Rasûlullah'a Muhabbet Râbıtası

Dr. Adem Ergül, Peygamber Efendimiz –sallallâhu aleyhi ve sellem-‘le muhabbet rabıtasını nasıl kurabileceğimizi anlatıyor.

Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Sizden biriniz beni, kendisinden, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olamaz!..” (Buhârî, Îmân, 8)

Kendi adına kimseden bir şey istememeyi şiar edinmiş bir peygamberin “Beni bütün varlığınızdan daha fazla sevmelisiniz” talebini nasıl anlamak gerekir? Bu istek, kendi adına bir istek olabilir mi? İffet, hayâ ve mahlukâta karşı istiğnâda zirveleri temsil eden Hakk’ın Habibi’nde, böyle bir arzu, hangi sebeple ortaya çıkmış olabilir? Hayatı boyunca “Allah bana kâfidir” anlayışı içinde bir ömür süren bir Nebiyy-i Ekrem’den, böyle bir sözün ortaya çıkmış olmasının hikmeti ne olabilir? “Mü’min-i kâmil” olmakla “Habibullahı sevmek” arasındaki ilgi nasıl bir ilgidir? İşte bu sırrı anlamak, “insan-ı kâmil” olma yolunda bir irade ve niyet taşıyanlara büyük ufuklar açacaktır.

Bu sırrın çözülmesi, “muhabbet” kavramında gizlidir. Bu doğru anlaşılırsa, Efendimizin muhabbet talebinin kendisi adına bir arzu değil, ümmeti adına, dostları adına yani bizim adımıza ve lehimize bir istek olduğu da anlaşılmış olur.

Muhabbet, iki öz arasında kurulan bir aktarım kanalıdır. Bu kanaldan, ilim, irfan, ahlâk, duygu, fikir ve hulasa şahsiyet akar. İfâde kalıplarına dökülmesi imkânsız olan nice engin mânâlar, bu muhabbet ırmağı ile taşınır. Sözsüz anlaşma dilidir. Ruhların ülfet ve ünsiyeti ve hatta birliği ancak bu iksirle sağlanabilir. İki varlığı birbirine yaklaştıran, kaynaştıran ve hatta aynîleştiren sır, işte bu muhabbet sırrıdır.

Allah Resûlü’nün söylediği mübarek sözler/hadisler, bir ilim olarak, sırat-ı müstakimin işâret taşı ve kılavuzu hüviyetinde, bizim için eskilerin ifadesiyle kibrit-i ahmer mesabesindedir. Onlar olmasaydı, biz Rabbimizin kelâmını yani Kur’ân-ı Kerim’i Rabbimizin muradına uygun olarak anlayamazdık. Rabbimiz bizden, öncelikle Efendimizin söylediklerini can kulağımızla dinlememizi istedi. Zira O, kendi hevasından yani şahsî arzu ve isteği öyle gerektirdiği için konuşmuyordu. O’nun konuşması, ilâhî vahiy ürünüydü.  Öyleyse, bütün benliğimizle Allah elçisinin sözüne kulak vermeliydik. Çünkü bilgi önemliydi. Cehâlet üzerine hiçbir şey bina edilemezdi. Nasipli kullar yani mü’minler, Rabbimizin bu emrine can u gönülden icabet ettiler, etmeye çalıştılar. Zihinler aydınlandı, hak-batıl ortaya çıktı, karanlıklar bu ilim nuruyla dağıldı ve yürünmesi gereken sırat-ı müstakim yolu apaçık görünür oldu.

Rabbimiz bir şey daha istedi, mü’min kullarından: “Peygambere tabi olun, izinden gidin, emirlerini yerine getirin, yasaklarından uzaklaşın” diye. Zira kılavuzsuz yol yürünemezdi. Lidere tâbi olmadan, ahenk oluşamazdı. Toplum başsız ve buyruksuz kalırsa, anarşi ve fesat kaçınılmaz bir sondu. Hâlbuki Rabbimiz, yeryüzünde muradına uygun bir nizam ve intizam olsun istiyordu. Öyleyse Resüller, itaat edilen kimseler olmalıydı. Ancak bu şekilde yeryüzüne rahmet ve adâlet hâkim olabilirdi. İlişkiler düzenlenmeden, hak-hukuk gözetilmeden, ne nasıl yapılacak gösterilmeden huzurlu bir toplum inşa edilemezdi. Rabbimizin mü’minlerden beklediği bu itaat ve tebaiyyet de, onlar tarafından kabul edilip hayat haline dönüştürüldüğü ölçüde, saadet toplumları ortaya çıktı. Eşsiz medeniyetlere imza atıldı.

Yüce Yaratıcımız, Peygamberine itaatin ötesinde bir şey daha istedi mü’min kullarından: O’nun ahlâkına bürünmek, hâlini örnek ve model almak, onun gibi bir kulluk kıvamına yaklaşmak. İşte en zoru da bu sonuncusu idi. Fakat bu olmadan, olmak da mümkün değildi. Fakat bu nasıl gerçekleşecekti? Zira hâl aktarımı, ahlâkın teşekkülü, duyguların aynîleşmesi, hülâsa şahsiyet transferi, söz aktarımı değildi. Bilmekle olmak arasında katedilmesi gereken uzunca bir yol vardı. Allah Resûlünün gönül dokusunun, şahsiyet hücrelerinin, âdeta kendi gönlümüze ve özbenliğimize istidat ve imkan sınırlarımız çerçevesinde taşınması isteniyordu. İşte burada farklı bir vasıta olmalıydı. İlmini almak için görmeye ve kulak vermeye, yolundan yürümek için talimatlarına uyup elinden tutmaya ihtiyaç olduğu gibi, hâline bürünmek için de sevmeye ve gönül vermeye ihtiyaç vardı. İşte bu üçüncü kademenin vasıtası muhabbet dolu bir gönüldü.

Evet, O’na sevdalı bir gönülle bağlanmak gerekir. Zira O’nun gönlündeki takvâ duygusunu, mesuliyet şuurunu, Hakk’a ta’zimini, marifetullahı, muhabbetullahı, haşyetullahı, zikrullahı ve daha nice engin duygularını, kabımızın ve kapasitemizin sınırları içinde ancak muhabbet hattıyla kopyalayabilir ve kişiliğimize aktarabiliriz.

Yine aynı şekilde, O’nun yüce ahlâkını yani tevazusunu, hilmini, rıfkını, şefkat ve merhametini, sabır ve metanetini, engin gönüllülüğünü, hayata bakış açısını, hulasa mânâ cephesini ancak muhabbet rabıtası ile şahsımıza transfer edebiliriz.

Bu sebepledir ki, hayatın gayesini “Kesb-i kemâl edip seyr-i ce­mâ­le ermektir”1 diye tarif eden âriflerimiz, “olgunlaşma yolculuğu”nda “Fenâ fi’r-Resûl” diye önemli bir istasyondan bahsetmişlerdir. Bunun anlamı “Habibullahın muhabbetinde âdeta kendini eritmek suretiyle, fikirde, duyguda ve davranışlarda O’nunla -takatimiz nispetinde- aynîleşmek”tir.

İşte, Allah Resûlü ile ilişki kalitemizde bu seviyeye ermeden, îman, islâm ve ihsân kıvamında kemâle ermek, diğer bir ifadeyle “mü’min-i kâmil” olmak, mümkün olmadığından Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Sizden biriniz beni, kendisinden, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olamaz!..” buyurmuştur.

Hulâsa, haya, iffet, istiğnâ ve tevazuda beşeriyetin en yüksek zirvesinde bulunan bir Nebiyy-i zîşânın, kendisine muhabbet talebi, asla kendisi için değil, biz ümmeti içindir. Rabbimizden Zât-ı uluhiyetine ve habibine karşı rızâsı istikametinde muhabbetler niyaz ederiz. Salût ü selâm, her türlü ihtiram O’na, O’nun âl ve ashâbına olsun.

Dipnot: 1) “Kişiliğin ve hayatın her alanında olgunluk seviyelerini elde etmek ve rızay-ı ilâhîye ererek Rabbin cemâlini müşâhede nimetine ermektir.”

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Nisan 2015, 350. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • El mer'u mea men ehabbe. Kişi sevdiğiyle beraberdir

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.