Şeyh Her Şeyi Bilir mi?

Bâzı müridler, mürşidlerine duydukları muhabbette aşırıya kaçarak heyecan taşkınlığı içinde; “Benim mürşidim her şeyi bilir!” gibi düşüncelere kapılabilirler. Şüphesiz ki bu da nâkıs bir telâkkîdir.

Nitekim Peygamber Efendimizʼe bâzen soru sorulur, Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- ise; “Sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor.” buyururdu.[1]

Şeyh Sâdî Gülistan adlı eserinde der ki:

Bir kişi Yâkub -aleyhisselâm-’a:

“–Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sorar.

Yâkub -aleyhisselâm- cevâben:

“–Bizim nâil olduğumuz ilâhî nasipler, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler bize bâzen ayân olur, bâzen kapanır!” buyurur.

Yani Cenâb-ı Hak perdeyi açarsa kul, öteleri görür; fakat bir de kapatırsa, insan önündeki çukuru bile görmez olur. Yani kul, hangi mânevî makamda olursa olsun âcizdir. Dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuna muhtaçtır.

HATÂSIZ KUL OLMAZ

Yine bâzı müridler, mürşidlerine duydukları muhabbette ifrata kaçarak; “Benim mürşidim aslâ hatâ etmez!” şeklinde düşüncelere de kapılabilirler. Şüphesiz, bu da yanlış bir telâkkîdir.

Zira pek çok rivâyette[2] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- bile, halîfe seçildikten sonra verdiği ilk hutbede, kıyâmete kadar gelecek bütün müʼmin liderlere ve ehl-i tarîke örnek olacak, muhteşem bir ölçü verdi. Buyurdu ki:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…

…Ben, Allâh’a ve Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem-ʼe itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz! Eğer itaat etmezsem, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez!..[3]

Ümmetin en faziletli şahsiyeti böyle derse, onu örnek alması gerekenlerin, nasıl demeleri lâzım geldiğini düşünmek îcâb eder.

Yine büyük mürşid-i kâmillerden Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullahi aleyh- her işinin Sünnet-i Seniyye’ye uygun olmasına çokça dikkat ederdi. Buna rağmen büyük bir tevâzû sergileyerek şöyle buyururdu:

“Bizden, İslâmî ahkâma uygun olmayan bir iş meydana geldiğini gören, hemen îkâz etsin!”[4]

GURURLANMA İNSANOĞLU!..

Yine bâzı kimselerin, mensup oldukları mânevî yola muhabbette haddi aşarak; “kendi yolunun en günahkârının bile, kırk kişiye şefaat edeceği, âhirette kendi mürşidinin eteğine tutunanların doğrudan Cennetʼe gidecekleri” şeklinde, şerʼî esaslarla aslâ teʼlif edilemeyecek tarzda, asılsız, mesnedsiz, hezeyâna dönüşmüş heyecan taşkınlıklarına da rastlanmaktadır.

Evvelâ şunu ifâde edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;

“…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)

"BEN SİZİ ALLAH'IN AZÂBINDAN KURTARAMAM"

Ayrıca Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sevgili kızı Hazret-i Fâtımaʼya yaptığı şu îkaz da çok ibretlidir:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Dolayısıyla, sâlih kullara duyulan muhabbet, hürmet, âidiyet, mensû­biyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda şerʼî bir nass katʼiyyetinde görmek, kişiye mânen zarar verir.

AŞIRI İLTİFATLAR 

Evliyâullâhʼın rakik kalplerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Hakkʼın huzurunda hesaba çekilme endişesidir. Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- birinin övgüsüne muhâtap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ederek:

“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle! Söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” demiştir.[5]

Aynı endişe sebebiyle Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir.

İşte gerçek mânâda tasavvuf ehli olanlar, yürekleri bu hassâsiyetlerle titreyen müʼminlerdir.

HRİSTİYANLARIN PEYGAMBERLERİNİ YÜCELTMELERİ

Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Peygamberlerini yüceltmede haddi aşmaları sebebiyle hristiyanlar, dînin tevhid akîdesini bozmuşlar, Cenâb-ı Hakkʼa ortak koşmuşlardır.

Bu bakımdan Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini bu nevî aşırılıklardan sakındırarak;

“Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” îkazlarında bulunmuştur. (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)

CENÂB-I HAKK'A KUL OLMA ŞEREFİ

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a kul olma şerefini her şeyin üzerinde tutmuştur. Şu rivâyet de, bu hakîkatin bâriz bir misâlidir:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâîl -aleyhisselâm- bu meleğin Dünyaʼya ilk defa indiğini söyledi. Melek:

“–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabbin gönderdi. «Melik bir peygamber» mi yoksa «kul bir peygamber» mi olmak istediğini soruyor.” dedi.

Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm-’a baktı. O da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine karşı mütevâzı ol!” dedi.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Kul bir peygamber olmayı isterim.” buyurdu. (Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20)

İşte bu tercihten sonra “kulluk”, insanoğlunun ulaşabileceği en şerefli makam oldu.

Nitekim kelime-i tevhîdin Peygamber Efendimizʼle ilgili kısmında, evvelâ Oʼnun bir “kul” olduğu ifâde edilmektedir. Demek ki rızâ-yı ilâhîye nâil olabilmenin yolu, Hakkʼa kulluğu hayatın her safhasında yaşamaya gayret etmekten geçmektedir.

PEYGAMBERLER HÂRİÇ BÜTÜN KULLAR ÂCİZ VE KUSURLUDUR

Şunu da unutmamak îcâb eder ki, peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile, beşer olmak hasebiyle, “zelle” işlerler. Fakat ilâhî teʼyîde mazhar oldukları için, tashih edilirler. Bunun hikmetlerinden biri de; peygamberlere dahî âciz olduklarını hatırlatmak; ümmetlerine de, peygamberlerine ulûhiyet izâfe edercesine aşırı yüceltmelerde bulunmamalarını telkin etmektir.

MUHABBET VE HÜRMETTE HADDİ AŞMAMAK

Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de onları yüceltmede şerʼî hudutlara riâyet etmek de son derece zarûrîdir. Aksi takdirde, bu hususta haddi aşanlar; hem kendi istikâmetlerine zarar vermiş, hem de mensubu oldukları mânevî yolun sâfiyetini lekelemiş olurlar.

"BEN ZAMANIN KUTBUYUM, GAVSIYIM" İDDİASINDA BULUNANLAR

Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerek rûhî bir hastalık, gerekse de muhâtaplarının aşırı iltifatlarına aldanmak sûretiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddialarla, gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler.

Hâlbuki Hazret-i Osman -radıyallahu anh-ʼın buyurduğu gibi:

“Müttakî bir kulun alâmetlerinden biri, diğer insanları kurtulmuş, kendisini ise helâk olmuş görmesidir.”

Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimizʼe kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik. Bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakkʼa kul olabilmektir. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınırız.

Dipnotlar: [1] Bkz. Müslim, Îman, 1. [2] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26. [3] İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181. [4] Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 43. [5] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.