Rabıta Nedir? Rabıta Şirk midir? Rabıta Nasıl Yapılır?

Rabıta nedir? Rabıta ne değildir? Rabıta şirk midir? Rabıta nasıl yapılır? Rabıta yapmanın asıl amacı nedir? Rabıtayı nasıl anlamalıyız? Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanında örnekleri var mıdır? Rabıta ile ilgili bilinmesi gerekenler...

Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur. Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar. Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.

TASAVVUF; SÂLİHLERLE BERABERLİKTİR

Şeyh Sâdî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, Cehennem’e dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması bile onlara fayda vermedi.)”

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!”(et-Tevbe, 119) buyurmaktadır.

Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “sâdıklar olun” buyurmuyor; “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sû­rette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâ­dıkların meclisinde kalp huzuruyla, fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Sâlih zâtlara muhabbet duyup, onların gıyâbında da kendini onların yanında hissetmek, onların nazarıyla hayat ve hâdiselere bakabilmek, kişiye büyük bir mânevî zindelik kazandırır. İşte tasavvufta bu mânevî faydayı temin mülâhazasıyla; râbıtaya büyük bir ehemmiyet verilmiştir.

RABITA NEDİR?

Râbıta, muhabbeti dâimâ canlı tutmaktan ibarettir. Esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir insan yoktur. Herkes birileriyle kalben irtibat hâlindedir. Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da, böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile, böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki muhabbet bağıdır.

Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle;

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.

Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb -radıyallâhu anh-ʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Anlaşması öncesinde de Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca onu göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o mübârek sahâbî ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum...” (Ahmed, IV, 324)

Öte yandan, Hudeybiye’de bekleyen mü’minlere Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onun bu sadâkatine daha muhteşem bir sadâkatle karşılık vererek, gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:

“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûl’ünün hizmetindedir.”[3] buyurarak ona olan îtimâdını izhâr etti.

İşte ashâbın, Allah Rasûlüʼnün gıyâbında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı.

KALBÎ BERABERLİK: RÂBITA…

Râbıta mevzuunda sahâbe içindeki en zirve misâl ise, şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibâtıdır.

Hazret-i Sıddîk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe öyle derin bir muhabbetle bağlıydı ki, Oʼnun bir tebessümüne dünyaları vermeye râzı hâle gelmişti. Oʼnun yolunda her şeyini fedâ etme arzusu içindeydi. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında bu cömert arkadaşını taltif ederek;

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu.

Bütün varlığını Allah Rasûlü’ne fedâ eden o sadâkat timsâli sahâbî ise, bu sözden bile bir nevî ayrı görülme mânâsı sezerek nemli gözlerle;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Böylece kendisini bütün varlığıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’na cân u gönülden râm olduğunu ifâde etti. Çünkü onun gönlü, artık Allah Rasûlü’nün kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline gelmişti. Bu sayede nebevî esrârın en yakın mahremi olmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazanmıştı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda, ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim...” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmış olmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebedî âleme dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Onun bu ince kavrayışını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..”

SICAK GÖZYAŞLARI...

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu, akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi.

Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü teselli, hem de ashâbına onun değerini beyan etmek için, sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![4] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum...”[5] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne mânevî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbetle açılabilir.

Velhâsıl gönüldeki muhabbeti taze tutmak demek olan râbıta; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan mürşid-i kâmiller silsilesiyle kalbî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten mânen istifâde etmeye çalışmaktır.

YEMEN’DEKİ YANIMDA…

Allah dostlarıyla olan bu kalbî beraberliğin yanında zâhirî beraberlik de olabilirse, bu, “nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir zâhirî beraberlik de makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da, gafletleri sebebiyle hiçbir hisse alamazlar.

Öte yandan, uzak diyarlardaki nice samimî müridler, mürşidlerine duydukları engin muhabbet, hürmet, hasret ve bağlılıkları vesilesiyle, müstesnâ nasiplere nâil olabilirler.

Nitekim büyükler; Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuş­lardır. Bu sebeple mühim olan; nerede olursak olalım, râbıta hâlini, yani kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur.[6]

RABITA ŞİRK MİDİR?

Tasavvufî terbiyede mühim bir usûl olan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından, âdeta bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkit edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Bu şekilde anlaşılıp tatbik edilen bir râbıtanın, îtikâdı zedeleyecek hiçbir tarafı yoktur.

Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi (kâmil) bir mü’mine bağlamak (ve ona muhabbet duymak), niçin küfre sebep olsun?”[7]

Üstelik gönlü mânevî rehberlere bağlı olmayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati sebebiyle, yanlış örneklerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Nitekim; “Hak ile meşgul olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder.” denilmiştir.

Velhâsıl râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Zira sâlih zâtların sohbet ve irşadları kadar, muhabbetleri de tesirli ve faydalıdır…

RABITA NASIL YAPILIR?

Sâlih zâtlardan mânevî istifâde hususunda, -yeri gelmişken- resim mevzuuna da kısaca temas etmek gerekir:

Günümüzde teknik imkânların çoğalmasıyla, bir fotoğraf çekme furyası başlamış bulunuyor. Âdeta her yer bir fotoğraf stüdyosu, herkes fotoğrafçı oldu. Sâir zamanlardaki bir yana; Kâbeʼde tavaf ederken, Arafat vakfesini edâ ederken, Ravzaʼda ziyaret esnâsında bile, haddinden fazla fotoğraf ve video çekimleriyle meşgul olunduğunu, esefle görmekteyiz. Bunlar, ibadetin feyz ve rûhâniyetini zedeleyen, mâlâyânî kabîlinden işlerdir.

Aynı husus, mânevî sohbetlerde de maalesef yaşanıyor. Sohbetlerde kalbî beraberlik, tefekkür ve tahassüs ile mânen istifâdeye teksif olmak îcâb ederken -belki de iyi niyetle, bir mânevî hâtıra kalması düşüncesiyle- fotoğraf ve videolar çekildiğine sıkça şâhit oluyoruz. Fakat bu işe haddinden fazla ehemmiyet vermek, doğru değildir. Tıpkı dozajını aştığında şifâ yerine zehir olan ilâç gibi, bunlar da kişinin mâneviyâtına zarar verebilir.

TASAVVUF; SÛRET DEĞİL, SÎRET YOLUDUR!..

Unutmayalım ki, ilâhî kameralar zâten her ânımızı kaydediyor. Bunlar, âhirette önümüze konulup seyrettirilecek…

Daha önce de ifâde edildiği üzere, sâlihlerle beraberlik ve râbıtada mühim olan; zâhirî, şeklî ve sûrî beraberlik değil, kalbî ve rûhî beraberliktir.

Sâmi Efendi Hazretleri buyurur ki: “Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeye lüzum yoktur. Muhabbet lâzımdır. Zâten bir insan, sevdiğini dâimâ (gönül) gözünün önünde bulundurur.”[8]

Resim, insanın sonsuzluğa ve mücerrede uzanabilen tahayyülünü, maddî plâna hapsederek sınırlandırır. Ayrıca İslâmʼın resimle alâkalı hükümleri de mâlumdur.[9] İnsanların resimleri/sûretleri, onların zarf tarafıdır. Mühim olansa, insanın mazrûfudur, yani gönül âlemidir. Tasavvuf yolu da, sûret yolu değil, sîret yoludur. Sâlih ve sâdıklarla beraberlikten maksat; onların sûretlerinden ziyâde, sîretleriyle beraberliktir. Faydalı olan asıl resimler; iç dünyadaki akislerdir, gönüllerde kalan ulvî hâtıra ve intibâlardır.

Cenâb-ı Hak, sevdiklerinin gönül dokusundan hisse alabilmeyi, onların ahlâkıyla ahlâklanmayı, böylece her dâim zikreden, fikreden ve şükreden selîm bir kalbe sahip olmayı, cümlemize nasîb eylesin…

Âmîn!


Dipnotlar: [1] Attâr, Tezkire, s. 622. [2] Attâr, Tezkire, s. 629. [3] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7[4] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15. [5] İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el- Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250. [6] Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22. [7] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637. [8] Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Musâhabe, c. 6, sf. 151, Erkam Yay. İst. 1982. [9] Tafsîlât için bkz. Nebîler Silsilesi, c. 1, sf. 213-214, Erkam Yay. İst. 2013.

Kaynak: Osman Nûrî Topbaş, Altınoluk Dergisi, Ağustos, 2014.

İslam ve İhsan

RABITA NEDİR?

Rabıta Nedir?

TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?

Tasavvuf Nedir, İnsana Ne Kazandırır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • ALLAH C.C. Razı olsun.

    Rabbim büyüklerimizden Razı olsun, Ömürlerine bereket versin, Ruhaniyetlerini güçlendirsin, bize de Onlardan en güzel şekilde hayırlısıyla istifade etmeyi nasip etsin inşaallah.

    Şimdilerde yoga meditasyonu övüp duruyorlar, tüm bunlar aslinda rabıta dan õykünerek hazırlanmış şeyler. Asıl olan rabıtadır, yoga meditasyon batıldır

    Bir sevgiliniz var onu düşün düğünde mutlu oluyorsun ve hayal ediyorsun rabıtada aynıdır allah dostunu hayal ederek ondaki edepli feyizli kapmak için hem sevgimi paylaşmak için budur

    Elhamdülillah faydalı şeyler öğrendim Rabbim razı olsun

    Önce şunu belirtelim ki, rabıtayı tarif eden mürşidler, tek bir tanımla yetinmemişlerdir. Çünkü rabıta, özü itibariyle sevmek ve kalbi sevdiğine bağlamaktır. Rabıtada, sevdiğini gönül gözüyle görmek, özlemek, onunla hayalini süslemek ve kendisine benzemek vardır. Sevgiye bir sınır konulamayacağı için, onu tek bir tarifle ifade etmek de mümkün değildir. -Sonra rabıta, namaz, oruç, zekât, hac gibi dinimizce şekli belirlenmiş bir ibadet değildir. Ezan, teşrik tekbirleri, telbiye, salât u selam, fatiha, tahiyyat gibi nasıl yapılacağı öğretilmiş bir zikir türü de değildir. Özel manası ile rabıta, kalbi uyandırıp zikre geçirmek ve ibadete hazırlamak için uygulanan bir terbiye yöntemidir. Bir tefekkür şeklidir, feyz alma yoludur, muhabbeti artırma sebebidir, sıfatı değiştirme vesilesidir. Bu nedenle rabıta, akaid ve fıkıh kitaplarında değil, ahlâk ve tasavvuf kitaplarında konu edilmiştir. alintidir.

    Bir muslumanin bı müslüman a en iyi duasi ALLAH razi olsun demekmis bende size ALLAH razi olsun diyorum kararsizliga dustugum bi konuda beni aydinlattiniz

    Varlıklarıile karanlık dünyalarımızı aydınlatan büyüklerimizde allah razı olsun Rabbim onları başımızdan eksik etmesin bu sahifeyi hazırlayıp bizlere ulaştıranlarda iki dünyadada sevdikleri ile beraber olsunlar

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.