Peygamberimizin Beddua Ettiği Melik ve Kavmi

Peygamberimizin beddua ettiği melik ve kavmi kimlerdir? Peygamberimiz neden bu melik ve kavmine beddua etmiştir? Bununla ilgili hadisler nelerdir? Bu hadislerden ne anlamalıyız? Yemen valisi ve Bizans imparatoru arasındaki peygamberimizle alakalı mektuplar nedir? Dr. Murat Kaya anlatıyor...

Abdullah bin Abbâs (r.a) şöyle haber vermiştir:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir kişiye bir nâme (mektup) verip Bahreyn melikine teslim etmesini emretti. Bahreyn’in büyüğü, mektubu Kisrâ’ya ulaştırdı. Kisrâ onu okuyunca yırttı.

(Râvî Muhammed bin Şihâb-ı Zührî) der ki: Zannederim ki Saîd bin Müseyyeb’den işittim: Rasûlullah (s.a.v) (Kisrâ ile kavmine) parça parça olmaları için bedduâ etti. (Buhârî, İlim, 7)

BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?

Buhârî, bu rivâyeti, Münâvele ve Ehl-i İlmin İlmi Diğer Beldelere Neşretmesi mevzuuna delil olarak nakletmiştir.

Münâvele, hadis alma yollarından biridir. Lügatte “vermek” anlamına gelir. Hadis ıstılâhı olarak “hocanın kendi rivayetlerini ihtivâ eden nüshayı rivayet etmesi için talebesine vermesi veya o nüshanın kendine ait olduğunu tasdik etmesi”dir.

Nâme-i Şerîf’i Bahreyn’e götüren, ilk Muhâcirlerden Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî (r.a); Bahreyn meliki, Münzir bin Sâvâ; Kisrâ da Husrev-i Pervîz idi.

Kisrâ, mektupta Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.

Abdullâh (r.a), Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:

“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.

Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”

Kisrâ da cevaben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi.(Süheylî, Ravdu’l-ünf, VI, 589-590.) Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.

Abdullâh (r.a), Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:

“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)

Nitekim Allâh Rasûlü (s.a.v)’in bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen müslümanların eline geçti.

YEMEN VALİSİ VE BİZANS İMPARATORU ARASINDA PEYGAMBERİMİZLE İLGİLİ MEKTUPLAŞMA

Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzan’a bir yazı göndererek Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i kendisine getirtmesini istedi. Bâzan’ın elçileri Allâh Rasûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca tebessüm ettiler. Akabinde elçileri İslâm’a dâvet ettiler. Bâzan’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:

“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzan’ın mektubuna cevap yaz!” dediler.

Allâh Rasûlü (s.a.v), Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle buyurdular:

“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!”

Elçiler şaşırdılar ve:

“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!».” buyurdular.

Bâzan, bunları haber alınca:

“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:

“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar...” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.

Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Rasûlü (s.a.v)’in bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzan, Rasûlullâh (s.a.v) hakkında:

“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)

*****

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir mektup yazdırdılar veya yazdırmak istediler. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e:

«‒(Yâ Rasûlallâh) onlar (yâni Rumlar ve Acemler) bir mektûbu mühürlü olmadıkça okumazlar.» denildi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) de gümüşten bir mühür edindiler ki nakşı مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ idi. Bu mührün, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübârek elindeykenki beyazlığı hâlâ gözümün önündedir.” (Buhârî, İlim, 7)

İslam ve İhsan

MELEKLER KİMLERE BEDDUA EDER?

Melekler Kimlere Beddua Eder?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.