Sufilerin Dünyaya Bakışı

Allah için yapılan her şey güzeldir velev ki bu para kazanmak olsun, nefis ve ego adına yapılan her şey de kötüdür velev ki bu ibadet olsun. Yüce Rabbimiz din ile dünya arasındaki dengeyi korumayı hepimize nasip etsin. Amin.

Yüce İslam Dini insanlığa tam bir hayat rehberi sunmuş, onun sadece Rabbi ile olan ilişkisini değil dünya hayatı ile olan iletişimini de düzenlemiştir. Tahrif edilmiş dinlerde ise din ve dünya ayrımı mevcuttur, din maddi hayata karışmaz sadece manevi hayatı organize eder. İslam tasavvufunun diğer mistik hareketlerden en büyük farkı İslam’da daimi ruhbanlığın olmamasıdır. Yani sufi olmak veya dindar olmak için evlenmeden, bir iş tutup çalışmadan yaşamak şart değildir. Bazı tarikatlarda evlenme ve çalışma hususunda getirilen kısıtlamalar ise sülûkun başında olur, dervişin dikkatini toparlaması içindir, yoksa rızık için gayret etmenin kötü olduğundan değildir.

MELAMET GELENEĞİ

Ne var ki her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırı giden, tembelliğe zühd adını veren tasavvuf adına ortaya çıkan kimseler olagelmiştir. Hz. Ömer’in tabiri ile bu tür tembeller “tevekkül” değil de “teekkül” ehli yani hazır yiyicilerdir. Sufiler bu tür yanlış anlayışlara karşı melamet fikrini geliştirmişlerdir. Bu hareketin öncülerinden olan Ebu Hafs Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) sufilere hayattan kopmamayı, çalışıp kazanmayı tavsiye etmiştir. Bu sebeple Melami meşrep salikler, halk içinde yaşamış, zanaat icra etmiş, ticarette yer almış, Hacı Bayram Veli örneğinde olduğu gibi çiftçilikle uğraşmıştır. Yine bu dervişler arasında cihat için orduya katılan ve askerlik yapanlar da olmuştur. Bu meşrebin adı daha sonra Nakşilikte “halvet der encümen” ismini almıştır.

AHİLİK GELENEĞİ

Osmanlı toplumunda sufilerin iş hayatı ile ilişkisini ahilik teşkilatı düzenlemiştir. Zannedildiği gibi sufilik bir lokma bir hırka felsefesi değildir, evet sufi tüketimde hep kılleti/azlığı tercih etmiştir ama bu onun üretime katılarak infak etmesine engel değildir. Sufiler için önemli olan dünya ile meşguliyetin insanı Allah’tan alıkoymaması, daha önemlisi varken az önemli olanın onu meşgul etmemesidir. Nitekim sufileirn en güzel modeli olan Ashab-ı suffe tüm vakitlerini ilme, zikre, dini hizmete adamışlardır. Bununla beraber zamanı geldiğinde devlet işlerinde de vazife almışlar, ticarete girip zengin de olmuşlardır. Nitekim büyük sufi düşünür Ahmet Zerruk bu inceliği şöyle ifade etmiştir:

“Ashâb-ı suffe işin başında fakir idiler ve Allah’ın misafirleri olarak bilinirlerdi. Daha sonra bir kısmı çalıştı, zengin oldu, emir oldu, bir kısmı da fakirliğini sürdürdü. Ne var ki onlar bulduklarında şükrettiler, bulamayınca sabrettiler. Nitekim Allah teala bu kavmi fakirlikleri veya zenginlikleri ile övmedi, onları “sadece Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam ona yalvarmaları” ile övdü. Ne fakirlik ne de zenginlik onları kulluktan alıkoyamadı. Bu sebeple tasavvufun fakirlik veya zenginlik ile alakası yoktur, tasavvuf hem bollukta hem de fakirlikte gönlün Allahın rızasına bağlı olması ile alakalıdır.” (8. Kaide)

SUFİLERİN TİCARET VE PARA İLE OLAN İLİŞKİSİ

Nitekim ayeti kerime gerçek müminleri “ticaret ve alışverişin Allah’ın zikrinden alıkoyamadığı erler” diye tarif eder. Bu ayeti kerime sufilerin ticaret ve para ile olan ilişkisini belirleme hususunda çok önemlidir. Nitekim Cüneyd Bağdâdî, sufilere yardım eden fazıl bir kimseyi “Bu Allah dost­larından bir velidir” diyerek övmüştür. Bu zat bir süre sonra dükkânını ka­patarak kendini sadece maneviyata vermek istemiş, Cüneyd onun bu arzusunu doğru bulmamış, hatta ona bir miktar sermaye de gönde­rerek “Bu malı da sermayene ekle ve dükkânını terk etme, zira senin gi­bisine ticaret ve para zarar veremez” demiştir. Aynı şekilde Abdullah b. Mübarek de kazancını ilim ehlinin nafakalarını karşılamak için harcar ve şöyle dermiş: “Ben peygamberlerden sonra, âlimlerden daha faziletli bir cema­at bilmiyorum. Eğer onlar dünyevî ihtiyaç ve nafakalarını teda­rikle meşgul olurlarsa ilim öğrenmeye vakit bulamazlar. Bu se­beple ben onların dünyevî ihtiyaçlarını gideriyorum ki onlar vakitlerini en faziletli amel olan ilim öğrenmeye ve öğretmeye verebilsinler.” (el-Bahru’l-medîd, I, 273.)

TASAVVUFUN ASLI YEDİRMEK, VERMEK, CÖMERT VE İSAR SAHİBİ OLMAKTIR

Genelde tasavvuf denince hep akla zühd, fakirlik gelir, hatta bazıları bunun araç değil de amaç olduğunu düşünür. Halbuki erken dönem tasavvuf kaynaklarına bakıldığında durumun böyle olmadığı görülür. Mesela Sülemi’nin Fütüvvetnamesi’ni baktığımızda en temel konuların; dostlar için hak yolunda mal harcamak, dünya geçimi için kimseye yüzsuyu dökmemek, cimrilik etmemek, cömert ve isar sahibi olmak gibi meseleler olduğunu görürüz. Ona göre tasavvufun aslı yemek yedirmek, bol mal vermek, güleç yüzlü ve iffetli olmak ve başkalarına eziyet vermemektir. (Sülemi) Şüphesiz bu tavsiyeleri yerine getirmek için insanın çalışması ve kazanması gerekir. Yoksa işsiz güçsüz birinin bu tavsiyeleri yerine getirmesi mümkün değildir.

Sülemi bu konuda Ebu Cafer el-Haddabi’yi örnek gösterir ve onun şu sözlerini bizlerle paylaşır: “On küsur seneden beri tevekküle bağlandım, çarşıda çalışıyorum, her gün ücretimi alıyorum fakat ücretimden kendim için bir bardak su bile almıyorum, bir kere olsun onunla hamama da gitmedim. Fakat bu meblağı şunuziyyede ve başka yerlerdeki fakirlere veriyorum…(Sülemi, s.58)

Şüphesiz ki dine hizmet etmek bazen mal bazen de can ile olur ve efdal olanı canı yani tüm vakitleri Rabbin hizmetine vermektir. Bunlar arasında İmam Rabbani tüm vakitlerini talebe yetiştirmeye, halkı irşada ayırmıştır. Onun irşadı zamanının idarecilerine askeri zevata, sufi ve alimlerine hemen toplumun tüm kesimlerine ulaşmıştır. Mektubatına baktığımızda tüm hayatını bu uğurda harcadığını görmekteyiz. Hatta o ileri yaşına rağmen orduya katılmış, askere ve hükümdara moral vermiş, devlet adamlarını islamı ikame etmeye, zulmü ve küfrü yok etmeye teşvik etmiştir. Ona göre zühd adına devlet adamlarını yalnız bırakmak, onların hayırlı işlerinde kendilerine yardımcı olmamak veballi bir iştir.

İSLAM YOLUNDA BÜYÜK HAYIRLAR

Sufilerin bu bakış açısı her dönemde canlı olarak günümüze kadar gelmiştir. İslam yolunda yaptığı büyük hayırlarla bilinen merhum Musa Topbaş Efendi ise sufinin dünya ile ilişkisini şöyle ifade eder: “Bizim yolumuz, âtıl-bâtıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilâkis ashâb-ı kiram hazerâtının yoludur. Ashâb-ı kiram; yemedi, içmedi, gazaya giderken gezmeye gider gibi seve seve gittiler. Bilâ istisnâ hepsi, mallarını Allah ve Rasûlü’nün yoluna serdiler. Bizim yolumuz onların yoludur. Gece-gündüz hep hizmet yoludur. Biz de seve seve hem evrâdımızı yürütürüz, hem sohbetlerimizi yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayreti gösteririz. Çalışacağız, gayretli olacağız, hayatımızı cennet hayatına benzeteceğiz. Cenâb-ı Hak; bakarsınız bir avuç müslümana, koca bir kütleye karşı zafer kazandırır. Cenâb-ı Hak her şeye kadirdir. Fakat bizler elimizden geldiği kadar yardım edeceğiz. İster yarım hurma ile olsun, ister daha ziyade olsun.”

Sufilere göre bu mesele çok önemlidir, özellikle de Allah yolunda olanlar için harcanan maldan ahirette hesap sorulmayacaktır. Muhammed Kittani bu hususta şöyle der: “Kulun her harcamasından sorulacaktır. Ancak dostun dosta harcadığı hariç, çünkü Allah bunu sormaktan utanır.” (Sülemi, 64)

Bu anlayışın müesseseleşmiş hali olan Ahiler, fazla kazançlarını medrese, cami, hamam gibi pek çok hayır işlerinde kullanmışlardır. Ahiler meslek sahibi olmayı ve üretmeyi çok önemli görmüşlerdir. Büyük mutasavvıf Şeyh Edebâli de ahî şeyhlerinden olup Osman Gazi ile sıkı ilişkiler kurmuş ve kızını onunla evlendirmişti. Osman Gazi kızını istemeye geldiğinde ona mesleğini sormuş o da bey olduğunu ve başka bir meslek bilmediğini söylemiştir. Bu hali hoş karşılamayan Şeyh Edebali ona kızını vermemiş, bir meslek öğrenip gelmesini ondan istemiştir. Bir müddet sonra Osman Gazi, semercilik mesleğini öğrenmiş ve bunun üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Bu güzel adeti sürdüren tüm Osmanlı padişahları bir zanaat öğrenmiş ve bunda usta olmuşlardır. Mesela I. Mehmet yay ve ok ustası, Fatih Sultan Mehmet iyi bir ziraatçı, II. Bayezid hattattır. Bu padişahlar mesleklerini icra da etmiş, kazandıkları parayı kendilerine harcadıkları gibi sadaka olarak da infak etmişlerdir.

MİLLETİN HAZİNESİ

I. Mahmud, çeşitli el işleri yapar ve bunları pazarda sattırırdı. Aldığı paranın bir kısmıyla ihtiyaçlarını karşılar, diğer kısmını da sadaka olarak dağıtırdı. Hatta onun bu hâline şaşıran bir veziri: “Padişahım, milletin hazinesi sizin demektir. O halde niçin böyle uğraşırsınız?” deyince, padişah şu veciz cevabı verir: “Milletin hazinesini millete harcamak gerek. İnsanın alın teri dökerek çalışıp, kazandığı paranın zevki bir başkadır.”

Netice olarak sufilere göre gücü yetenlerin çalışması ve topluma faydalı olması elzemdir. Tevekkülü hiç çalışmamak şeklinde farklı anlayan sufilerin görüşleri kendilerini bağlar, onlar sufilerin geneli için örnek değildir. Esas olan din ile dünyayı barıştırmak, dünya malı cebindeyken zahit olmak yani el karda gönül yarda olmaktır. (elimiz iş tutarken gönlümüz, Yegâne Sevgili olan Rabbimizledir).

Kimi Müslüman gruplar aşırı şekilde dünyaya dalmakta, “Allah verdiği nimetin” kulun üzerinde görmek ister bahanesi ile lüks içinde yaşamaktadırlar. İslam âleminin bazı yöneticileri Karun gibi mal biriktirmekte nice fakir Müslümanların hakkını gasp etmektedir. Bu aşırılığın diğer tarafında ise tevekkülü dindarların sırtından geçinmek, aylak gezmek olarak anlayan Müslümanlar bulunmaktadır. Bu aşırılıkların çaresi fütüvvet, ahilik ve melamet geleneklerinin bugün tekrar ihya edilmesi, dünya ile ahiretin Kuran ve sünnet çerçevesinde barıştırılmasında yatmaktadır. Allah için yapılan her şey güzeldir velev ki bu para kazanmak olsun nefis ve ego adına yapılan her şey de kötüdür velev ki bu ibadet olsun. Yüce Rabbimiz din ile dünya arasındaki dengeyi korumayı hepimize nasip etsin. Amin.

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 392

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.