Sırrımızı Kime Açmalıyız?

Herhangi bir sırrı olanın, o sırrı taşıması bazen zorlaşır. Sırrını birisi ile paylaşmak ihtiyacı hisseder. Bunu da yardım talebi şeklinde açığa çıkarır. Sırrımızı anlatmamız gereken durumlarda ne yapmalıyız? Sırrımızı kime açmalıyız?

“Sır saklamak, rûhu olgunlaştırır.” der Balzac…

“Gördüğün her şeyin dışını görürsün, içler sana uzaktır. İçlerdeki sırlar yüz kat kılıfın içinde…” buyurmuştur Hazret-i Mevlânâ.

Sadece zâhire bakıp verilen kararlar nâkıstır. Hiçbirimiz kişinin içindeki duyguları, dost ya da düşman olup olmadığını bilemeyiz. Bu bizim aczimizin büyüklüğünü gösterir. Bu kadarcık zayıf bilgi ile karar vermek ne büyük hatadır. Peygamber Efendimiz, ileride meydana gelecek hadiseler ve Müslümanlar arasında gizlenen münâfıklarla ilgili bilgileri sadece Ebû Huzeyfe’ye anlatmıştı. Bu konularla ilgili olarak kendisinden başka hiç kimsenin bilgi sahibi olmadığını, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- açık bir şekilde beyan etmişlerdir. (Selman Başaran, “Huzeyfe b. Yemân” maddesi, DİA, c:18, s. 434)

BAŞARILARIN EN MÜHİMİ SIR SAKLAMAK

Hazret-i Ömer, işte bu özelliklerinden dolayı Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ı yakından takip eder, fitne ve münafıklar konusunda sürekli düşüncelerine başvururdu. Gittiği cenaze namazında eğer Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh- yoksa, o da namaza katılmazdı. Kendi halifeliği sırasında valileri arasında münâfıkların olup olmadığını ısrarla Ebû Huzeyfe’ye sorardı. Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh- ise, bir kişinin olduğunu ancak, ismini veremeyeceğini bildirdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bilahare yaptığı tahkikat sonunda münafık olanı tespit ederek vazifeden aldı. (Bkz: Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 145)

Birçok devlet adamı, başarılarının en mühim sebebinin sır saklamak olduğunu bildirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed Han:

“-Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bile bilse, onu kopartırım!” demiştir.

Yavuz Sultan Selim Han ise, yola çıkana kadar kimseye nereye sefer edileceğini söylemez, sırrını soranlara da:

“-Sen sır saklayabilir misin?” diye sorar;

“-Evet!” diyene ise:

“-İyi o zaman, ben de saklarım.” cevabını verirdi.

SIRRIMIZI KİME AÇMALIYIZ?

Herhangi bir sırrı olanın, o sırrı taşıması bazen zorlaşır. Sırrını birisi ile paylaşmak ihtiyacı hisseder. Bunu da yardım talebi şeklinde açığa çıkarır.

“-Ne yapacağımı şaşırdım bana bir akıl ver.” diye başlar sözüne… Eğer sırrımızı anlatmak zarûretse bunu ehline, sâlih birine, sırrın nâmus olduğunu bilene, hikmet ehline, ahlâkı mükemmel ve karakter sahibine anlatmalıdır. Her önüne gelene akıl danışan, her gördüğünden nasihat almaya çalışan, her rast geldiğine sırrını ifşâ eden helâk olur. İyi bilinmelidir ki; sırrı saklamanın zorluğuna katlanamayıp anlatan kişinin, karşısındakinden bu işe katlanmasını istemesi, akıl kârı değildir. O sebeptendir ki, Montaigne:

“-Bana emanet edilen bir sırrı, kutsal bir emanet gibi saklarım. Ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeye çalışırım.” demiştir.

SAKIN SIRRINI KİMSEYE SÖYLEME!

Eski Yunan efsanelerindendir… Gordion kralı Midas, jüri olduğu bir müsabakada tanrılardan(!) birinin aleyhine hüküm verir. O da Midas’ın kulaklarını eşek kulağına çevirerek onu cezalandırır. Saçları uzayıp tıraş olması gereken Midas, halkının bu sırrını öğrenmesi korkusundan bir türlü tıraş olamaz. İşler çığırından çıkıp saçtan, yüzü gözü tanınmaz olunca tıraş olması şart olur ve sarayın berberini çağırır. Durumu fark eden berberin gözleri fal taşı gibi açılınca, Midas:

“-Sırrımı bir kişiye anlatırsan, ölümlerden ölüm beğen!” diye berberi tehdit eder.

Kralın kulakları gözünün önünden hiç gitmeyen berberin gönlüne bu sır sığmaz olur. İnsanlara anlatamayacağı için gider bir kör kuyunun başına başlar bağırmaya:

“-Midas’ın kulakları, eşek kulağı!.. Midas’ın kulakları, eşek kulağı…”

İşe bakın ki, rüzgâr berberin sesini alır; dağlara, taşlara yankı ile savurur, şehirde duymayan kalmaz… Hikâyenin akıbeti bellidir.

“-Sakın sırrını kimseye söyleme. Araştıran soruşturan olsa bile.” buyurmuştur Hazret-i Mevlânâ…

Hazret-i Ömer, halife iken bir câriye çıkagelir. Pek dertlidir:

“-Ey mü’minlerin emîri, ben câriyeyim ve geçmişte çok zina ettim. Sonra pişman oldum ve tevbe ettim, bir daha o kötü işe yaklaşmadım. Şimdi benimle evlenmek isteyen iffetli birisi var. Ben ona geçmişte zina ettiğimi söyleyeyim mi?”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen:

“-Pişman olmuş, tevbe etmişsin. Bunu sakın söyleme, sırrını ifşa etme. Allâh’ın örttüğünü açık etme!” buyurmuştur.

Will Henry’e atfedilen, aslında Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın sözü olan şu cümle, sır hakikatinin sırrıdır:

“-Sır, yani içinde sakladığın şey senin esirindir. Onu ortaya çıkardığın zaman sen ona esir olursun.”

EN ÇOK AYRILMA-BOŞANMA DÖNEMLERİNDE SUSMAMIZ GEREKİR

Özellikle bazı eşler ayrılma dönemlerinde ve ayrıldıktan sonra duydukları öfke ve hayal kırıklıklarının da tesiri ile birbirlerinin bütün mahrem kusurlarını etrafa îlan ederler. Bu sebeptendir ki, boşanmaya dâir âyet-i kerîmelerin genelinin bitiminde, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden «es-Semi‘; yani Allah her türlü mekân, zaman, şart ve durumda en mükemmel şekilde işitendir.» ism-i celîli, Cenâb-ı Hak tarafından bildirilir.

Bu husus, bizlere belki de en çok ayrılma dönemlerinde susmamız gerektiğine dair bir uyarıdır. İnsan, en çok da pervasızca bu dönemlerde konuşur ve pişman olur. Cenâb-ı Hak, mahrem olarak kalmayıp da izhâr edilen her sırrı, söyleyen kişiyi de çok iyi bilmek sûreti ile işitmektedir.

Karakter sahibi olmayan insanın özelliğidir; bir kişi ile menfaatleri bitti ise ya da ondan kurtulmak istiyorsa kendi kusurunu kapatmak için, onun kusurunu açmak ya da bir kusur uydurmak, mahrem sırları ifşâ etmek… Bir başkası ile karısını aldatan birinin, kendisinden üç evlâdı olan hanımı için:

“-Ben onun ne kadınlığını gördüm ki, sâdık kalayım.” sözünü işitince, ağzımın açık kalması bundandır.

“Kişi konuşurken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, konuşmasını dinleyene emanet olduğuna delâlet eder (ifşâ etmesi haramdır).” (Ebû Dâvûd) buyuran Peygamber Efendimiz’in sır tutamayan ümmeti olmak utanç vericidir.

HAK TEÂLÂ MAHREM İLMİNE NÂMAHREMİ SOKMAZ

“Evliyâ ziyareti veya türbe ziyareti ettiğinde güzel koku zuhûr ederse, hemen Fâtiha-i Şerîfe okuyarak nimetin şükrünü edâ edesin. Ve bu hâli etrafına ifşâda bulunmayasın.” diyerek güzel kokunun sırrının ifşâsını dahî edebe mugâyir görmüştür mârifet ehli…

Evliyânın keramet göstermesi istenmez, zira sırrı ifşâ etmiş olurlar. Hak Teâlâ mahrem ilmine, nâmahremi sokmaz. Bezcizâde Muhyiddin Muhammed’in 17. yüzyılda söylediği “Zâhid bizi ta’n eyleme” mısraı ile meşhur, Bektâşî nefesinde:

“Sayılmayız parmağ ile

Tükenmeyiz kırmağ ile

Taşramızdan sormağ ile

Kimse bilmez ahvâlimiz” ifadelerinden, yâr ile vuslata erenin, dilinin susması gerektiğini anlarız.

Velilerden birine sorarlar:

“-Tenhalarda, yalnız başına yaptığın bu ibadetten ne fayda gördün?”

Cevap verir:

“-Bir vezir gördün mü ki, padişahın sırlarını ifşâ etsin; böyle bir veziri padişah neylesin?”

Üftade Hazretleri ne güzel söyler:

“Gerçek söz bu yârenler,

Gördüm demez görenler,

Kerâmete erenler,

Gizli sırrın açar mı?”

Kişinin üzerindeki nîmeti sır gibi kabul edip, teşekkürü Allâh’a etmesi, kullara ise ifşâ etmeden gizlemesi, açığa çıkarmaması; kıskançlığı, hasedi, buğzu önler. Hâmile olan, nişanlanan, evlâdı dünyaya gelen vb. nîmetlere erişenlerin, bunları îlan etmek hususunda hassas ve mütevazi davranmaları gerekir.

Sırların dünyada saklanması mühimdir, lâkin âhirette saklamak pek de mümkün olmayacaktır.

“Bütün sırların yoklanacağı, ortaya serileceği o gün, insanın ne bir gücü ne de yardımcısı vardır.” (et-Târık, 9-10) buyurmaktadır Cenâb-ı Allah…

Sırlar ilginçtir; dünyada gizlemek, güç kullanarak, para ve mevki ile belki mümkün olabilir. Kitle iletişim araçları, sosyal medya; sırları ifşâ edecek olsa dahî, ancak duyan, gören öğrenebilir, dünyada herkesin bilmesi mümkün olmaz.

Âhirette ise sırların yoklaması, görmeyen, işitmeyen, kalmayacak şekilde gelmiş geçmiş bütün insanların huzurunda yapılacaktır. Burada da imdadımıza Cenâb-ı Hak’tan başka kimse yetişemeyecektir:

“Ey îman edenler! Allâh’a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size bir furkân (hakkı batıldan ayırt edecek bir anlayış) verir ve günahlarınızı örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

Furkân isteriz ki, sırrımızın sahibi olalım. Takvâlı olalım ki, Rabbim sırrımızı iki cihanda da ifşâ etmesin, inşâallah…

Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, 141. Sayı, Kasım 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.