Savaşta Hile Yapmak Caiz midir?

Nübüvveti

“Savaş hiledir” hadisinin Kur’an’da bir karşılığı var mıdır? Savaşta hile yapmak caiz midir? İşte Peygamberimizin Hendek Savaşı’nın seyrini değiştiren emri...

Gatafân kabîlesinin ileri gelen­lerinden Müslüman olmuş bulunan, ancak kendisini, Allâh Resûlü’nün; “Harp hîledir.” (Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 17) tâlimâtıyla gizleyen Nuaym, müşriklerle Benî Kurayza’nın arasını açmayı başardı. Medîne’yi kuşatan kabîleler, tefrikaya ve ihtilâfa düştüler. Herkes birbirinden çekiniyordu. Nihâyet Yahûdîler, Nuaym’in hîlelerine kanarak kalelerine çekildiler. Meydanda düşman olarak sâdece müşrikler kaldı. Ancak mü’minler, yine de hayli müşkil durumda idiler. Peygamber Efendimiz ve ashâbının, müşriklerin kuşatması altında ağır bir imtihandan geçtiği ve âdeta “yüreklerin ağza geldiği” bu esnâda şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ Peygamber ve berâberinde îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)[1]

PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANA KARŞI OKUDUĞU DUA

Allâh Resûlü, ellerini yüce dergâha kaldırarak şöyle niyâz eyledi:

“Ey Rabbim! Ey Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı gönderen Allâh’ım! Ey düşmanlarla hesâbı tez gören Rabbim! Sen Medîne önünde toplanan şu Arap kabîlelerini dağıt! Allâh’ım! Onların topluluklarını kır, irâdelerini sars da yerlerinde tutunamasınlar!” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Allâh Resûlü, bu duâsını henüz bitirmişlerdi ki, mübâ­rek sîmâlarını pür-tebessüm sürûra gark eden ilâhî yardım tahakkuk etti. Sert ve keskin bir fırtına, düşman saflarına doğru esmeye başladı. Önüne ne gelirse savuran müthiş bir kasırga, Medîne vâdisinin toz ve toprağını müşriklerin yüzlerine ve gözlerine doldurdu. Çadırlarını söküp uçurdu. Yemek tencerelerini devirdi, ateşlerini söndürdü. Yük develeri ve süvârî atlarını birbirine karıştırdı.[2]

Bu semâvî âfet ve ilâhî azâbın üzerlerine tuğyân ettiği müşrikler, perişan bir hâle düştüler. Savaşa en hırslı olanlardan Ebû Süfyân bile bin bir çâresizlik içinde, as­kerlerine:

“–Ben geri dönüyorum. Siz de yola çıkın!” diyerek devesine bindiği gibi Mekke’nin yolunu tuttu.[3]

Cenâb-ı Hak, îmân edenlere nusretini göndermişti. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh ne yap­tığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)

“Allâh, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfke ve kinleri ile geri çevirdi. Savaşta Allâh(ın yardımı) mü’minlere kâfî geldi. Allâh güçlüdür, mutlak gâliptir.” (el-Ahzâb, 25)

SAVUNMADAN HÜCUMA

Perişan bir şekilde kaçan müşrikler, arkalarında birçok binek, savaş malzemeleri, erzak ve eşyâ bırakmışlardı. Bunlar sâyesinde Medîne’deki kıtlık da ortadan kalkmış oldu. Allâh Resûlü bu ilâhî lutuf ve büyük zaferden sonra ashâbına:

“–Artık nöbet sizindir! Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Böylece artık müdâfaa değil, hücûma da geçebileceklerini ifâde etmiş oluyorlardı. Çünkü müşriklerin hem gururları, hem de saldırı güçleri tamâmen kırılmıştı. Artık bütün mü’min gönüllerde Allâh Rasûlü’nün bu hakîkati ifâde eden sözleri terennüm ediliyordu:

“Bundan böyle, biz onların üstüne yürüyeceğiz!”

[1] Bkz. Taberî, Tefsîr, II, 464.

[2] Bkz. İbn-i Sa’d, II, 71.

[3] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 251.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları