Peygamberimize Destek Olan Kadınlar

Peygamber Efendimiz’in etrafındaki hanımlar, benzersiz bir numûne ve ümmete rahmet olmuşlardır. Yokluğun, zulmün, işkencenin en çok olduğu zamanlarda sabır ve teslimiyet ile güçleri nispetinde Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) dâimâ destek olmuşlardır.

“Âlemlere rahmet” olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gerek Mekke’de, gerekse Medîne’de îman eden kadınlar için çok kıymetlidir. “Onu sevmek, îmandan”[1] olduğu için, kadın-erkek bütün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’e hitap ederken dâima:

“-(En sevdiklerim olan) anam-babam (bile) Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek sözlerine başlamışlar, muhabbetlerini her fırsatta ifâde etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’in etrafında îman ile şereflenen bu güzide sahabe hanımlarını biz, Peygamber Efendimiz’e hizmet ederken, O’na malı-mülkü, evlâdı, yiyecek ekmek ve kuru üzüm dâhil neyi varsa ikram ederken görürüz.

Aynı şekilde savaşlarda etrafında O’nu korumak için cihad eden, sorular sorarak İslâm’ı en güzel şekilde anlayıp yaşamaya gayret eden, bol bol sadaka veren, hele de Allah Rasûlü ile yaşadıkları her hâdiseyi, tek kelimesini değiştirmeden bizlere nakleden, yine bu hanımlardır.

Bu güzide hanımlar; yokluğun, zulmün, işkencenin en çok olduğu zamanlarda sabır ve teslimiyet ile güçleri nispetinde Peygamber Efendimiz’e dâimâ destek olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’in etrafındaki hanımlar; benzersiz bir numûne ve ümmete rahmet olmuşlardır.

ZÜHREOĞULLARI’NDAN ÂMİNE BİNTİ VEHB

Allah tarafından “Rasûlullâh’ın annesi” olarak seçilen bu hanım, kocası Abdullah ile evlenmeden önce de îmanlı bir kadındı. Oğluna hâmile kaldığı ilk günden itibaren rüyalarında, “insanlığa rahmet olacak hayırlı bir evlat dünyaya getireceğini” görüyordu.

Doğumundan önce eşinin vefatı ile yıkılmadı, sadece kutlu emaneti dünyaya getirme vazifesinin mesûliyetini taşımaya çalışıyordu. Derin bir sevgi ile bağlı olduğu oğlunu dünyada bırakıp âhirete irtihal edeceği zaman, küçücük gözü yaşlı evlâdının sahibinin Allah olduğunu bilip hiç “Vâh!” demedi.

Böylesi yüce bir evlâdı dünyaya getirme nîmeti verilen kutlu anne için oğlu ile birlikte geçirdiği birkaç yıl, kâfî miktarda bir saâdetti. Erken gelen ayrılığa “Neden?” diye sormadı; kocasının gencecik vefatını sorgulamadığı gibi… O, sadece teslim olmayı bildi. Evlâdına güzel yüzünü seyrede seyrede, şiirlerle vedâ etti.

ÜMMÜ EYMEN -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Abdullâh’ın câriyesi olarak yıllarca peygamber ocağının hizmetinde bulunan bu kutlu hanım, Peygamber Efendimiz’in annesi ile geçirdiği son Medîne yolculuğunda onlara refakat etmişti. Annesinin vefatı ile bağrına bastığı Peygamber Efendimiz’i dedesine getirip teslim etti. Küçük Muhammed’e çok düşkündü. Üzerine titrerdi. Abdülmuttalip vefat edene dek, annesinin yokluğunu hissettirmemeye çalışmıştı.

Peygamber Efendimiz’e ilk inanan hanımlardandı. Peygamber Efendimiz’in öğle kaylûlesi için evinde istirahat ettiği, kendisini sık sık ziyaret ettiği “Annemdir!” dediği Habeşli bu hanım:

“Cennet ehlinden biri ile evlenmek isteyen Ümmü Eymen ile evlensin.” buyuran Peygamber Efendimiz’in sözleri ile cennet ehli olduğunun müjdesini, henüz sağlığında iken almıştı.

Üsâme bin Zeyd’in annesi olan bu mübarek hanım, hayatı boyunca teslimiyet ve Allah’tan râzı olmanın saâdetini yaşamıştır.

HALİME ES-SA’DİYYE

Halime, Peygamber Efendimiz’in çocukluk dönemini yanında geçirdiği, yumuşak huylu, ağırbaşlı sütannesi idi. Yetim ve fakir olduğu için kimsenin sütannelik yapmak istemediği Peygamber Efendimiz’i bağrına basmış, iki yaşında sütten kestiği hâlde Mekke’de vebâ hastalığı çıkınca, onun hastalığa yakalanmaması için annesine teslim etmemiş, dört yaşına kadar îtina ile büyütüp yanında tutmuştur.

Sütannesine derinden bağlı olan Peygamber Efendimiz, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de kendisini ziyarete gelen Halime’yi hürmet ve hizmet ile ağırlamış, omuz atkısının üzerine oturtmuştur. Kıtlıktan sıkıntı çeken bu mübarek kadına, 40 koyun ve bir deve hediye etmiştir.

FÂTIMA BİNTİ ESED -RADIYALLÂHU ANHÂ-

“-Annemden sonra annemdi.” sözü ile Peygamber Efendimiz’in iltifatına nâil olan bu hanım sahâbî, Ebû Tâlib’in eşiydi. Sekiz yaşında amcasının himayesine giren; babasını, annesini ve dedesini küçük yaşta kaybeden Peygamber Efendimiz’e öz annesini aratmayacak şefkat ve ilgiyle hizmet eden bu merhametli hanım, evlâtlarından ayırmadan Efendimiz’i severdi.

Özellikle gençlik yıllarında koruyup kolladığı Peygamber Efendimiz’i, kendi çocukları da, annelerinin ve babalarının sevdiği gibi severlerdi. Onun hakkında Peygamber Efendimiz:

“-O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyururdu. Saçımı başımı tarar, bir anne sıcaklığını benden esirgemezdi.” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’in kızı Hazret-i Fâtıma, yengesi ile birlikte hicret etmiş, daha sonra da Hazret-i Ali ile evlenip kayınvâlidesi ile birlikte yaşamıştır. Öğle üzerleri yengesini ziyaret edip yanında öğle kaylûlesi yapan Efendimiz, kendisine “Anne!” diye hitap edip vefatında:

“-İşte bugün annem vefat etti.” buyurarak, gömleğini kefen olarak yengesine vermiş, kabrine inip ağlamış, duâ etmiş, sonra da yengesini defnetmişti.

Soranlara:

“-Amcamdan sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan kimse olmamıştır.” buyurarak, “Cennet libasları giysin, kabri geniş ve cennet bahçesi olsun!” duâsında bulunmuştu.[2]

Buraya kadar bahsettiğimiz hanımlar, Peygamber Efendimiz’i anne şefkati ile büyüten mübarek hanımlardı.

HAZRET-İ HATİCE BİNTİ HUVEYLİD -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Sâliha bir eşle nîmetlenme zamanı gelince, Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz için en kıymetli rızıklardan olan eş için Huveylid kızı Hatice’yi seçmişti. Ticaret mallarını taşıyan seksen bin deve, ticaret vesair işlerini yürüten 400 hizmetli ile -bugünün tâbiriyle söyleyecek olursak- büyük bir holding sahibi idi.

Sahâbîlerin ve bütün İslâm âleminin üzerinde büyük hakkı olan, müstesna hanım, annesiz büyüyen eşinin yaralarını derin bir şefkat ile sarmıştır. Peygamber Efendimiz’in uzun süren mahrumiyetinin sıkıntısını gideren bir mükâfât gibiydi. Efendimiz’in hem eşi, hem dostu, “Beni seviyor musun?” diye sormaksızın seven bir hanımdı.

Kırk yaşlarına geldiği zaman Peygamber Efendimiz’in toplumdan uzaklaşıp inzivaya çekilme dönemini, büyütmeden, abartmadan, “küçücük çocuklarının babalarına, kendisinin kocasına ihtiyaç duymasına rağmen” şikâyet etmeden, sabırla bekleyerek, anlayışla göğüslemiştir. O, eşinin sıradan biri olmadığını, mukaddes bir sancı çektiğini bilmekteydi. Allah Teâlâ, onu Peygamber’ine bir yardımcı olarak ihsân etmiştir.

Hazret-i Cebrâil’in gelişi ve ilk vahyi indirişi ile birdenbire neye uğradığını şaşıran, başına gelen şeyin Rahmânî mi, şeytânî mi olduğunu ayırt edemeyen Peygamber Efendimiz’i tesellî edip O’na moral vermişti.

Zerrece endişe ve korku duymuyordu. İyiliği ve güvenilirliği ile övülen bir insana cinlerin musallat olacağına aslâ inanmıyordu. Peygamber Efendimiz’in içini rahatlatmak için, amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e durumu arz etmiş, onun cevabı ile Peygamberimiz’in “beklenen peygamber olduğu” yönündeki inancını kuvvetlendirmişti. Şüphe etmeden, tam bir inanç ile:

“-Sen beklenen Peygambersin, ben de Sana ilk inananım.” diyerek eşine büyük destek vermiştir.

Peygamber Efendimiz’le “ilk namaz kılma şerefi”ne eren şerefli hanımdır. Peygamber Efendimiz’in yaşadığı olağanüstü hâller, onu hiç telaşlandırmamış; derin bir sükûnetle tam bir teslîmiyet, hikmet, dirâyet ve metânet ehli olduğunu göstermiştir.

Cebrâil -aleyhisselâm-’ın geciken ziyaretinden sonra da:

“-Bunda Rabbimiz’in bir hikmeti vardır. Muhakkak Senin tahammül kabiliyetinin gelişmesi içindir.” diyerek, eziyet edilen, horlanan, Peygamber Efendimiz’in sıkıntılarını gidermeye gayret etmiş, sebat etmesini, kavminden gördüklerine aldırmamasını, dâimâ eşine tavsiye etmiştir.

Müslümanların Ebû Tâlib Mahallesi’ne hapsedilmesi ve uzun süren tecrid yılları, Hazret-i Hatice için farklı bir imtihan dönemidir. Çok büyük bir servetin sahibi olan mübarek annemiz, bu dönemde elinde ne var ne yok satarak müslümanların sıkıntılarını hafifletmek için uğraşmıştır. Eziyet çeken köleleri satın almış, aç ve zor durumdaki müslümanlara yardım etmiş, böylece servetini müslümanlara hizmette kullanmıştır.

Bütün bunları müslümanların ve özellikle sevgili eşinin eziyetten, tecritten, aşağılanmaktan ve açlıktan kurtulmaları için yapmıştır. Tecrit bitip müslümanlar Ebû Tâlib Mahallesi’nden çıktıktan ve Peygamberimiz’in amcası Ebû Talib’in vefatından üç gün sonra yamalı elbiseler içinde günlerdir aç bir vaziyette, mahrumiyetin her yerinden anlaşıldığı bir çadırda vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz:

“-Allâh’a andolsun ki, Allah, bana Hatice’den daha iyisini nasip etmemiştir; herkes beni inkâr ederken o bana îman etti. Herkes beni yalanlarken o beni tasdik etti. İnsanlar beni mallarından mahrum bırakırken, o kendi servetiyle benim yardımıma koştu. Allah ondan bana evlât nasip etti.”[3] buyurarak eşine olan derin bağlılığını göstermiştir.

Peygamber Efendimiz, Mekke’ye her ziyaretinde eşinin kabrine yakın bir yere çadır kurdurarak onunla geçen günlerini yâd edip ona duâ ederek vefâsını göstermiştir.

HAZRET-İ SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Peygamber Efendimiz’in sevgili halası Hazret-i Safiyye, kardeşi Ebû Leheb’in yeğenine hakaret ederek gönlünü incittiğini, eziyet ettiğini duymuş ve akrabalık bağlarını harekete geçirerek O’nun Peygamber Efendimiz’e yardım etmesini, müslüman olmasını istemiştir.

Lâkin Ebû Leheb’de kin ve nefretten başka bir şey göremeyince, o gün karar verip oğlu Zübeyr bin Avvâm’ı Peygamber Efendimiz’in fedâîsi olacak şekilde yetiştirmiştir. Peygamberimiz’in:

“-Her peygamberin havârîsi, yardımcısı vardır. Benim de havârim Zübeyr’dir.”[4] iltifatına mazhar olan bu genç, Hazret-i Safiyye’nin gözbebeğidir.

Medîne’ye hicrette de yeğeninin yanında yer almıştır Hazret-i Safiyye... Müşrik bir erkeği öldüren ilk müslüman hanımdır. Uhud Savaşı’nda kadın, çocuk ve yaşlıların toplanıp muhafaza edildiği yeri tespit edip savunmasız insanları öldürmek isteyen yahudiyi bir sırıkla öldürmüş, büyük bir tehlikeyi başlamadan önlemiştir. Rasûl-i Ekrem’in irtihali üzerine:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen bizim ümit kaynağımızdın, Sen bize iyilik yapandın, cefâ eden olmadın. Sen hep esirgeyen, yol gösteren ve öğreten olmuştun!.” diyerek hislerini dile getirmiştir.

ÜMMÜ HÂNÎ -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Hazret-i Ali’nin ablasıdır. Peygamber Efendimiz’in çok değer verdiği bu hanım sahâbî, kocası müşrik olduğu için Mekke’nin fethine kadar müslüman olamamış, Medîne’ye hicret şerefine nâil olamamıştır. Lâkin akrabalık haklarına riâyetle Peygamber Efendimiz’i müşriklere karşı dâimâ korumuştur. Bu hususta babası Ebû Tâlib gibi davranmıştır.

Tâif dönüşü birçok güçlüklerle karşılaşan, kimse kendisine zarar vermeden bir süre sığınacak yer düşünen Peygamber Efendimiz, Ebû Tâlib Mahallesi’nde oturan Ümmü Hânî’nin evine gelmiş, o da amcaoğlunu hemen misafir etmiştir.

O’nun çok yorgun olduğunu fark edip istirahat etmesi için ortamı ayarlamış, müşriklerin Peygamber Efendimiz’e kötülük yapmak istediklerini bildiği için de kendisi babasının kılıcını kuşanıp sabaha kadar evin etrafında dolaşıp Efendimiz’i korumuştur.

Ümmü Hânî, Mîrâc hadisesinin nasıl gerçekleştiğini, o gece olup biteni bizlere rivayet ederek hâdiseyi bir başka gözle aydınlatmıştır. Devamlı müşriklerin safında savaşan, azılı müşrik kocası Hübeyre, Mekke’nin fethi günü âilesini bırakarak kaçıp gitmiştir. Ümmü Hânî, Mekke’nin fethi günü müslüman olmuştur.

Çok firâsetli bir hanım olan Ümmü Hânî, bir gün nâfile oruca niyet etmişken, Efendimiz kendisini ziyarete gelince bal şerbeti ikram etmiştir. Efendimiz artanını kendisine uzatınca hemen içmiş, bunun kendisi için büyük bir ikram, şifâ, feyiz ve bereket olduğunu bilerek bu fırsatı kaçırmamıştır.

HAZRET-İ FÂTIMA BİNTİ MUHAMMED (S.A.V.)

“-Kızıma, ancak Allah onu ve sevenlerini cehennemden uzaklaştırdığı için Fatıma ismini verdim!” buyurmuştur Peygamber Efendimiz…

Küçücük bedende kocaman bir yürek taşıyan, eşsiz bir cesarete sahip küçük kız, babasının bir gölgesi gibidir. Nereye giderse O’nunla gider. Gücü yetmese de babasını adım adım takip eder. Babasına taşlar atılırken, sırtına deve işkembesi konurken, hakaret edilirken hep babasının yanındadır. Babasına hakaret eden Ebû Cehil’e:

“-Asıl sana yazıklar olsun, ey cehâletin babası! Söylediklerinin hepsi senin üzerindedir. Kötülediğin benim babam Muhammed Mustafâ, Allâh’ın Rasûlü’dür. Sen ömrünü bu uğurda harcasan da bu gerçeği aslâ değiştiremeyeceksin!” diyerek haykırmıştır.

Sözleri ve belâğati çok güçlü olan Fâtıma Vâlidemiz, kalplere hitap edip insanları tesiri altına alma kabiliyetine sahip, şekil ve ahlâkça babasına en çok benzeyen evlâttır.

Babası meczup sanılan, kavminden dışlanan, hakarete uğrayan, açlık ve tecritle zorlanan, onun şartlarında çocukluk geçirenlerin âkıbetleri hüsran olabilecekken, o, küçücük hâlinde, dimdik, babasının yanındadır. Babasına düşkünlüğü ve şefkatinden dolayı, “babasının annesi: ümmü ebîhâ” diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu fedâkârlığı ve şefkati, ancak bir anne gösterebilirdi.

Annesinin vefatı, babasının derin hüznü ile muhatap olan bu küçük kız, Efendimiz’in en büyük tesellî kaynağı olmuş, küçücük avuçlarının arasına babasının yanaklarını alarak, yüzüne tebessüm ederek, mutlu olmasını istemiş, acısını paylaşmıştır.

Ümmü Seleme onunla ilgili şunları beyan eder:

“-Rasûlullah benimle evlendikten sonra, kızı Fâtıma ilgili her işi bana bıraktı. Gelenek ve diğer konuları ona ben öğretiyordum. Ancak her iş ve her konuda benden çok daha bilgili olduğunu görüyordum.”

* * *

“Dünya kadınlarının en üstünü dört kişidir. Bunlar: İmran kızı Meryem, Muhammed kızı Fâtıma, Huveylid kızı Hatice, Firavun’un hanımı Asiye’dir.”[5] buyuran Peygamber Efendimiz’in soyu, Hazret-i Fâtıma ile devam etmiştir.

O, emsalsiz bir güzellik ve faziletin zirvesinde bir örnektir. Peygamber Efendimiz’in soyunun kesik olduğuna dair dedikodulara cevap olarak inen Kevser Sûresi’nde bahsedilen “bereketli nesil” onun soyudur.

Hazret-i Ali ile evliliği, müslüman kızlar için kıymetli bir örnek teşkil etmektedir. Yoksulluğa rağmen cömertlik, takvâ, zühd, dünya sevgisini zerrece kalbinde barındırmayan, eşi ve çocuklarına hizmet ile âhireti gâye edinen örnek bir İslâm hanımefendisidir.

Necran hıristiyanlarının bitmek bilmez cedelleri neticesinde:

“-Mübâhale yapıp (karşılıklı bedduâ etmek), haklıyı-haksızı ayırmasını Allâh’a bırakalım!” buyuran Peygamber Efendimiz’den sonra, aralarında istişare eden Necran rahipleri:

“-Yarın eğer mübâhaleye/bedduâya ashâbı ile gelirse korkmayın, o bir peygamber değildir. Ama âilesi ile gelirse, sakın mübâhaleye yanaşmayalım.” demişlerdi.

Ertesi günü mübâhaleye Peygamber Efendimiz kızı Fâtıma, damadı Hazret-i Ali, torunları Hasan ve Hüseyin’den oluşan dört kişi ile birlikte katılmış, Necran hıristiyanları:

“-Biz bu işten vazgeçiyoruz!” deyip Medîne’yi terk etmişlerdi.

Babasının vefatından sonra hiç gülmeyen Fâtıma Vâlidemiz, son tebessümü, ölüm döşeğinde kendisi için yapılan hazırlıkları gördüğünde, babasına “Ehl-i Beyt’ten ilk kavuşan kişi olma” saadetine nâiliyet esnasında olmuştur.

Bu kısma kadar bahsetmeye çalıştığımız hanım sahabîler, Mekke döneminde, Peygamber Efendimiz’i peygamberliği döneminde koruyup kollamaya gayret eden cesur hanımlardır. Bir de Mekke’de işkenceler döneminde Allah yolunda şehid edilen hanım sahabî vardır ki, bu hanım, Ebû Huzeyfe’nin cariyesi Sümeyye’dir.

İLK ŞEHİD: SÜMEYYE -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Ebû Huzeyfe onu, kimsesiz ve yoksul olan Yemenli Yâsir ile evlendirmişti. Ammar isimli bir oğulları oldu. Genç Ammar, arkadaşlarından öğrendiği son peygamber ve İslâm dînine dair bilgileri âilesi ile paylaşınca, bütün âile müslüman oldular.

Mahzum oğullarının kölesi olan bu âile:

“-Hangi köle, efendisinden habersiz müslüman olurmuş, gösterin onlara, onların Tanrısı kimmiş?!” sözleri ile kışkırtılan Mekke müşriklerinin kin ve nefretine mâruz kaldılar. Özellikle Ebû Cehil, kendi kölesi olmadıkları hâlde bu âileye büyük işkenceler etti. Çünkü câhiliyede köle, sadece efendisinin emrine itaat etmekle değil, onun düşündüğü gibi düşünmek, sevdiğini sevmek, beden ve rûhu ile ona itaat etmek zorundadır.

Dinden çıkmaları için yapılan bütün işkencelere rağmen îmânından zerrece taviz vermeyen bu mübarek hanım, kadın olmanın zayıf tarafını İslâm olmanın büyük gücü ile güçlendirip şehâdet mertebesine erişmiştir. Bu hâdise, müslüman kölelerin gözünü korkutmamış, bilâkis îmanlarını artırmıştır.

ESMÂ BİNTİ EBÎ BEKR -RADIYALLÂHU ANHÜMÂ-

Esmâ binti Ebî Bekr, firâset, beceriklilik, iş bilirliği ile hicrette Peygamber Efendimiz tarafından “zâtü’n-nıtâkayn” (iki kuşaklı) ismiyle anılmıştır. Ebû Cehil’in uyguladığı şiddete rağmen kutlu hicret yolcularının yerini söylememiş, üç gece Sevr Mağarası’na yiyecek ve içecek taşımıştır.

Hicretten sonra yahudîlerin, muhâcirlere büyü yapıp çocuklarının olmayacağına dair dedikoduları, müslümanları tedirgin etmiş, hicret esnasında Esmâ Vâlidemiz’in oğlu Abdullah dünyaya gelerek bu söylentilerin yalan olduğu ortaya çıkmıştır.

Vereceği sadakayı sayıp hesaplarken Efendimiz’in:

“-Sayma, sonra Allah da sana sayarak verir!” sözüne muhatap olunca cömertliğin nasıl olması gerektiğini öğrenmiş, o da evlâtlarını bu terbiye ile büyütmüştür:

“-Malınızı Allah yolunda harcayın. Sadaka verin. Bir hayrı geriye bırakmakla hiçbir şeyi fazlalaştırmış olmazsınız. Sadaka vermekle malınızın eksileceğini sanmayın.”

Kadınlarda tesettürün nasıl olması gerektiğini, onunla Peygamber Efendimiz’in arasında geçen şu hâdiseden anlarız: O, bir gün içini belli eden bir kıyafetle Efendimiz’in yanına gelir, Peygamberimiz yüzünü çevirir ve:

“-Esmâ! Bir kadın âdet görmeye başladıktan sonra (eli ve yüzüne işaret ederek) şu ve şu uzuvları hâriç başka yerini göstermesi câiz değildir.”[6] buyurur.

Utanılacak bir kıyafet giydiği ve bu sebepten uyarıldığını saklamaz da ümmetin hanımlarına açıklar ki, bu hataya onlar da düşmesinler!..

Yıllar sonra kendisine pahalı ve ince bir elbise hediye eden oğlunun gönül koyması pahasına elbiseyi geri gönderip:

“-Altını göstermez, fakat vücut hatlarını belli eder.” deyip reddetme sebebindeki hassaslığını izah etmiştir.

Câhiliye devrinde babasından boşanan Kuteyle isimli henüz müslüman olmayan annesi, kendisini ziyarete gelince onu eve alıp almamakta tereddüt eden Esmâ, Peygamber Efendimiz’e danışmış, O’nun:

“-Annesini içeri alsın. Hediyelerini de kabul etsin!” fermanı üzerine derhal annesini içeriye almış, müşrik de olsa ona hizmette kusur etmemiştir. Bu hâdise üzerine Mümtehine Sûresi’nin 8. âyeti nâzil olmuştur:

“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adâletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, adâletli olanları sever.”

HAZRET-İ ÂİŞE -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Peygamber Efendimiz’in en genç ve bâkire olarak evlendiği tek eşidir. Keskin bir zekâsı, zayıflamayan bir hâfızası, doymak bilmeyen öğrenme aşkı, hâdiseleri en ince ayrıntısına kadar tefekkür edip anlamaya çalışan aklı, devamlı coşup artarak gürleyen ilmi, gözünü budaktan sakınmayan cesareti, gördüğü yanlışı düzeltmek için üşenmeden, yılmadan gösterdiği gayreti, Peygamber Efendimiz’in vahiy sürecinde yanından hiç ayrılmayarak vâkıf olduğu büyük Kur’ân ve hadis ilmi ile fakih sahâbîlerin bile ona danışmadan hiçbir şey yapmadıkları, son derece dürüst bir annemizdir.

Küçük yaşta okuma-yazmayı öğrenen mübarek annemiz, babası Hazret-i Ebû Bekir’in bir kopyası gibidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile arasında çok derin ve sarsılmaz bir gönül bağı var idi. Peygamber Efendimiz Hazret-i Âişe’nin yanında iken vahiy meleği gelmiş, bu büyük lütfa da nâil olmuştur.

Benî Mustalık Gazvesi’nden sonra yaşadığı ağır “İfk Hadisesi” ile harap olan iffetli annemiz, Nûr Sûresi’nin ilk âyetleri ile temize çıkarılan müstesnâ bir şahsiyettir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünya kendisini daralttığı zaman Hazret-i Bilâl’e ezan okuturken, uhrevî âlemin yükü ağır gelince de:

“-Anlat Hümeyra (pembe kadıncık)!” der.

O da dünyevî, hoş ve güzel haberler ve sözler ile eşini neşelendirirdi. Hazret-i Âişe, inen her âyeti iyice anlayabilmek için Rasûlullah Efendimiz’e sorular sormuş, kendi fikrini beyân etmiş, öğrendiğini iyice sindirmeye çalışmış, hayatına tatbik etmiş, anlatarak insanların tatbik etmesini sağlamıştır.

İslâm kadınının mübah alan çerçevesinde, renkli yüzünü onun hayatından öğreniriz. Çok neşeli bir hanımdır. Esmâ Annemiz def çalarken onu dinleyen, arkadaşlarının yüzüne bulamaç bulayarak onlarla şakalaşan, Peygamber Efendimiz evinden çıktıktan sonra arkadaşlarını evine davet edip sohbet eden, saçlarını yapan bir arkadaşının düzenli olarak evine geldiğini bildiğimiz, eşine karşı bakımlı ve dikkatli bir hanımdır.

Mübah olan düğün ve eğlencelere giden, yarışları seyreden, panayırları ziyaret eden, koşmayı çok sevdiği için eşi ile koşu yarışı yapan, ismi ile müsemmâ, hayat dolu bir hanımdır. Peygamber Efendimiz binicilik, atıcılık gibi spor dallarına ilgili iken o da kilolarca ağırlıkta kılıçları tutup kullanacak kadar bedenini sporla güçlendiren, savaşlarda bizâtihî cephelerde su taşıyan, yaralıları tedavi eden, yemek yapan, yırtık ve sökükleri diken, cephe gerisinde hanımları organize eden, sünneti en iyi bilen, nüzûl sebeplerine âşinâ ve Kur’ân hâfızı olan bu müstesna annemiz, aynı zamanda ciddî bir tıp bilgisine de sahiptir.

Kendisini çok seven Hazret-i Esmâ ve Hazret-i Zübeyr’in oğulları Urve:

“-Teyzeciğim, Peygamber eşisin, senin fıkıh bilgine şaşmam! Ebû Bekir’in kızısın, şiir ve Arap tarihindeki bilgine de şaşmam! Ama tıp bilgine şaşıyorum, bunu nasıl elde ettin?” diye sorunca mübarek annemiz:

“-Allah Rasûlü, ömürlerinin sonlarında sık sık hastalanır, kendisine sık sık Arap heyetleri gelir, her biri bir tarif verirdi. Ben o tariflere göre otlardan ilaç yapardım, Peygamber Efendimiz de iyileşirdi. Her tarifi öğrenip uygulardım.” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefatından önce son günlerde sadece Hazret-i Âişe Vâlidemizin odasında kalmış, eşi ile en çok Hazret-i Âişe ilgilenmiştir.

Cemel Vak’asında bulunduğu saftan dolayı, “Hazret-i Ali’yi sevmezdi!” diyenler bilmezler mi ki:

“-Hazret-i Ali’yi sevmek, îmândandır.” hadîs-i şerîfini Hazret-i Âişe Annemiz, Peygamber Efendimiz’den rivayet etmiştir.

ÜMMÜ SELEME -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Ümmü Seleme Vâlidemiz, kocası Ebû Seleme ile ilk önce Habeşistan’a hicret eden ilk müslümanlardandır. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza’nın müslüman olması ile Mekke’de şartların kolaylaştığını zannederek Habeşistan’dan Mekke’ye geri dönerler, çileli işkence yılları yeniden başlar.

Müslümanların Medîne’ye hicret etmesine izin verilmesinden sonra, âilecek hicrete karar verirler. Ümmü Seleme’nin kavmi Muğîreoğulları’ndan müşrikler, yollarını kesip zorla Ümmü Seleme Vâlidemizi kocasından ayırırlar.

Ebû Seleme’nin kavmi Esedoğulları’ndan müşrikler de kadıncağızın kucağından küçücük Seleme’yi zorla alıp:

“-Bu bizim soyumuzdandır; kadını aldınız, bunu vermeyiz.” diyerek âileyi paramparça ederler.

Yuvası dağılan Ebû Seleme, eşini ve çocuğunu Mekke’de bırakmak zorunda kalarak tek başına hicret eder. Mekke’de, her gün eşinden ve yavrusundan ayrı bırakılan Ümmü Seleme, bir yıl sevdiklerinin hasreti ile gözyaşı dökmüştür. Bir yıl sonra akrabalarından biri merhamete gelip çocuğun anneye verilmesini temin edip, tek başına Medîne’ye gitmesine izin verilince alelacele yavrusunu bağrına basıp zorlu bir yolculuk ile Medîne’ye vâsıl olur.

Uhud savaşında ölümcül yaralar alan Ebû Seleme vefat edince, iddet süresinin bitmesini müteâkip Peygamber Efendimiz’in evlilik teklifi ile şereflenen bu güzide annemiz, dirâyeti, fetâneti ve firâseti ile numûne bir kadındır.

Hudeybiye Musâlahası’ndan sonra büyük bir şaşkınlığa düşüp hayal kırıklığına uğrayan ashâ-ı kirâm:

“-Kurban kesip, başlarınızı tıraş ederek ihramdan çıkın!” sözünü üç kez tekrar eden Peygamberlerini dinlemeyince, bu duruma üzülen Peygamber Efendimiz, ince firâsetini bildiği zevcesi Ümmü Seleme’nin yanına gitmiştir.

İplerin kopma noktasına geldiği bu hassas zamanda Ümmü Seleme Vâlidemizin kelimeleri Rahmânî bir yardım olmuştur. Eşine:

“-Onlar çok üzgün ve şaşkınlar; belki hâlâ umreye gitmenin bir yolu vardır diye düşünmekteler. Sen hemen kurbanını kes, berberini çağır, saçlarını tıraş ettir. Bu arada onlara hiçbir şey söyleme, seni gören halk da öyle yapar.” tavsiyesinde bulunmuştur.[7]

Gerçekten mübarek annemizin dediği gibi olmuş, bu büyük bâdire, bu şekilde atlatılmıştır. Kadınlar arasında fıkıh âlimlerinden olan sevgili annemiz, Hazret-i Âişe’den sonra en çok hadis rivâyet eden hanım sahâbîdir. Peygamber Efendimiz’in eşlerinden en son vefat eden bu annemiz, uzun süre ilim ve hikmet anlatmıştır.

ÜMMÜ HABÎBE BİNTİ EBÎ SÜFYAN -RADIYALLÂHU ANHÜMÂ-

Habeşistan’a kocası ile birlikte hicret eden ilk müslümanlardan olan Ümmü Habîbe, Ebû Süfyan ve Hind’in kızıdır. Habeşistan’a hicret eden ikinci kafilede olan bu mübarek annemiz, kocası Ubeydullah’ın din değiştirmesi ve kendisini de kocasına itaate zorlaması üzerine:

“-Keşke ölseydin de bu hâle düşmeseydin. Gücümü ve güvencimi Allah’tan alıyorum, yanımda bir insanın varlığı ve yokluğu birdir.” diyerek bu sözünde samimi olup olmaması ile imtihan olmuş, Habeşistan’da eşi tarafında terk edilen mübarek annemiz, zorluklar içinde, yalnızlık, yokluk ve açlığa küçücük kızı ile göğüs germiştir.

Mekke’ye müşrik âilesinin yanına dönemeyen, derdini de kimseye söylemeyen mübarek annemizin hâli Peygamber Efendimiz’e mâlum olduğu için Necâşî ile kendisine evlilik teklifini iletmiş, Necâşî’den Ümmü Habîbe ile kendisini nikâhlamasını, ardından da bütün müslümanları Medîne’ye göndermesini rica emiştir.

Kızına eş olarak Hazret-i Muhammed’den başka daha kıymetli birinin olmayacağını bilen Ebû Süfyan:

“-O reddedilemeyecek bir erkektir.” diyerek bu evlilikten memnuniyetini bildirmiş, bu hâdise, İslâm’a karşı yumuşamasına vesîle olmuştur.

Hudeybiye anlaşmasını tek taraflı bozdukları için İslâm ordusunun Mekke’ye gireceği tedirginliğini yaşayan Mekke müşrikleri, elçi olarak Medîne’ye Ebû Süfyan’ı göndermişlerdir.

O da ilk olarak aralarında “şefaatçi” olması için kızını ziyaret etmiş, odadaki yatağın üzerine oturmak istemiştir. Derhal yatağı toparlayan Ümmü Habîbe, babasına:

“-Bu döşek, Allah Rasûlü’nündür. Sen ise müşriksin ve ona düşmanlığın herkesçe bilinirken bu döşeğin üzerine oturamazsın.” diyerek İslâm’ın akrabalıktan çok daha önemli olduğunu göstermiştir. Kızına alınarak:

“-Bu nasıl din ki, kızı babasına düşman etmiş. Anlaşılan benden sonra sana şer isabet etmiş.” diyen Ebu Süfyan’a ise:

“-Bilâkis bana şer değil, hayır isabet etmiştir.” diyerek İslâm ile şereflenen bir insanın nasıl izzet sahibi olduğunu müşrik babasına göstermiştir.

ZEYNEB BİNTİ CAHŞ -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Peygamber Efendimiz’in halası Ümeyye’nin son çocuğu Zeyneb binti Cahş, Uhud şehidi, büyük sahâbî Abdullah bin Cahş’ın kız kardeşidir. Yine Uhud’da şehid olan Mus’ab bin Umeyr’in eşi Hamne de Zeyneb’in diğer kız kardeşidir.

Zeyneb binti Cahş, Peygamber Efendimiz’in isteği üzerine ve O’nun tavsiyesine itaat ederek Peygamber Efendimizin âzatlı kölesi Zeyd bin Hârise ile evlenir. Bu evlilikle, “İslâm Dîni’nde insanlar arasında sınıf farkı yoktur. Allâh’ın katında insan olarak köle de asilzâde de eşittir. Üstünlük takvâdadır.” prensibi pekiştirilmek istenmiştir.

Bir yıl süren bu evlilik; hem Hazret-i Zeyneb’i, hem de Hazret-i Zeyd’i yıpratmış, nihayet ayrılma kararı almışlardır. Durumu Peygamber Efendimiz’e şikâyet eden Hazret-i Zeyd bin Hârise:

“-Ondan hayırdan başka bir şey görmedim, lâkin kendisini şerefçe üstün görüp büyükleniyor, dili ile de beni üzüyor.” diyerek içinde bulunduğu sıkıntıyı îtiraf etmiştir.

Evliliği kabul etmekle itaatini gösteren mübarek annemiz, eşini incittiğini fark etmekte, bu duruma çok üzülüp tevbe etmekte:

“-Bu evliğimiz, Allah ve Rasûlü’nün emri iledir. İçinde bulunduğumuz durumu, el-Alîm olan Allah bilir ve Rasûlü’ne bildirir. Ben Allah katından gelecek bir ferahlığı umuyorum.” diyerek duâ etmektedir.

Ahzâb Sûresi’nin 37-38. âyetleri ile, câhiliyede var olan “evlâtlık müessesi”, Kur’ân’ın emri ile kaldırılıp evlâtlıkların eşleri ile geçmişte onları evlât edinenlerin evlenebileceği îlan edilmiştir. Toplum tarafından yanlış anlaşılma tehlikesinden çekinen Peygamber Efendimiz, Allâh’ın emrine boyun eğip iddetin bitiminde:

“-Kim gidip Zeyneb’e Allâh’ın onu bana gökte nikâhladığını müjdeler!” buyurarak bu durumu, eşlerine ve sahâbîlerine duyurmuştur. Bizlere bu hâdiseyi aktaran Hazret-i Âişe:

“-İşlerin en büyüğü ve en üstünü, Zeyneb’e yapılandır ki, Allah onu gökte Rasûlü’ne nikâhlamıştır. Zeyneb bununla bize iftihar edip, övünecek!..” sözleri ile Hazret-i Zeyneb’e çok imrenmiştir.

Bu evlilik, sırlarla doludur. Kur’ân’da emredilmekle kalmamış, nikâh Cenâb-ı Hak katında, vekilsiz ve şâhitsiz gerçekleşmiştir. Asîl geline tek kuruş mehir verilmezken, dünür olarak da Hazret-i Zeyd bin Hârise seçilmiştir.

İfk hâdisesinde Hazret-i Âişe’nin yanında yer alıp onun sadâkatine olan inancını dile getirerek adâletini gösteren bu güzîde annemiz, Hazret-i Âişe ile arasındaki bağı pekiştiriyordu. Aynı zamanda deri işleme ustası olan Zeyneb binti Cahş annemiz, bütün kazancını yetim, garip, dul ve fukaraya dağıtıyor ve çoğunlukla kendisine hiçbir şey ayırmıyordu. Hazret-i Âişe Vâlidemiz:

“-Vefatımdan sonra bana kolu en uzun olanınız ulaşacaktır.” buyuran Peygamber Efendimiz’in kolu uzunluktan kastının cömertlik olduğunu, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra ona ilk kavuşan zevcesinin Zeynep binti Cahş olması ile anlamıştır.

ÜMMÜ FADL -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Kocasından çok önce, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’den hemen sonra, Mekke’de İslâm’ı ilk kabul eden hanımlardan biri de Hazret-i Abbas’ın zevcesi, Peygamber Efendimiz’in baldızı Ümmü Fadl’dır. Bu cesur hanımın, İslâm’ın ilk günlerinde gösterdiği kahramanlık dillere destandır.

Mısırlı “Ebû Râfî” isimli kölesi müslüman olmuştur. Bedir Savaşı’ndan müslümanların galip çıktığı haberi Mekke’ye ulaşınca, Ebû Leheb ile Ebû Süfyan’ın konuşmalarına şahit olan Ebû Râfî:

“-Beyaz atlı, beyaz sarıklı hiç tanımadığımız adamlar bize saldırdı.” kelimelerini işitir işitmez kendisini tutamayıp sevinçten:

“-Vallâhi onlar meleklerdir!” deyivermişti.

Onun îmânını fark edip, Bedir’in hıncını ondan çıkarmak isteyen Ebû Leheb onu dövüp eziyet ederek, diğer müşrikleri de bu linç girişimine çağırınca hâdiseyi takip eden Ümmü Fadl, tek başına eline çadır direğini alarak Ebû Leheb’in üzerine yürümüştür.

“-Kimsesiz diye onu güçsüz mü gördün?!” diyerek sırıkla Ebû Leheb’in kafasını yarmış, bayılan koca kâfiri, arkadaşları yerden kaldırmış, bu utançla bir daha ayağa kalkamamıştır. Mübarek hanım, tek başına erkeklerin içine yiğitçe girerek, İslâm kardeşini müşriklerin eline bırakmamıştır.

Sıla-i rahmi aslâ ihmal etmeyen Peygamber Efendimiz, boş kaldığı her fırsatta kısa süreli de olsa akrabalarını ziyaret etmiş, onlarla sohbet ederek, kalplerine huzur vermiştir. En çok ziyaret ettiği akrabalarından biri de amcası ve yengesidir. Gördüğü rüyayı kendisine korkarak anlatan Ümmü Fadl’ın rüyasını, Peygamber Efendimiz hayra yormuş:

“-Benim vücudumdan kesilip senin evine konan parça, Fâtıma’nın dünyaya gelecek oğludur. Sen onu oğlun Kusem ile beraber emzireceksin, rüyan çok hayırlıdır!..” diyerek onu teselli etmiştir.

Gerçekten Hazret-i Hüseyin’in sütannesi olmuş, O’nun terbiyesi ile ilgilenmiş. Annesi vefat ettikten sonra da Hazret-i Hüseyin’i hiç bırakmamış, büyütüp güzel yetişmesi için gayret etmiştir.

Dedesinin kucağına işeyen minik Hüseyin’i üzülüp sertçe Efendimiz’in kucağından alınca buna dayanamayan rahmet Peygamber Efendimiz:

“-Allah iyiliğini versin. Sen onu ağlatmakla beni üzdün!” buyurarak hakaret etmeden, gönlünü incitmeden yengesine çocuklara daha yumuşak davranmasını öğretmiştir.

O mübarek kadın da yaptığı bu yanlış davranışı ve peşinden gelen bu kıymetli eğitimi, mü’minlerden saklamamış, bizlere bu hadisle çocuk eğitiminde rehber olmuştur.

Bu hanımın evlâtları, İslâm âlemine en çok hizmet eden sahâbîler olmuşlardır. Oğlu Abdullah bin Abbas, ashâbın tefsir ve fıkıhta en büyük âlimlerinden biri olmuş, Kusem ise Orta Asya topraklarına İslâm’ı yaymak için yapılan bir seferde şehid düşmüştür.

ÜMMÜ SÜLEYM -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Peygamber Efendimiz’in süt halası, küçük Enes’in annesidir Ümmü Süleym… Müşrik kocasına rağmen İslâm’ı yaşamış, onun verdiği zorluklara katlanmıştır. Peygamberimiz’in uğrunda şehid düşen meşhur sahâbî Haram bin Milhan’ın ve Kıbrıs’ta şehid olan Ümmü Haram’ın kız kardeşidir.

Kocasından gizli, oğluna kelime-i şehâdeti öğretirken ansızın bu duruma şahit olan kocası, ona eziyet etmiş, öfkesi geçmeyince, maddî neyi var neyi yok hepsini toparlayıp yanına alarak eşini zor durumda bırakmak kastı ile onu terk etmiştir.

Hicretle Medîne’yi şereflendiren Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleştiği zaman, kendisine hizmet edecek kimsesi olmadığını fark eden, fakirlik ve zorluk içinde evlâdını büyütmeye çalışan bu mübarek hanım, Peygamber Efendimiz’e kıymetli bir hediye vermek istemiş, fakat hediye edecek bir şeyi bulamayınca oğlunu ona hizmet etmesi için hediye etmiştir.

Biricik Enes’inin, Peygamber Efendimiz’in dizinin dibinde O’nun eğitimi ile hizmet ederek büyümesini istemiştir. Çok fakir olduğu hâlde kendisini çok sevip evlenmek isteyen zengin Ebû Talha’nın evliliğini müşrik olduğu için reddetmiştir. Israr eden Ebû Talha’ya:

“-Eğer müslüman olursan seninle evlenir, hiçbir mehir de istemem!” diyerek ne kadar gözü tok olduğunu ve müslüman olan bir kocanın, para, mal ve mülkten çok daha kıymetli oluğunu bizlere göstermiştir.

Müslüman olan Ebû Talha ile bu sözü üzerinde sebat ederek evlenmiştir. “Ebû Umeyr” adında, Peygamber Efendimiz’in de çok sevdiği bir oğlu olmuştur. Oynadığı kuşunu kaybedip hüzünlenen küçük çocuğu ziyaret eden Peygamber Efendimiz:

“-Ey Ebû Umeyr, ne oldu senin nügayr (serçecik)!” diyerek ona latife yapmış ve onu tesellî etmiştir.

Ebû Talha’nın biriciği Ebû Umeyr, bir gün hastalanıp vefat etmiş. Eşinin, oğlunu çok sevdiği için bu acıyı kaldıramayacağından endişe eden bu kıymetli hanım, feryad etmeden yavrusunu yıkamış, kefenlemiş, kokular sürmüş, yemek hazırlayıp kocasını beklemiştir. Akşam onun karnını doyurup, gecesini neşe ile geçirmesini sağladıktan sonra, sabah namazına gitmek üzere olan kocasına; “emanet sahibinin malı sahiplenemeyeceğini” misal vererek, onu vereceği habere rûhen hazırladıktan sonra oğlunun vefâtını söylemiştir.

Sabah namazında durumu öğrenen Peygamber Efendimiz, kadere gönülden teslim olmuş bu zeki hanım ve eşini, hayırlı bir evlatla müjdelemiş; ileride doğan çocuğun ismini de “Abdullah” koymuştur. Çocuğun damağına mübarek ağızları ile çiğnedikleri hurmayı koymuş, bereketli bir ömür için duâ etmiştir. Bu duâ hürmetine Abdullah’ın birçok oğlu olmuş, hepsi de ilim ehli kurrâ hâfız olarak İslâm’a hizmet etmişlerdir.

Ümmü Süleym, Hazret-i Âişe ile birlikte Uhud Savaşı’nda yaralılara yardımcı olmak, ashâba su taşımakla meşgul olurken savaşın en şiddetli ânında belindeki hançeri çıkarıp:

“-Yâ Rasûlâllah! Müşriklerden biri sana yaklaşacak olursa, onun karnını bununla yaracağım.” demiştir.

Eline yiyecek ne geçerse, ne pişirirse, hemen Peygamber Efendimiz’i düşünüp yemesi için gönderirdi Ümmü Süleym… Bir gün Efendimiz’e gönderdiği yağ tulumu boş gelmiş, çiviye asılmış. Ümmü Süleym tulumu bir daha kontrol edince dolu olduğunu görüp durumu Efendimiz’e anlatmış. O da:

“-Ey Ümmü Süleym! Allâh’ın kendi Rasûlü’ne ikramda bulunduğu gibi, sana da ikramda bulunmasına şaşırıyor musun? Ye ve Allâh’a şükret.” buyurmuştur.

Aklına takılan soruları sorup sahâbî hanımlara da öğreten bu hanımın sorularına verilen cevaplardan “rüyada kadınların da ihtilam olabileceğini, böyle bir durumda kadının gusletmesi gerektiğini” öğreniyoruz.

İlimde de otorite olan Ümmü Süleym, Zeyd bin Sâbit ile Abdullah bin Abbas arasında geçen fıkhî bir meseleyi, Safiye Vâlidemiz’in başına gelen bir hadiseyi anlatıp:

“-Hazret-i Safiye Annemiz, ziyaret tavafını yapmış, âdet görmüş, Vedâ tavafını yapamadan Medîne’ye dönmüştür.” diyerek çözmüştür.

Ümmü Süleym’in evinde öğle kaylûlesi yapan Peygamber Efendimiz’in mübarek terini alnından toplayıp bir şişeye koyduğu esnada uyanan Allah Rasûlü’ne:

“-Bereket için alnınızda biriken terleri topluyorum.” cevabını vermiş, Peygamber Efendimiz de onun bu muhabbetine tebessüm etmiştir.

ÜMMÜ HARAM -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Enes bin Mâlik’in teyzesi olan Ümmü Haram, Peygamber Efendimiz’in süt halasıdır. Zaman zaman kendisini ziyaret eden Efendimiz, öğleüstü kaylûlesini onun evinde de yapmıştır. Humus’ta eşi ile İslâm’ın yayılması için gayret eden bu hanım, Peygamber Efendimiz’in Kıbrıs’a kadar müslümanların ilerleyeceği haberi üzerine kendisinin de bu orduda olması için Peygamberimiz’den husûsî duâ istemiş, vakti zamanında o harbe katılmış ve 86 yaşında Larnaka yakınlarına kadar geldiğinde, atının tökezlemesi üzerine düşüp şehid olmuştur. “Hala Sultan” türbesinde medfun olup, Kıbrıs’a hâlâ feyiz ve bereket saçmaya devam etmektedir.

ESMÂ BİNTİ UMEYS -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Esmâ binti Umeys, kocası Câfer bin Ebû Tâlib ile “iki hicret sahibi” iltifatına nâil olmuş, Efendimiz’in eşi Meymûne Vâlidemizin kız kardeşidir.

Mekke’de dokuz kız kardeşin hepsi beraber Müslüman oldukları için “îmanlı kız kardeşler” diye meşhur olmuşlardır. Bu kız kardeşlerden Ümmü’l Fadl Hazret-i Abbas ile, Selmâ Hazret-i Hamza ile, EsmâHazret-i Câfer ile Meymune Vâlidemiz ise İki Cihan Güneşi Efendimiz ile evlenmişlerdir. Peygamber Efendimiz’in:

“-Hayber’in fethine mi, Câfer’in gelişine mi sevineyim?!”[8] diyerek sevincini ifade ettiği Habeşistan’dan Medîne’ye dönüşleri, hicretin 7. yılına tekabül etmiştir.

Habeşistan’da cenazelere tabut yapmayı öğrenen Hazret-i Esmâ, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Zeyneb binti Cahş annelerimizin tabutlarını, onların isteği üzerine kendisi yapmıştır. Rızkını deri işi yaparak, deri tabaklayarak karşılayan bu mâhir kadın, Hazret-i Câfer’in vefatından önce de sonra da âlesinin geçimini sağlamış, kimseden hiçbir şey istememiştir.

Örnek evlilikleri olan, çok sevdiği eşi Câfer’i Mûte’de şehid verince kendine hâkim olamamış, ağlayıp dövünmeye başlamış, ancak Peygamberimiz’in şu sözüyle tesellî bulup sâkinleşmiştir:

“-Ey Esmâ! Artık hayat boş deme. Ağzından uygunsuz söz çıkarma, göğsünü de dövme.”

Musibet ânında farkında olmadan söylenen uygunsuz sözlerin, kula yeni bir imtihan kapısının açılmasına sebep olabileceğini fark ederek îtidal ile susmanın nasıl olacağı hususunda da güzel bir muallim olmuştur.

Duâ kapılarının açıldığı, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna maddî ve mânevî büyük ihsanlarda bulunduğu o andaki mânevî lütufları; dövünüp isyan ederek kaybetmemek gerektiğini, cenaze evine üç gün yemek yapılıp gönderilmesi gerektiğini de onun sayesinde öğreniyoruz.

İslâm tarihinde cenaze evine gönderilen ilk yemeğin bu olduğu rivâyet edilmektedir. Üç gün sonra cenaze evine tekrar giden Peygamber Efendimiz; babalarını kaybeden, annelerinin derin üzüntüsü ile ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içindeki Hazret-i Câfer’in yetimlerini görmüş, o yavrular için Esmâ’ya:

“-Bu günden sonra artık kardeşime ağlama. Bu çocukların geçim ve bakımı hakkında da hiç endişe etme. Dünyada ve âhirette onların velîsi benim!..” buyurarak mâtemi bitirmesini istemiştir.

Buradan bütün yetimler için büyük bir rahmet olan, “Dünya ve âhirette yetimler sahipsiz değillerdir, onların velisi Allah Rasûlü’dür.” müjdesi çıkmıştır.

“O hısımlık cihetinden, insanların en şereflisidir.” iltifatına mazhar olan bu güzîde hanım sahâbî:

“-Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisini üzen bir hadise ile karşılaştığında veya sıkıntı ve keder geldiğinde: «Benim Rabbim Allah’tır. O’na hiçbir şeyi ortak koşmam.» buyururdu.” hadîs-i şerîfini bizlere naklederek, sıkıntıdan kurtuluş kelimelerini bizlere öğretme cömertliğini göstermiştir.

ÜMMÜ ÜMÂRE (NESİBE HATUN) -RADIYALLÂHU ANHÂ-

“Nesibe Hatun” diye anılan Ümmü Ümâre, kahramanlığı ile meşhur bir hanım sahabîdir. Akabe’de ilk biat eden iki hanımdan biridir. İki oğlu ve kocası ile birlikte Uhud’da Peygamber Efendimiz’in etrafını saran müşriklerle çarpışıp on iki-on üç yerinden yaralanan ve yarasının tedavisi bir yıl süren bu kıymetli sahâbî hanım için Peygamber Efendimiz:

“-Uhud Günü ne zaman sağıma, soluma baksam beni korumak için çarpışan Nesibe’yi görüyordum.”[9] buyurmuştur.

Yaralandığı hâlde oğlunun yarasını sarıp tekrar savaşmaya teşvik eden bu mübarek hanım, Peygamber Efendimiz’in husûsî iltifatını almıştır. Kendisi yaralandığında ise Peygamberimiz Ümmü Ümâre’nin oğlu Abdullah’a:

“-Annenin yarasını sar.” buyurduktan sonra kutlu âileye şu müjdeyi verir:

“-Ev halkınızı Allah mübarek kılsın! Senin ve annenin makamı, filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin âilenize rahmet etsin.”

Nesibe Hatun bu müjdeleri duyunca Efendimiz’e:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Duâ et de cennette Sana komşu olalım.” ricasında bulunmuş, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hemen:

“Allâh’ım! Bunları cennette bana komşu ve arkadaş eyle!” diye duâ etmiştir.

ESMÂ BİNTİ YEZİD -RADIYALLÂHU ANHÂ-

Peygamber Efendimiz’in etrafındaki sahâbî hanımlar, eli açık, cömert hanımlardı. Efendimiz’e sürekli hizmet etmek ve ikramda bulunmak isterlerdi. Evlerinde bulunan yiyecek ve içeceklerden fırsat buldukça Efendimiz’e gönderirlerdi.

Esmâ binti Yezid de bir mescit çıkışı evinde bulunan ekmek ve kuru üzümü, yesin diyerek Efendimiz’i evine davet eder. Arkadaşları ile birlikte dâvete icabet eden Peygamber Efendimiz, bu mütevâzi sofrada bulundukça ekmek de üzüm de bereketlenmiştir.

“-Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, gözlerimle gördüm. Kırk kişilik cemaat; ne ekmeği, ne üzümü bitiremediler. Kırbadan da su içtiler. Biz âile halkı olarak bu kırbadan artan suyu içer, şifa bulurduk. Rızkımıza bereket gelmişti.” buyuran bu mübarek hanım, hanım sahâbîler arasında açık sözlülüğü, düzgün konuşması ile tanınmıştır.

Medîneli hanımlar, Peygamber Efendimiz’e bir şey soracakları zaman onu temsilci olarak gönderirlerdi. “Hatîbetü’n-Nisâ” yani “hanımların hatibi” lakabıyla anılan bu hanım, bir gün Peygamber Efendimiz’e:

“-Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ben Sana hanımların elçisi olarak geldim. Allah, Seni bütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. Biz Sana ve Senin Rabbine îman ettik. Biz kadınlar evlerimizde oturmakta, beylerimizin isteklerini yerine getirmekte ve çocuklarımızı büyütmekteyiz. Siz erkekler ise, Cuma namazı kılmak, câmiye ve cemaate çıkmak, hastaları ziyaret etmek, cenazelerde bulunmak, birden fazla hacca gitmek gibi hususlarda bize üstün kılındınız. Daha önemlisi de Allah yolunda cihad etmek gibi fazilete nâil kılındınız. Bir erkek, hac veya umre için yahut düşmanla savaşmak üzere yola çıktığı vakit, biz mallarını korur, iplik eğirip elbiselerini temizler ve dikeriz. Çocuklarını büyütürüz. Bu hizmetlerimizle biz de erkeklerin kazandığı hayır ve sevaba ortak mıyız?” diye sorar.

İki Cihan Güneşi Efendimiz bu sözleri dikkatle dinleyip:

“-Siz bir kadından, dînî konularda sorduğu bir soruda bundan daha güzel, daha veciz bir söz işittiniz mi?” buyurup:

“-Ey hanım, dinle ve seni buraya temsilci olarak gönderen hanımlara da iyice anlat. Bir kadın, kocasıyla güzel geçinip onun hoşnutluğunu, rızâsını kazanırsa; bu saydığın üstün amellerin hepsine denk iş yapmış olur. Aynı sevabı elde eder.”[10]

Bu müjdeli haberle bütün sahâbî hanımları bayram etmişler. Artık ev işlerini bir yük değil, sevap kazandıran bir ibadet olarak görmüşlerdir.

Peygamber Efendimiz’in hayatına dokunan ve burada sadece birkaçını anlatabildiğimiz bu muhterem hanımlar, benzersiz bir nümûne ve ümmete rahmet olmuşlardır. Her birine çok şeyler borçluyuz. Rabbim hepsi ile cennette sohbet etmeyi, şefaatlerine erebilmeyi bizlere nasip etsin inşâallâh… Âmîn.

DİPNOTLAR

[1] Buhârî, Îman, 8.

[2] Bkz: Hâkim, III, 116-117; Heysemî, IX, 256-257; Ya’kûbî, II, 14.

[3] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 118.

[4] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 314.

[5] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 293.

[6] Ebû Dâvûd, Lİbâs, 31/4103.

[7] Bkz: Buhârî, Şurût, 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 326; Vâkıdî, II, 613.

[8] İbn-i Hişâm, es-Sîre, IV, 3.

[9] İbn-i Hâcer,el-İsâbe, IV, 479; Vâkıdî, I, 271-273.

[10] İbn-i Asâkir, Târihu Dımaşk, VII, 363-364; Beyhakî, Şuâb, VI, 421; Heysemî, IV, 305.

Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, Sayı: 165

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.