Sultan Abdülaziz Nasıl Hal Edildi?

Şeyhülislamın hâl fetvası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde nasıl kullanıldı? Fetvanın düzmece gerekçeleri nelerdi? Hukuk tarihçisi Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Sultan Abdülaziz'e yapılan darbeyi anlatıyor.

Meşrutî bir idare kurarak padişa­hın yetkilerini daraltmak iste­yen Mithat Paşa, Sultan Abdü­laziz tahtta kaldıkça gayesine ulaşmayı imkânsız görüyordu. Daha tesirli yollara gidilmesi gerektiği fikrindeydi. Padi­şah’tan bir şekilde kurtulmak isteyen devlet ricaliyle, yani Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa, Askerî Şurâ Reisi Redif Paşa, Fetva Emini Fi­libeli Kara Halil Efendi, Şirvanizade Ahmet Hulusi Efendi, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Askerî Mektep Kumandanı Süleyman Paşa ile Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi husu­sunda anlaştı. Veliaht Şehzade Murat Efendi de bunlara katılacaktı.

Bu şahıslardan yalnızca Mithat Paşa ve Sü­leyman Paşa meşrutiyetçiydi. Diğerleri şahsî emellerinin peşindeydi. İngiltere, Hilâfet si­yasetinden ürktüğü Sultan Aziz’den, Nedim Paşa’yı sadarete getirdiği için zaten yüz çevir­mişti. Bu arada Mithat Paşa, Fetva Emini Fili­beli Kara Halil’i konağına çağırıp düzmece bir fetva yazmasını istedi. Kara Halil, “Bu emr-i hayra (hayırlı işe) çarşaf kadar fetva veririm” diyerek dalkavukluğunu sergilemiş oldu.

DÜZMECE HAL FETVASI

Hal’ fetvasının metninde yer alan Sultan’ın “siyasî işlerden habersiz” olduğu iddiası hakikati aksettirmez. Bunun en çarpıcı örneği, siyasî maksatlarla gerçekleştirdiği Avrupa seyahatidir. Fransız İmparatoru III. Napolyon’un hususi davetiyle katıldığı Paris Milletlerarası Sergisi’nde, Sultan’ın huzurunda sergiye iştirak edenlere mükafât dağıtılmasını tasvir eden bir gravür.

Fetvayı imzalayan Şeyhülislam ise daha önce 40 gün dolmadan ilk şeyhülislamlık görevinden alındığı için ikinci defa getirildi­ği makamı kaybetmek korkusuyla Padişah’a garez bağlamıştı. Mir’at-ı Hakikat müellifi Mahmud Celaleddin Paşa onu, “Mizaca hoş gidecek mukallitlikler ve fassallıklarla kat-i merâtib etmiş (taklit yapıp masal anlatarak mertebe almış) âlim kıyafetinde bir câhil-i cesûr ve cibillet-i redîe (cesur cahil ve alçak karakter) ve ef’âl-i rezîle (adi işler) ile meş­hur” diye vasıflandırır.

1909’da Sultan Hamit’in tahttan indirilme­si de, Osmanlı padişahlarının tahttan indiril­mesinde verilen fetvaların çoğu da düzmece sebeplere dayanır. Osmanlı siyaset gelene­ğinde hükümetin icraatlarında fetva alması, yapılan işin meşru olduğuna dair amme efkâ­rını (kamuoyunu) ikna edebilmek için lazım­dır. Bu gibi fetvaların metnini, Fetva Emini denilen yüksek rütbeli ilmiye sınıfı mensubu stilize kaidelere göre yazar, şeyhülislam ise imzalardı.

Fetvanın metni şer’i klişelere göre yazıl­mışsa da somut hadiselere uygun değildir. Yani fetvadaki sebepler belki halifenin azli için kâfidir ama bunların hiçbiri Sultan Abdü­laziz için sabit değildir.

Şeyhülislamın fetvası Padişah’ın şuurunun bozuk, siyasî işlerden habersiz ve müsrif bir insan olup din işlerini ihlal ettiğini iddia etmektedir. Halbuki Sultan’ın zatında karşılığını bulmayan, hakikatten uzak gerekçelerdi bunlar.(TOEM, No. 9(86), 1341, s.188)-Çerkes Hasan “Padişah’ın şuurunun bozuk olduğu” kül­liyen yanlıştır. Ancak bu ifade bir hükümdarı tahttan indirmek için tek başına kâfi gelip kimsenin itiraz edemeyeceği bir sebep ol­duğundan her zaman kullanılmıştır. Horoz dövüştürüp galip gelene nişan takması tama­men Ali Suavi’nin uydurmasıdır; İsviçre’de yazdığı makalelerde geçer. Padi­şah’ın, halkın vicdanını yarala­yan hal‘ini meşru göstermek için yapılan propagandalar­dandır.

“Siyasî işlerden habersiz” olduğu iddiası da kimsenin inanacağı bir ge­rekçe olamaz. Padişah döneminin iç ve dış siyasetini gayet iyi bilirdi. Bir Avrupa seyahatiyle Osmanlı aleyhin­deki kamuoyunu tashihe muvaffak olmuştur. Hilafet siyasetiyle Güney Afrika’dan Çin’e kadar Müslümanla­ra sahip çıkması ona haklı bir itibar kazandırmış ama bu başarısı başta İngiltere olmak üzere emperyalistleri endişelendirmiştir.

Mithat Paşa Padişah’ın hal‘i ve kat­linden mahkûm olup sürgüne gittiği Tâif’te kaleme aldığı hatıralarında Sul­tan Abdülaziz’i, “âkıl ve fatîn (akıllı ve uyanık), hayırhâh-ı devlet ve âli-him­met (devletin iyiliğini isteyen yüksek gayretli), devlet ve memleketin hüsn-i idaresi, kanun ve nizâm ile olmak lâ­zım geldiğini herkesten ziyade bilen” bir zat olarak tasvir eder. Padişah’ın tahttan indirildikten sonra yerine ge­çen yeğenine hitaben yazdığı tezkere, uğradığı felaketlere rağmen metane­tini kaybetmeyen, yüksek bir akıl ve zekâ sahibi olduğunun açık delilidir.

Sultan Aziz’in siyasî bir hatası var­sa o da aşırı merhametli oluşudur. “Müfsid İmam” ve “Şerrullah” diye ta­nınan hünkâr imamı Hayrullah Efen­di’yi Şeyhülislam yapması bundandır. O da verdiği fetvayla kendisini bu makama getiren kimseye “minnet” borcunu ödemiştir!

Padişah’ın israfla ithamı da haki­kate uygun değildir. Evet, Rusya ve diğer dış tehditlere karşı dünyanın en güçlü donanmalarından birini mey­dana getirmesi çok büyük masrafla­ra sebebiyet vermişti. Ancak hazine, mülk ve milletin iyiliği için vardır ve bunu mahalline sarf etmek israf sa­yılmaz. Ayrıca hazinenin mahalline sarf yetkisi de hükümdara aittir. Yeri ne geçen Sultan V. Murat hastalanıp tahttan indirildiğinde 1 milyon lira borcu vardı. Kendisini tahta çıkaran­lar buna israf demediği gibi borcunu da Sultan Abdülhamit ödemiştir.

DİNİME DAHLEDEN BARİ MÜSELMAN OLSA 

Sultan Abdülaziz'in Taşlık’ta yaptırdı­ğı caminin lüzumsuzluğuna dair şâ­yialar dolaşmaya başlayınca inşaatını durdurmuştu.

Kendisinden önceki devirde vuku bulan Kırım Harbi’nin masraflarını ödemiş; ayrıca Suriye, Girit, Hersek ve Bulgaristan isyanları büyük masraf kapıları açmıştı. Çırağan Sarayı’nın inşasına kendisinden önce başlanmış­tı. Üstelik bu, Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun hükümdarı için gayet lüzum­lu bir iştir. Saray inşası hazineye zarar vermez. Zira masrafı millî servet için­de kalır.

Düzmece fetvada geçen “din işleri­ni ihlal” maddesi ise tamamen traji­komiktir. Fakat bir hükümdarı dinsiz­likle suçlamak kamuoyunu ikna edici bir iddiadır. Kendisinden önceki ve sonraki padişahtan daha dindar oldu­ğu herkes tarafından bilindiği halde böyle anılmak fetvanın ciddiyetini göstermeye kâfi bir delildir. Çerkes Hasan, Padişah’ın intikamını almak üzere sadaret konağını bastığında Sultan Abdülaziz’i ‘dini ihlal ediyor’ diye tahttan indirenlerin içki sofra­sında yakalanması pek manidardır.

Mekke Şerifi Abdülmuttalib Efen­di darbe günü Seraskerlik dairesinde “Halife, mecnun ya da küfrü mucib (gerektirici) bir şey olmadıkça nasıl hal‘ olur?” diye sorduğunda Hayrul­lah Efendi, “Ben iki defa Abdülaziz’in lisanından küfre dair söz işittim” ce­vabını vermiştir. Mabeynci Âtıf Bey bunu naklettikten sonra “Efendimi­zin üç sene hizmetinde bulundum. Ehl-i sünnet itikadına muhalif bir söz işitmedim. Yeme, içme ve günlük iş­lerinde dine pek itina gösterir; Frenk usulü yaşayanlara itiraz ederdi” diyor.

Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa, Ab­dülaziz’in müskirat (alkollü içkiler) kullandığı iddiasının aksine su yerine zemzem içtiğini anlatır. Padişah Mev­levî muhibiydi. Beş vakit namazına pek dikkat ederdi. Vefat ederken de Kur’an okumaktaydı. Sultan Vahided­din amcası için der ki: “(Dinen) mübâ­latsız (zayıf ) zannedilen Sultan Aziz bile, son nefesinde Kur’an-ı Kerim’e sarılarak teslim-i ruh etmiştir. Kanı ile mülemmâ (boyanmış) mushaf-ı şe­rifi Yıldız kütüphanesindedir”.

Ancak darbeciler için gerçeklere ihtiyaç yoktur. Nitekim inkılabın ka­nunu olmaz. Askerleri, Sultan Abdü­laziz’i kaçırmak isteyen Ruslara karşı korumak üzere götürüldük­lerine inandırdıkları gibi, halkı da Sultan’ın taht­tan indirilmeyi hak et­tiğine inandırmak iste­diler. Ama öyle olmadı. Halk, “Uyan Sultan Aziz uyan, Kan ağlıyor bütün cihan” diyerek yaktığı ağıtla mazlum Padişah’a sevgisini her zaman ifade etmiştir. Düz­mece fetvada söylenenlerin aksine halk tarafından en çok sevi­len padişah­lardan biridir.

PADİŞAHIN ŞUURU BOZUK İFTİRASI

“Emîrü’l-mü’minîn olan bir Zeyd, muhtellü’ş-şuûr ve umûr-i siyasiyyede bî-behre olub, emvâl-i mîriyyeyi mülk ve milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe masârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-i diniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ve teşvîş ve mülk-i milleti tahrib edib, bakâ-i mülk ve millet hakkında muzır olsa, hal’i lâzım olur mu, beyân buyurula? Elcevâb: Allahu a’lem olur. Ketebehu el-fakîr Hasen Hayrullah afâ anh”

CELLATLARI İŞ BAŞINDA!

29 Mayıs 1876’da saray kuşatılarak Şehzade Murat Efendi dairesinden çı­karılmış ve kendisine çete mensupla­rınca biat olunmuştur. Bu sırada cülûs topları atılarak durumdan haberdar edilen Sultan Abdülaziz çaresiz, ai­lesiyle beraber sarayı terk etmiş ve Topkapı Sarayı’nda amcası Sultan III. Selim’in şehit edildiği daireye hapse­dilmişti. Sultan Abdülaziz’in ailesi sa­raydan aşağılayıcı bir şekilde tahliye edilmiş, serveti de yağmalanmıştı.

SULTAN ABDÜLAZİZ'İN ÖLÜMÜ

Feriye Sarayı’na nakledilen Sultan Abdülaziz, burada kendisine reva gö­rülen pek çok eziyetten sonra 4 Ha­ziran 1876’da ölü bulundu. Bilahare icra olunan muhakeme neticesinde Serasker Avni Paşa’nın emriyle kat­ledildiği hukuken sabittir. Hadiseye intihar süsü verilmişti. 10 gün sonra eski Padişahın kayınbiraderi Kurmay Binbaşı Çerkes Hasan Bey, kabine top­lantısını basarak Hüseyin Avni ve Ha­riciye Nazırı Râşid paşaları öldürmüş, birkaçını yaralamış; kendisi de idam edilmiştir.

Sultan V. Murat tahta geçtiğinde millet meclisinin teşkili yerine, kötü durumdaki devlet işlerinin ıslah edil­mesi gerektiğini söyleyerek Mithat Paşa’yı hayal kırıklığına uğrata­caktı. Sultan Abdülaziz’in üzücü vefatı ve Çerkes Hasan Vakası, V. Murat’ın kötü durumdaki asabını daha da bozdu. Bunun üzerine zamanın ricâli, Padi­şah’ın tedavisi imkânsız bir hastalığa tutulduğuna dair ra­por hazırlatmış ve Şeyhülislam­dan fetva almıştı. Veliahd Abdülhamit Efendi haberdar edile­rek meşrutiyet ve bir kanun-ı esasî (anaya­sa) ilân etmesi şartıyla kendi­sine taht vaat edildi. Sultan Murat da hal‘ edile­rek yerine 16 Ağustos 1876’da Şehza­de Abdülhamit Efendi çıkarıldı. Sul­tan Murat’ın tahttan indirilişi için şu beyitle tarih düşüldü:

Doksan üçde doksan üç gün Pâdişah-ı

mülk olub

Göçdü matemgâhına Sultan Murad-ı

nâmurad.

Bir kimsenin halife sayılması için hem meşru bir yolla başa gelmesi, hem de halifelik yapabilecek güce sa­hip olması gerekir. Başta meşru bir halife varsa bir başkası halifelik iddi­asında bulunamaz. Hazret-i Peygam­ber (s.a.v.) bu iddiada bulunanlardan ikincisinin hayat hakkı olmadığını söyler. Ancak önceki halife ölür veya tahttan feragat ederse o takdirde ikin­cisinin halifeliği meşru olabilir. Gayri­meşru bir surette azledilen hükümda­rın yerine çıkan padişah da meşru bir hükümdar sayılamaz. Nitekim Abdü­laziz’in ve II. Abdülhamit’in hal‘inde böyle olmuştur.

SULTAN V. MURAT KUKLA OLDU

Halefleri arasında zorla başa gelen kişinin hükümdarlığını meşru gören hukukçular varsa bile icra gücünden mahrum oldukları için hakiki halife kabul edilmemişlerdir. Nitekim Sul­tan V. Murat’ın saltanatında iktidar, Mütercim Rüşdü ve Mithat paşalar elinde paylaşıldı. Bilhassa Rüşdü Paşa o günlerde neredeyse padişah mesa­besinde görülmüştü.

Tarih boyunca devletin başına ge­len büyük felaketler ve kaybedilen savaşlar ulema ve halk tarafından hükümdarın meşruluk problemi ta­şımasına bağlanmıştır. 1909’da Sul­tan Abdülhamit tahttan indirilirken Fetva Emini Hacı Nuri Efendi dürüst ve aklı başında bir zat olduğundan, “Hal‘de şeâmet (tahttan indirmekte uğursuzluk) vardır. Sultan Aziz nâhak (haksız) yere tahttan indirildi. Rumeli kaybedildi. Şehit çocuklarını ben sır­tımda taşıdım” diyerek bu inancını ifade etmiş, vazifesinden istifa paha­sına istenen fetvayı yazmamıştı. Yine son devir ulemasından Abdülhakim Arvasî, “Bu millet, Sultan Aziz’in âhı­nı çekiyor; daha Sultan Hamit’e sıra gelmedi” demiştir.

Kaynak: gzt.com

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.