Sünnet Olmazsa Olur mu?

Kur’ân’ın tatbik edilmiş hâli olmasından dolayı sünnet, Kur’an’ın yanında İslâm’ın vazgeçilmez ikinci kaynağını oluşturmaktadır. Allah’ın kitab’ı ve Rasûlü’nün sünneti, ayrılmaz iki kaynak olarak İslâm toplum yapısının hem teşekkülünü, hem de özelliklerini yitirmeden devamını sağlamıştır.

Ebû Râfi radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, ‘biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, o kadar’ derken bulmayayım.”1

Hadisçilere göre sünnet, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den bize intikal eden her şeydir.2 Kısaca sünnet, yüce kitabımızda “Üsve-i Hasene” diye takdim edilen Hz. Peygamber’in hayatı ve Hz. Âişe’nin ifâdesiyle “O’nun Kur’an’dan ibaret olan”3 ahlâkıdır.

Bu anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.), vahyin kendi şahsında hayata geçtiği eşsiz bir insandır. Kur’ân-ı Kerim O’nda, söz ve yazı olmaktan çıkıp hayat olur. Vahyin terbiyesine girmek isteyenlere onun gibi olmaları, onu örnek almaları öğütlenir. Nitekim Allah Rasûlü’nün yine Allah tarafından insanlar için “güzel örnek” olarak îlan edilişi: “Yemin olsun Allah’ın Rasûlü’nde sizler için, Allah’ı ve âhireti arzu eden, Allah’ı da çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.”4 ayetinde yeminle de teyit edilerek vücut bulmuştur.

Burada Rasûlü örnek almak, öncelikle dini anlama, algılama, yaşama ve yaşatma biçiminde örnek almaktır. Bu anlamda sünnet, dinin olmazsa olmazıdır ve Kur’an’dan kesinlikle ayrılamaz.

KUR'AN'LA YETİNEBİLİR MİYİZ?

Hadisçiler arasında “Erîke Hadis”i olarak mâruf olan hadisimiz, kaynaklarda farklı rivâyetlerle geçmektedir. Meselâ bir rivâyette ‘koltuğuna yaslanmış’ ifadesi yer alırken, bir başka rivâyette ‘koltuğuna yaslanmış karnı tok bir adam’ şeklinde geçmektedir. Ama bütün rivâyetlerde dikkat çekilen husus aynıdır. Bu hadis-i şerif, zaman içinde bir kısım insanların “Kur’an’la yetinme”, “Kur’anî eylem”, “Kur’anî yaklaşım”, “Kur’an Müslümanlığı” gibi klişe kavram, deyim ve parolayla ortaya çıkıp, Allah ile Rasûlü’nün, bir başka ifadeyle Kur’an ile sünnetin arasını açmaya çalışacaklarını haber vermektedir.

“Hadisimiz, işte bu noktada taşıdığı nebevî tespit ve ikâz ışığıyla imdâda yetişmekte, sergilenmekte olan oyunu gerçek yüzüyle inananlara tanıtmaktadır. Sevgili Peygamberimiz, günün birinde kendisinin teşrî yetkisini (hüküm koyma) tanımayacak, sünnetin getirdiği evrensel yorumu önemsemeyecek, Kur’an’la yetindiğini söyleyecek münasebetsizlerin çıkacağını, ashabından (ve tabiî ümmetinden) hiç kimseyi böylesi bir tavır ve iddia içinde görmek istemediğini, pek beliğ ve etkili bir şekilde belirtmiş, sünnetsiz İslâm iddialarını, suçüstü yakalayıp teşhir etmiştir.”5

İSLAM TARİHİNDE SÜNNET ALEYHTARLIĞI

Kuşkusuz sünnet aleyhtarlığı faaliyetleri sadece günümüzde ortaya çıkmış değildir. Bu gibi faaliyetlerin ve görüşlerin İslâm Tarihi’nin her döneminde örneğine rastlamak mümkündür. Ümmet’in gündemini özellikle Tabiûn döneminden sonra işgal etmeye başlayan bu türlü eğilimler, tıpkı zuhur ettikleri dönemde olduğu gibi ondan sonra da hep azınlıkta kalmış, marjinal gruplar tarafından benimsenmiş, sahiplenilmiş ve ortaya sürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadis-i şerifinde dikkat çektiği bu eğilim, kendisinden kısa bir süre sonra ortaya çıkmış ve Tabiûn döneminden başlayarak sünneti savunanların, sünnet inkârcılarıyla mücadelesi tarih sahnesinde kendisini göstermiştir.

Bu hususa örnek olması açısından aşağıdaki olay dikkat çekicidir. “Hasan Basrî’nin anlattığına göre, bir ara Imran b. Huseyn, Hz. Peygamberin sünnetinden bahsederken bir adam ona; ‘Ebû Nucey! Bize Kur’ân’ı anlat!’ demişti. Bunun üzerine İmran ona: ‘Sen ve arkadaşların Kur’ân’ı okuyorsunuz. Bana namazdan, içindekilerden ve sınırlarından bahseder misin? Bana altının, develerin, sığırların ve (diğer) mal çeşitlerinin zekâtından bahseder misin? Fakat sen yok iken ben onların açıklamalarına tanık olmuştum.’ demiş ve (İmran) şöyle devam etmişti: ‘Rasûlullah (s.a.v.), zekât hususunda bize şöyle şöyle farz kıldı.’ O zaman adam, ‘beni ihya ettin. Allah da seni ihya etsin’ dedi. Bu olayı anlatan Hasan Basrî demiştir ki, bu adam sonunda Müslümanların fakihlerinden oldu.”6

SÜNNETİN DELİL OLUŞUNUN İNKAR EDİLİŞİ

Hicri ikinci asırda çok az da olsa birtakım kişiler sünnetin delil oluşunu ve teşrî fonksiyonunu inkar etmişlerdi. İkinci asırdan sonra bu fitneye son verilmişti. Şimdilerde aynı fitne, Batı sömürgeciliğinin etkisiyle yeniden diriltildi. Başta Hindistan olmak üzere İslâm ülkelerinde dar çaplı da olsa, sünneti devre dışı bırakma zihniyetine rastlanmaya başlanıldı. Ülkemizde ise kısmî sünnet muhaliflerinin yanında, sünneti tamamen inkâr eden ve “meâlciler” adı verilen yaklaşımlar da bulunmaktadır.7 Oysa sünnet, Kur’an’ın teorik olarak açıklaması, pratik olarak uygulamasıdır.8 Bu itibarla Kur’an’ın evrensel yorumu olan sünnete tabî olma ve onun getirmiş olduğu hükümler ve yönlendirmeler ile amel etme zarûreti vardır.

Hadisimizde geçen “Allah’ın kitabında neyi bulursak ona uyarız o kadar” diyen ve bununla Allah ile Rasûlü’nün arasını ayıran, bu art niyetli insanlara Kur’an ayetlerinin cevabı çok manidardır: “Allah’ı ve Peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile Peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip, ‘bir kısmına îmân ederiz ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu!...”9

Öte yandan, Allah’a itaatle Peygambere itaat bir arada zikredilmiştir: “De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki, Allah kâfirleri sevmez.”10 Evet, eğer bir kimse Allah’a itaat ettiğini söyler de Rasûle itaati terk ederse bunun küfür anlamına geldiğini ayet açıkça ifade ediyor. Şu âyetlerde de Allah Teâlâ, itaat hususunda zâtını Peygamberle birlikte anıyor: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.”11 Nebî (a.s.)’a itaat etmeyi, Allah’a itaat saymıştır: “Rasûle itaat eden, şüphesiz neticede Allah’a itaat etmiş olur.”12

Allah Teâlâ, Nebî (a.s.)’a itaatin meyvesini, hidâyet üzere olma diye belirlemiştir: “Eğer O’na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.”13

Yine O’na uyma konusunda da durum böyledir: “…Ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.”14

Aynı şekilde O’na uymayı, Allah’ı sevme ve onun mağfiretini kazanmanın bir şartı saymıştır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”15

Yine Allah (c.c.), Nebî (a.s.)’ın emrettiği ve yasak koyduğu hususlarda O’na uymayı Müslümanlara emretmiştir: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.”16

Ve yine bizleri O’nun emrine muhalefet etmekten sakındırmıştır: “O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden, yahut kendilerine acı bir azâbın isâbet etmesinden sakınsınlar.”17

BATIL TEVİLLERLE SÜNNETİ TERK EDEN BİR KISIM İNSANLAR

Yine Kur’an’da Allah Teâlâ mü’minlere Nebî (a.s.)’ın “dâvetine icabet etmeyi emretmiş ve O’nun davet ettiği hususu ‘hayat’ olarak”18 değerlendirmiştir. Ayrıca Müslümanların anlaşmazlıkları halinde Rasûl’e başvurmayı,19 O’nun hükmünü kabul edip-etmemede erkek veya kadın hiçbir mü’mine seçme hakkının verilemeyeceğini,20 O’nu hakem olarak kabulden yüz çevirenin veya O’nun hükmünü rıza ve teslimiyetle kabul etmeyenin îmânı olamayacağını,21 O’nun hükmünü kabul edip etmemenin veya ondan yüz çevirmeyi, îmânı nifaktan ayırt eden bir sınır taşı olduğunu,22 Kur’ân-ı Kerim açık ifâdelerle ortaya koymuştur.

Hal böyleyken bu ve daha nice âyete rağmen; hevaî, batıl tevillerle sünneti reddeden bir kısım insanlar her devirde olduğu gibi bugün de var olagelmiştir.23 Bu noktada, Tirmizî şârihi Mübârekfûrî’nin “Delâil-i Nübüvvet”24 ten olarak tavsif ettiği bu hadis-i şerifimiz, bu hususu etkili ve pek beliğ bir şekilde açıklamıştır. Mü’minlere imtihanın bir çeşidi olan bu şeytanî ve nefsanî iğvalara kapılmamalarını ve sünnet-i Rasül üzre hayatlarını tanzim etmelerini emretmiştir. Ayrıca “Hadisimizde sünnete karşı çıkışın temelinde bir kabalık, kayıtsızlık, nefsîlik, kendisini bir şey sanmak, müstağnîlik duygusunun yattığı, ortaya konan tavrın da yakışıksız ve Müslüman edebinden uzak olduğu ‘koltuğuna yaslanmış (ya da kaykılmış)’ ifâdesiyle tespit edilmektedir.”25

Hadiste yer alan ‘rahat koltuğuna kurulmuş’ tâbiri, bu tür hezeyanların mütref kimselerden sâdır olacağına gaybî bir işâret olsa gerektir. Bu konuda Allah Teâlâ’nın “muhakkak ki, insan kendisini müstağni görünce tuğyan eder, azar”26 emri celili oldukça mânidardır. Yine “koltuğuna kurulmak” ibâresi maddi iktidarın güç ve kuvvetine yaslanarak sünnete saldırılacağına remiz olabilir.

Maddi sıkıntılardan âzâde, fildişi kulelerden sırf hakim sınıfa yaranmak için, Kur’an’dan yana görünüp de, onların İslâm’a düşmanlıklarına payanda olan kimselerin; “Ey îmân edenler, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin (onlardan önce konuşmaya, bir iş hakkında hüküm beyân etmeye kalkmayın) Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah, işitendir, bilendir.”27 Ve:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne çıkarmayın, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider.”28 İlahî uyarıları ile âgâh olmaları gerekir. Hem ayrıca ‘koltuğa yaslanmak’ deyimi, yapacak işi gücü kalmamış, malâyâni ile iştiğalden kinâye olabilir. Bunun zımnında söyleye geldikleri şeyin anlamsızlığına nükteli bir işaret söz konusu olabilir.

“Biz Kur’an’da neyi bulursak onu alırız o kadar” O’ndan başka bir şeye itibar etmeyiz demek, Kur’an’ı beyan yetkisinin sahibi olan zatı, Risâlet-penâh Efendimiz’i, bir tarafa bırakıp hevâ-heveslerine ve yanlarında oldukları mahfillerin engin ve zengin iltifatlarına nâiliyet için kabullendikleri rezilce bir tavrın ifadesi olsa gerektir. Belki de bu sayede o azgın nefisleri, müşriklerin bize de vahiy gelse ya! alaylarının gerektirdiği şeye kavuşmuş olacaktır. Sanki Peygamberin beyân ve teşrî görevi zaman ile sınırlıdır, sırada biz varız demek istedikleri fark edilmektedir. Bütün bu tavır ve düşüncelerin hepsinin sevimsizliği Peygamber Efendimiz’in fem-i muhsinlerinden çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.

Sünnetsiz bir İslâm ve sünnete rağmen bir Müslümanlık düşünülemez.

Makalemizi Hz. Ömer’in şu veciz sözüyle noktalayalım: “Biz rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Peygamber olarak da Hz. Muhammed (s.a.v.)’den memnun ve râzıyız.”29


Dipnotlar: 1) Ebû Dâvud, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 2; Dârimi, Sünen, Mukaddime 49; Beyhaki, Delâil, 1/24; (Tirmizî bu hadise ‘Hasen Hadis’ demektedir.) 2) Çakan, İsmail Lütfi, Sünnet, Ebû Dâvud, Sünen-i ve bazı hadis ıstılahları üzerine, Mukaddime, s. 14 3) Bk. Ahmet b. Hanbel VI, 188 (Çakan, İsmail Lütfi a.g.e.) 4) Ahzâb (33), 21 5) Bk. Çakan, İsmail Lütfi, Hadislerle Gerçekler, 2, s. 138 6) Aydınlı, Abdullah, Sünen-i Dârimi Terc., Mukaddime s. 47 7) Konuyla ilgili deliller ve tartışmalar, Dr. Muhammed Mustafa el-A’zami, Dirasat fi’l-hadisin nebevi adlı eserinden Prof. Dr. Abdullah Aydınlı tarafından tercüme edilmiş ve bu makale Erzurum A. Ünv. İlâhiyat Dergisi’nin sekizinci sayısında (s. 281-302) yayımlanmıştır. Aynı eserin bir başka tercümesi de, Dr. Nuri Topaloğlu tarafından yapılarak Dokuz Eylül Ünv. İlâhiyat Fakültesi dergisinin dördüncü sayısında (s. 433-455) neşredilmiştir. Ayrıca Sünnet etrafındaki tartışmaların tarihi seyri hakkında Bk. Sifil, Ebûbekir, Modern İslâm Düşüncesi’nin Tenkidi-I, s. 524-550 8) Kardâvi, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem s. 61 9) Nisâ (4), 150 10) Âl-i İmrân (3), 32 11) Âl-i İmrân (3), 132; Nisâ (4), 13; Nûr (24), 51 12) Nisâ (4), 80 13) Nûr (24), 54 14) A’râf (7), 158 15) Âl-i İmrân (3), 31 16) Haşr (59), 7 17) Nûr (24), 63 18) Enfâl (8), 24 19) Nisâ (4), 59 20) Ahzâb (33), 36 21) Nisâ (4), 65 22) Nûr (24), 47, 48, 51 23) Canan, İbrahim, Kütüb-i Site, 16 c., s. 461 24) Tuhfetü’l-ahvezi, VII, 425 25) Çakan, İsmail Lütfı, Hadislerle Gerçekler 2, s. 138 26) Alâk (96), 6, 7 27) Hucûrât (49), l 28) Hucûrât (49), 2 29) Nisâ (4), 65; Nûr (24), 47-50; Buhârî, İlim 26; Deâvat 34; Fiten 15; İ’tisam 3; Müslim, Îmân 56; Tirmizî, İlim 10

Kaynak: Mubarek Erkul, Altınoluk Dergisi, 374. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.