Sahte Dervişin Hikâyesi

Tasavvuf hareketi şekilden çok ruha, kabuktan çok öze önem veren bir hayat tarzıdır. Zira tasavvuf zâhirin değil, bâtının yani kalbin ve ruhun terbiyesi ile uğraşır. Sufilere göre iç âlemini temizleyenin dış âlemi kendiliğinden güzelleşir bunun aksine iç âlem terbiye edilmeden zâhir güzelliği bir fayda getirmez.

Ne var ki her ilim dalında mübtedilerin terbiyesi için bazı kıyafetle ilgili kuralların takip edilmesi kaçınılmazdır. Hocaların ve talebelerin kendine mahsus elbiseleri böyle bir gerekliliğin sonucunda ortaya çıkmıştır. Tabiî olarak bu tür bir şekilcilik tarikat erbabı içinde gerekli olmuş, zamanla her tarikat erbabının giydiği bir kisvesi, başına taktığı farklı büyüklüklerdeki tacı, muhtelif modellerde hırkaları ortaya çıkmıştır. Bu tür sembollerin dervişin eğitim sürecinde faydalı olduğu düşünülmüş, tarikat kıyafetleri ile dolaşan birinin normal birisi gibi nahoş hareketler yapamayacağı tasavvur edilmiştir.

Ne var ki tasavvufî hayatın insanlar arasında revaç bulması bazı insanların sufi sembolleri kullanarak insanların gözünde saygınlık elde etme kolaycılığına sevk etmiştir. Böylece tasavvuf, yorulmadan dünya kazanmanın bir aracı yapılmak istenmiştir. Bu tür kimseler gerçek maneviyat erbabının isimlerini de lekelediği için öncelikle gerçek sufiler tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Sufi olsun olmasın herkesin ezbere bildiği Yunus Emre’nin “Dervişlik olsaydı taç ile hırka, biz dahi alırdık otuza kırka” beyti şekilciliğin arkasına sığınarak sufi geçinenlerin tasavvufu ne kadar ucuzlattığını ne güzel tasvir eder. Yunus’un bu sözlerini, Hz. Mevlana, Mesnevi’sinde hikâyelerle detaylı olarak gözlerimizin önüne serer. Gerçek bir mücahede yapmadan kendini sufilere benzeten sahte dervişin hikâyesi şöyle anlatılır:

Mevlana’nın “nefsiyle savaşmamış, aşk derdi çekmemiş, gölgede yetişmiş, yalnız halkın kendisine secde etmesini, elini öpmesini, hürmetle bakıp “işte bu zamanda sufi böyle olur” diye parmakla göstermesini dilediğinden sufilik yoluna giren” şeklinde tarif ettiği bu kişi aklınca büyük cihatta yani sufilikte gösterdiği kahramanlığı küçük cihatta yani düşman ile yapılan fiziki savaşta da göstermek ister ve bu niyetle mücahidlerin seferine katılır.

Ne var ki bu uyuşuk derviş gerçek cihad erleri ile harbe girinceye kadar, onlar düşman saflarına çoktan dalmış bizimki ise geride zayıf kimselerle kalakalır. Savaş bitip de mücahidler ganimet ve esirlerle geri dönünce sufiye de hediyeler sunarlar. Sufi ise cihada katılıp kahramanlığını başkalarına gösteremediğinden mücahitlere kızar onların hediyelerini kabul etmez, bunun üzerine mücahitler madem gazi olmayı bu kadar çok istiyorsun esirlerden bir Allah düşmanının işini bitir de cihatta bize katılmış ol derler. Sufi bu işe çok sevinir, yüreklenir. Eli ayağı bağlı bir esirle gaza etmek üzere çadırların arkasına gider. Ne var ki sufiliği sadece kılık kıyafette kalan, Mevlana tabiri ile gölgede yetişmiş, çile çekmemiş bu adam cihadın en basit bir şeklini bile beceremez, eli ayağı bağlı olan esir bir kaplan gibi sufinin üzerine atlar, onu altına alıp gırtlağını ve yüzünü ısırır, sufinin uzun ve gösterişli sakalını kan revan içinde bırakır. Esirin kin dolu bakışlarından korkuya kapılan sufinin aklı başından gider, elindeki kılıç düşer.

Mana âleminden uzak bu sufi kılıklı adama gerçek mücahitler yani görünüşte değil de özünde sufi olanlar şu tavsiyede bulunurlar:

Eli bağlı bir kâfirin dik bakışlarından korkup kendinden geçiyorsun, elinden hançer düşüyor, sen de bu yürek varken sakın sakın savaşa girip de rüsvay olma, sen tekkenin mutfağını bekle sadece, sen bir fareden ürküp uçan bu akılla nasıl o savaş safına karışıp kılıç çekeceksin? Savaş bulgur aşı değil ki kollarını sıvayıp girişesin. Bu iş bulgur aşını kaşıklamaya benzemez, bu safta demirden yaratılmış Hamza lazım. (Mesnevi, V, 3736-75 arası özet)

TAKLİT EHLİ İLE MÜCADELE ETMENİN TEK YOLU

Ömrünü din adamlarının ve sufilerin hatalarını düzeltmek ile geçiren İmam Rabbani’ye göre bazı insanların zâhiri görüntüleri ile başkalarını kandırmasının önüne geçmenin tek yolu İslami ilimleri özellikle de fıkhı bilmektir. Ona göre sufiler sadece tasavvufi eserleri değil fıkıh kitaplarını da okumalıdır, böylece hem kendileri hak yoldan ayrılmazlar hem de ayrılanları kolayca fark edebilirler.

O hâlde şerefli meclislerinizde tasavvufî eserler okunduğu gibi, fıkıh kitapları da okunmalıdır. Farsça yazılmış fıkıh kitapları çoktur. Meselâ Mecmû‘a-i Hânî, Umdetü’l-İslâm, Farsça yazılan Kenz. Hattâ tasavvuf kitapları okunmasa zararı yoktur. Çünkü tasavvuf hâllerle ilgilidir, söz ve lâfa sığmaz. Fıkıh kitaplarını okumamakta ise zarar ihtimâli çoktur. (29. Mektup)

Büyük alim ve sufi İmam Şarânî, sufi kisvesi altında bazı tasavvufî kavramlardan yerli yersiz bahsedip etrafına cahilleri toplayan birisiyle başından geçen şu ibretli hadiseyi bizlere anlatır:

Etrafına saf insanları toplamış, ilmi olmadığı halde tasavvuftaki “fena” ve “beka” mertebelerinden çokça bahseden bir kişi yanıma geldi, günlerce benimle kaldı. Bir gün bu kişiye: “Bana abdestin ve namazın şartlarını söyleyebilir misin?” diye sordum:  “Ben hiç din ilimleri okumadım”, diye cevap verdi. Adama dedimki:

Kardeşim! İbadetleri Kur’an ve Sünnet’e göre usulü erkânınca yapmak, bütün İslâm alimlerinin icması ile farzdır. Farz ile mendubu, haram ile mekruhu birbirinden ayıramayan kimse cahildir. Cahil kimseye ise ne zâhirî meselelerde ne de bâtın (tasavvuf) yolunda uymak kesinlikle caiz değildir!

İmam Şarani’nin bu sözleri üzerine adamın adeta dili tutulur ve cahilce konuşmalarına son verir hatta onunla olan arkadaşlığını da keser.

Demek ki taklit ehli insanlarla mücadelenin tek yolu İslam hakkında temel kaynaklardan bilgi sahibi olmaktır. Özellikle tasavvufi eserlerin pek çoğunda şekilci sufiler hakkında detaylı bilgi vardır. Tasavvuf klasiklerinin ilklerinden sayılan Ebu Nasr es-Serrâc’ın el-Lüma adlı eseri bu konuda “Sufi geçinenlerin yanlışları” başlığı altında öz bilgiler verir.1

SUFİ GEÇİNENLERİN YANLIŞLARI

Bununla beraber bu konuda gözden kaçırılmaması gereken başka bir nokta ise samimi olarak maneviyat yoluna girenlerin zamanla işin özünden uzaklaşarak işin görüntüsünde kalakalmalarıdır. Zira insan ibadetleri adetleştirmeye meyyal bir varlıktır. Halbuki İmam Gazali’ye göre tasavvufun amacı adetleri bile ibadet haline getirmektir, şuurlu bir sufi yaptığı hiç bir şeyi kör bir taklit ile yapmaz, sıradan işleri bile büyük bir farkındalık ile ibadete haline çevirir. İşin özünü kaybedenler maalesef bazen kılık kıyafet ile bazen de Sufilerin büyük laflarını ağızlarına sakız ederek hem kendilerini hem de başkalarını kandırırlar.

Günümüzde kılık kıyafet taklidinin dışında daha tehlikeli başka bir mesele de sufilerin sözlerini ezberleyerek onları kasdı dışında kullanan ve böylece sufi geçinen kimselerdir. İbn Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaşi Veli’nin sözlerini İslam şeriatının zıddına olarak yorumlayan bu tür zevatın hedefi basit bir maddi menfeatin ötesinde daha tehlikeli amaçlar taşımaktadır.

SAF MÜSLÜMANLAR BUNLARIN TUZAKLARINA YEM OLMAKTA

Mevlana bu tür insanları ördek avlamak için ördeğin sesini çıkran avcılara benzetir. Batini gerçekler sunan kişiler kılığındaki bu sufiler batıl söz ve işlerle ekranları süslemekte, tasavvuf ilmini Avrupa’da pek çok örneğine rastladığımız yeni dünya dinlerinin modern bir versiyonuna dönüştürmeye gayret etmektedirler. Uzun vadede gerçek Allah dostlarının çağları aşan hayat tarzları ve öğretileri karşısından bu tür insanlar başarılı olamasa da nice saf Müslümanlar bunların tuzaklarına yem olmakta ve hidayetten mahrum kalmaktadırlar. Bunlar Allah dostlarının yoğun manevi halleri içinde söyledikleri yüksek düzeydeki sözlerini dillerine dolayarak kendilerini maneviyat büyükleri gibi göstermektedirler. Mevlana’nın tabiri ile bunların sözü dışı helva kaplı samursak ezmesi gibidir, dinlendiğinde kulağa hoş gelir ama ağızda kötü bir tat bırakır.

Mevlana dış kıyafetleri ile mücahid geçinen sufiyi, İmam Şarani de sözleri ile ârif havası veren cahili nasıl rezil etti ise bugün de tasavvufa zarar veren taklitçiler gerçek tasavvuf ehli tarafından açığa çıkarılmalı, en azından onların zehirli fikirlerinin yayılmasına alet olunmamalıdır. Aksi takdirde onların tasavvufa verdiği zarar daha da yaygınlaşacak ve tasavvuf hakkındaki önyargılar daha da artacaktır. Unutmayalım ki koca çınarları deviren baltanın sapı da ağaçtandır. Allah cc. gerçek maneviyat ehli insanları her tür taklitçinin şerrinden emin buyursun. Amin.


Dipnotlar: 1) Bakınız. Ebu Nasr Serrac Tusi, el-Lüma, İslam Tasavvufu, çev. H. Kamil Yılmaz, Erkam yay. 2012,s.492-518

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 357. Sayı, Kasım 2015

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.