Sahibine Kazanç Sağlayan Oruç

Oruç ayı olan Ramazan-ı Şerîf, feyizli bir hayatın yaşandığı mübârek bir mükâfât ayıdır. Nâil olduğumuz sayısız nîmetlerin kadrini hatırlatan bu ayda, fânî lezzetlerden vazgeçip bâkî lezzetlere nâil olmanın sırrına, Hakk Teâlâ’nın emir buyurduğu oruç nîmeti ile kavuşulur. 

Oruç, fazîleti ve aslî gâyesi dâimî bir ibâdet şuûru içinde nefs engeliyle mücâdele etmek ve nefsi kontrol altında tutarak te’sîrini asgarîye indirebilmektir.

Oruç, hayat mücâdelesinde zarûrî olan “sabır, irâde, nefsî arzulardan uzaklaşma” gibi hâllerin tâlimi ile ahlâkî durumumuzu kemâle erdirir. Yine bu ibâdet, nefsin yemek, içmek ve şehvetten yana bitmez tükenmez arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyucu bir kalkandır.

Yine oruç; sahibini, azm ü sebât, kanâat, hâle rızâ, metânet ve sabır gibi ahlâkî güzelliklere erdirmenin fazîleti ile beraber mahrûmiyet ve açlıkla nîmetlerin kadrini hatırlatır ve bu vesîle ile yoksulların hâllerini düşündürüp onlara merhamet ve şefkat hisleriyle yüreklerimizi hassaslaştırır. Şükrân duygularını canlandırır. Bu vasfıyla oruç, sosyal hayattaki kin, hased, kıskançlık gibi kitleyi huzursuzluğa boğan menfîlikleri bertaraf etmekte en müessir bir ilâhî emirdir. Dolayısıyla oruç, yalnız bu ümmete değil, evvelki ümmetlere de farz kılınmış bir ibâdettir. Allâh Teâlâ buyurur:

 “Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allâh’a karşı gelmekten sakınasınız diye, sayılı günlerde size de farz kılındı...” (elBakara, 183-184)

İBADETLER, MANEVİ HASTALIKLAR İÇİN İLAÇ GİBİDİR

İslâmiyet’te farz kılınan ibâdetler, çeşitli mânevî hastalıklar için ilaç gibidir. Nefsânî arzular, dünya süslerine aldanmak, zevk ve eğlenceye meyil göstermek de, mânevî-rûhânî hastalıkları ortaya çıkaran sebeplerdendir. Bütün varlıklarını kaybeden ve hayatlarından dahî endîşe eden müslümanların Mekke devrinde, bu tür hastalıklara yakalanma ihtimâli yoktu. Hicretten sonra ise, kâfirlerin zulmünden kurtuldular. İslâm yayılmaya, iktisâdî durum yavaş yavaş düzelmeye başladı. Mânevî hastalıklara yakalanmamak için perhiz yapmak gerekiyordu. Dolayısıyla artık orucun vakti gelmişti veya gelmek üzere idi. Neticede hicretin II. yılında müslümanlara oruç farz kılındı.

Gerçekten oruç, pek çok maddî ve mânevî hastalığa bir çeşit ilaç durumundadır. Bunun içindir ki farzıyyeti, «sayılı günler»dedir. Zîrâ nasıl ki insan, bir ilâcı sürekli olarak kullanır da vücut ona alışır ve artık ilacın bir faydası görülmezse, maddî ve manevî hayat için bir ilaç vazîfesi gören orucun da durumu böyledir. Şâyet îtidâl ölçüsü aşılırsa, oruç, hem maddî hem manevî hayat için kâmil bir fayda sağlamaz. Nitekim Peygamberimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

“Ben bundan sonraki hayatımı hep oruçlu olarak geçireceğim!” diyen sahabîsini îkâz etmiştir.

Diğer taraftan orucun belli bir ayda tutulması, bütün müslümanların aynı zamanda bu dînî vazîfelerini yerine getirmesi ve İslâm’ın birlik anlayışının ortaya konulması içindir. Böylece sayılı günlerden ibaret olan oruç, yine sayılı günlerden ibaret olan hayatımıza incelik, derinlik ve zerâfet kazandırır.

Bunun yanında Ramazan-ı Şerîf ayının, senenin bütün mevsimlerini dolaşması da, ayrı bir hikmet ifâde eder. Böylece senenin muhtelif mevsimlerinde yaşanan sıcak, soğuk, serin ve ılık günler ile uzun, kısa veya orta müddetli bütün günlere sırasıyla Ramazan günleri isabet etmekte ve oruç belli zaman aralıklarıyla senenin bütün günlerini bereketlendirmektedir. Bu durum, aynı zamanda oruç tutanlar için de nice farklı zorluk ve kolaylık dolu tecellîlere vesîle olmakta ve mü’-min gönüllere nice muhtelif mânevî hazlar yaşatmaktadır. Neticede zor olan bir ibâdet, müstesnâ bir canlılık ve muhabbet içerisinde îfâ edilmektedir.

KUR'ÂN'IN İNDİRİLDİĞİ AY

Oruca bahşedilen bu rahatlatıcı ve gönülleri ona rağbet ettirici zemîn, onun farz kılınışında da görülür:

Kurân-ı Kerim’de oruç, hem Ramazan-ı Şerîf ayı ile sınırlandırılmış, hem de çok belîğ bir üslûb ile safha safha insanlara emredilmiştir. Önce şöyle buyurulmuştur:

“Ey îmân edenler! Oruç size farz kılındı.” (el-Bakara, 183)

Sonra bunun yalnız bize değil, bizden öncekilere de farz kılındığı beyân edilmiştir: “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi.” (el-Bakara, 183)

Ardından oruç için muayyen bir süre olduğu bildirilmiştir: “(Farz olan oruç) sayılı günlerdedir.” (el-Bakara,184)

Bundan sonra da Ramazan-ı Şerîf ayının fazîleti ve oruç hakkında beşerî yapıya münâsip kolaylıklar zikredilmiştir: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kurân’ın indirildiği aydır. Öyleyse sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kazâ etsin. Allâh sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allâh’ı tâzîm etmeniz, şükretmeniz içindir.” (el-Bakara, 185) Bu âyet-i kerîmenin son kısmında âdetâ oruçtan hâsıl olması gereken husus beyân buyurulmuştur.

Yâni oruç, kulu Allâh’ı tâzîm ile O’na kâmil mânâda şükre erdiren ilâhî bir vâsıta sadedindedir. Bu bakımdan denilebilir ki oruç, bütün  sâlih amellere en müsbet mânâda te’sîri olan bir ibâdettir. Şakîk-i Belhî’nin buyurduğu gibi: “İbâdeti lâyıkıyla îfâ edebilmek, bir san’attır. Onun kazanç mekânı, halvet; vâsıtası ise açlıktır.” O açlık ki, modern tıpta bile diyet adıyla sıhhatli kalmanın en birinci şartıdır. O açlık ki, tahammülü en zor olan bir mahrûmiyyettir. Rivâyet olunur ki, nefis, yaratıldığı zaman çeşitli ibtilâ ve mahrûmiyetlere rağmen Cenâb-ı Hakk’a «Sen sensin, ben benim..» deme cür’et ve cehâletinde bulundu, ancak ve ancak açlık sebebiyle aczini kabûl etti. Bu sebepledir ki, irâde terbiyesinde açlığa katlanabilmek kadar müessir başka bir husus yoktur. İrâde ise, tabiî ve nefsânî meyillere karşı koyabilmenin temel şartlarından biridir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslâm Îmân İbadet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.