Peygamberimizden Vefa Örnekleri

Vefa, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir nişanesidir, dostluk borcudur. Vefa, sözünün eri olmaktır, hatırlamaktır, iyiliği unutmamaktır, kendi sorumluluğunu hissetmektir. Vefa, Müslümanın en belirgin özelliklerindendir. Allah insanı, iman ve amel noktasından sözünü tutacak fıtratta yaratmıştır. Vefasızlık bu anlamda fıtrata ters düşmektir. Sevgimizi sürdürmemize ve dostluğumuzu arttırmamıza vesile olan vefa duygusu hakkındaki görüşlerini paylaşan Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, vefayı Peygamber Efendimiz' -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-den örnekler vererek anlattı.

Efendim; Vefâ nedir? Peygamber Efendimiz’in hayatından vefâ tezahürleriyle misallendirerek bu konuda bizleri aydınlatır mısınız?

Vefâ, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir nişânesi ve bir dostluk borcudur. Müslüman şahsiyetine ait şiarların en mühimlerinden biridir. Peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere âit bir husûsiyet olarak, beşerî hayata seviye kazandıran mânevî bir haslettir.

"PEYGAMBERİMİZDEN VEFA MİSALLERİ"

ANNE BABAYA VEFA

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in hayatı, baştanbaşa vefâ tezâhürleriyle doludur. Meselâ Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, “anne-babaya karşı vefâ”ya ayrı bir ehemmiyet vermiştir.

Nitekim bir defasında uzun bir yolculuğun ardından kendisiyle birlikte cihâda katılmak maksadıyla yanına gelen ve;

“‒Anne-babamı ardımdan ağlar bırakıp Sana geldim yâ Rasûlâllah!” diyen bir gence;

“‒Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 31; Nesâî, Biat, 10; İbn-i Mâce, Cihâd, 12)

Bir keresinde Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-, Mekke yolunda bir bedevî ile karşılaşır. Ona selâm verir, binmekte olduğu merkebe onu bindirir, başındaki sarığı da ona giydirir.

Bu manzaraya şahit olan Abdullah bin Dînar, İbn-i Ömer’e;

“‒Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah bin Ömer ona şu şekilde cevap verir:

“‒Bunun babası, babam Ömer bin Hattâb’ın dostu idi. Ben Rasûlullâh’ın şöyle dediğini işittim:

«İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun âilesini kollayıp gözetmesidir.»” (Müslim, Birr ve Sıla, 11-13)

ÇÜNKÜ O HATİCE'NİN ARKADAŞIYDI

Bir gün Sevgili Peygamberimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Âişe ile beraberken huzûr-i saâdetlerine ihtiyar bir hanım gelir. Allah Rasûlü ona adını sorar. O da; “Cessâme el-Müzenî” diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, “çirkin” mânâsına gelen bu adı, “güzel” anlamındaki yeni bir isimle değiştirerek, “Hayır, senin adın «Cessâme» değil, Hassâne el-Müzenî’dir.” buyurur. Sonra da ihtiyar kadına hâlini hatırını sorar, pek çok iltifatlarda bulunur. Yaşlı hanım gittikten sonra Allah Rasûlü’nün ona gösterdiği ihtiram, ilgi ve alâkası dikkatinden kaçmamış olan Hazret-i Âişe merak ederek;

“‒Bu yaşlı hanım kimdi yâ Rasûlâllah?” diye sorar. O da;

“‒Hatice’nin arkadaşı olup onun sağlığında bize gelip giderdi. Kuşkusuz ahde güzel bir şekilde vefâ göstermek îmandandır.” buyurur. (Hâkim, Müstedrek, I, 20)

EBU LEHEB'iN CARİYESİNE VEFA

Peygamber-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in, Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe’ye duyduğu vefâ hisleri de çok muhteşemdir. Nitekim Süveybe, sık sık Efendimiz’i ziyarete gelir, Allah Rasûlü de ona hep izzet ve ikramda bulunurdu. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Hazret-i Hatice ile evlendikten sonra Hazret-i Hatice de Süveybe’ye hürmet ve ikramda bulunmuştur. Efendimiz’in Medîne’ye hicretinden sonra Ebû Leheb tarafından âzâd edilen Süveybe’ye Peygamber Efendimiz, Hayber’in Fethi’nden sonra ölünceye kadar bakmış, onun bütün ihtiyaçlarını karşılamıştır. Süveybe’nin vefat haberi kendisine ulaşınca da ikram etmek için yakınlarını soruşturup, araştırmıştır. (İbn Abdilber, İstîâb, I, 27-28)

KENDİSİNE TÂBİ OLAN İLK DOSTA VEFA

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in, dostlarına karşı gösterdiği vefakârlık örnekleri de dillere destan olmuştur.

Bir gün Hazret-i Ebû Bekir -Radıyallâhu Anh-, diz kapağı görülecek şekilde elbisesinin eteğini toplayarak büyük bir telâşla Allah Rasûlü’nün huzûruna gelmişti. Hazret-i Ebû Bekir selâm verdi ve;

“‒Yâ Rasûlâllah! Hattâb oğlu Ömer’le tartıştık. Ben biraz ileri gittim. Ancak sonra pişman oldum, Ömer’den özür diledim, fakat kabul etmedi. Ben de Sana geldim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz üç kere;

“‒Allah seni bağışlasın Ebû Bekir!” buyurdu.

Önce Hazret-i Ebû Bekir’in özrünü kabul etmeyen Hazret-i Ömer de pişman olmuş ve onun evine gitmişti. Evde olmadığını öğrenince de Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldi ve selâm verdi. Hazret-i Ebû Bekir de o esnada mescitte idi. Ancak Peygamber Efendimiz’in ona karşı tavrı değişikti. Bunu fark eden Hazret-i Ebû Bekir endişelendi, dizleri üzerine çöktü ve;

“‒Yâ Rasûlâllah! Vallâhi, ben ileri gittim.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber orada bulunan herkese hitâben şöyle buyurdu:

“‒Şüphesiz ki Allah, beni size peygamber göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hiçbiriniz beni tasdik etmemiştiniz. Ebû Bekir ise; «Doğru söyledin.» demiş ve bana canıyla malıyla yâr ve yardımcı olmuştu.”

Sonra Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şu sözleri iki defa tekrar etti:

“‒Şimdi sizler dostumu bana bırakırsınız değil mi?”

Bunu işiten ashâb, Hazret-i Peygamber’in hatırı için Hazret-i Ebû Bekir’e özel bir saygı göstermeye başladı ve bir daha onu hiç kimse incitmedi. (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 5)

 PEYGAMBERİMİZ HABEŞ KRALI NECAŞİ'YE VEFA İÇİN ELÇİLERE HİZMET ETTİ

Sevgili Peygamberimiz, dosta yapılan iyiliğe bizzat ve en güzel şekilde karşılık vermeyi de vefânın gereği olarak addetmişlerdir.

Nitekim Habeşistanʼdan Necâşî’nin gönderdiği heyet, bir gün Hazret-i Peygamber’i ziyarete gelmişti. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kalkıp kendisi onlara hizmet etmeye başladı. Bunu gören ashâbı;

“‒Yâ Rasûlâllah, Siz bırakın, Sizʼin yerinize biz yaparız.” dediler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- duygularını şu şekilde ifâde etti:

“‒Onlar benim ashâbıma iyilik yaptılar, ben de bizzat onlara iyilik yapmak istiyorum.”(İbn Kesîr, Bidâye, III, 99)

Zira gelen heyete yapılacak olan ikram ve iltifat, onların şahsında bizzat devlet başkanı olan Necâşî’ye iltifat olacaktı. Peygamber Efendimiz de onlarla bizzat ilgilenerek zor zamanda kendisine ve ashâbına yapılan iyiliğe ne kadar değer verdiğini göstermiş ve vefakârlığın en güzel misâlini sergilemiştir.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- dâvâsı uğrunda şehid olanların geride bıraktıkları çoluk çocuklarına ve yakınlarına da büyük bir şefkat ve merhamet göstermiş, onlara sahip çıkmış, böylece onlara karşı da vefakârlığını sergilemiştir.

Allah Rasûlüʼnü, Medîne’de kendi evinden sonra en çok Ümmü Süleym’in evine gittiğini gören sahâbe-i kirâm, bunun sebebini merak etmişler, Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimiz de;

“Ben ona merhamet ediyorum, çünkü onun kardeşi (Bi’r-i Maûne’de) benim (ashâbımla beraber şehid edilenler) arasında idi.” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 38)

DÜŞMANLARINIZ DÜŞMANIM, DOSTLARINIZ DOSTUMDUR

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in yüksek vefâsıyla alâkalı son olarak da şunu zikredelim:

Akabe beyʼatlerinde Medîneli heyetin içerisinde bulunan Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân;

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, bizimle Sen’in kavmin arasında anlaşma var. Biz bu şekilde Sana söz verince anlaşmayı ortadan kaldırıyoruz. Biz Sana beyʼat edip söz verdikten sonra, Allah Sana tekrar kavmine dönecek güç ve kuvveti verirse, Sen’in onlara dönüp bizi bırakmandan endişe ederiz.” demesi üzerine, Sevgili Peygamberimiz gülümsedi ve ona şu cevabı verdi:

“‒Kanınız kanım, mezarlığınız mezarımdır. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Düşmanlarınız düşmanım, dostlarınız dostumdur.”(İbn-i Hanbel, III, 461)

Aynen de böyle oldu. Tarih; Allah Rasûlü’nün sözüne sâdık kaldığına, kendisine kucak açanlara karşı hiçbir zaman vefakârlıktan ayrılmadığına, kendisine yapılan iyiliği aslâ unutmadığına şahitlik etti. Bir gün Mekke’yle beraber bütün Arap Yarımadası’na hâkim olmasına rağmen, doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’ye geri dönmedi. (Müslim, Zekât, 133) Söz verdiği gibi vefat edinceye kadar hep Medîne’de ikâmet etti, orada vefat etti ve oraya defnedildi.

MEHMED AKİF'TEN VEFA ÖRNEĞİ

Vefâ bahsinde Mehmed Âkif merhumun şu hatırasını da anlatmadan geçemeyeceğim:

Mehmed Âkif, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi dâvet etmiş. Yaşlı hocaefendi bu dâvete biraz geç gelmiş ve gecikme sebebi olarak da Vefâ Yokuşu’ndan çıkışının biraz vakit aldığını söylemiş. Merhum Âkif de bu yerinde mâzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar şekilde şöyle cevaplamış:

“–Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi? Şimdiki nesil, o yokuşu çoktan düzledi.”

Âkif merhum, bugünkü toplumumuzu görse, kimbilir bu duygusuzluk karşısında nasıl feryat ederdi. Bugün insanlar, izleri silinmiş, unutulmaya yüz tutmuş iyilikleri, nefsânî arzularının galebesi sebebiyle hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle vefâ kelimesi, âdeta lügatte bir kelime ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Osman Nuri Topbaş / Genç Dergi Yıl: 2014 Ay: Haziran Sayı: 93

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Teşekkürler. Odevime yardımcı oldun. :)

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.