandarlar eşliğinde sâlimen bölgeden geçilmiş olurdu…

Bu şekilde belirlenen yol takip edilerek, ilk önce Medine’ye varılır ve orada bir hafta kalınırdı. Surre emini ve Medine kadısı ile birlikte ulemânın huzurunda gönderilen hediyeler açılarak hak sahiplerine teslim edilirdi. Ravza-i Mutahhara’nın içi ve dışı Isparta’dan hususi olarak getirilen gülsuyu ile tekbirler ve salavatlar eşliğinde yıkanıp örtüsü değiştirilirdi. Mekke-i Mükerreme’de de aynı şekilde gönderilen hediyeler hak sahiplerine dağıtılır ve Sitare-i Kabetullah’ın değiştirilmesinde benzer merasimler icra edilirdi.

HAC KAFİLELERİ

Surre-i Hümâyûn 1517’den 1864 yılına kadar kara yoluyla develer ve katırlarla nakledilirdi. Yukarıda bahsettiğimiz güzergâh takip edildiği müddetçe kafile Receb ayının 12’sinde Üsküdar’dan hareket eder ve günlük ortalama 50 km. yol kat ederdi. Menzillerin arası yaklaşık bu kadar olacak şekilde belirlenmişti. Yolculuğun Şam’a kadar olan kısmında gündüzleri hareket edilip geceleri istirahat edilirdi. Şam’dan sonraki kısmında ise, coğrafi şartlar ve güvenlik sebebiyle geceleri hareket edilip gündüzleri istirahat edilirdi.

1864 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte Surre-i Hümâyûn ve hac kafileleri 1908 yılına kadar Paşakapısı Limanı’ndan hareket etmiştir. Bu tarihten sonra ulaşım kolaylaştığı için Surre-i Hümâyûn’un yola çıkma tarihi 15 Şaban’a alınmıştır. Paşakapısı Limanı’ndan sonra İzmir, Kıbrıs ve Rodos limanlarına uğrayarak Beyrut Limanı’na, oradan da kara yoluyla Şam’a ve Medine’ye ulaşılırdı. 1908’den sonra ise Hicaz Demiryolu Hattı’nın faaliyete girmesiyle kafile trenle gönderilmiştir.

Osmanlı Arşivleri’nde mevcut binlerce vesikaya müracaat etme imkânı bulanlar şunu görecektir ki, Devlet-i Aliyye’nin 500 yıl sürdürdüğü bu kutlu seferler, tarihte eşine az rastlanır nezâket ve zerâfet örnekleriyle dolu bir aşk yolculuğudur. Haremeyn-i Muhteremeyn’e hizmetkâr olma yarışıdır. İnceden inceye düşünülmüş tedbirlerle hiç aksatılmadan işleyen mükemmel bir organizasyondur. Bir de Üsküdar’dan, Beşiktaş’tan, Şehremini’den kutsal mekânlara hediye gönderenlerin, onları kabul edenlere yazdıkları şükran ve minnet dolu satırlar ise, birer nezaket örneği olarak kayıtlara geçmiş durumda, gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor.

Şanlı tarihimizin altın sayfalarından birini teşkil eden Surre-i Hümâyûn, -çok şükür- bütün safahatıyla tevsîk edilmiştir. Aylarca süren meşakkatli yolculukların saatler içinde kat edildiği günümüzde hac ve umre heyecanını diri tutmak ve bu günkü imkânları en verimli şekilde kullanmak için ecdâdın yürüyüşüne bakmak lâzım.

Kaynak: Cafer Bekiroğlu, Altınoluk Dergisi, 378. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.