Peygamberimiz Nasıl Şükrederdi?

Peygamber Efendimiz nasıl şükrederdi? Peygamberimizin şükrü...

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, kendisine en küçük bir iyiliği dokunan kimselere bile ne kadar büyük bir şükrân duygusu içinde bulunduğunu göstermesi açısından şu hâdise ne kadar ibretlidir:

TEŞEKKÜR ETMENİN FAZİLETİ

Muhammed bin Mesleme (r.a.) şöyle der: Bir gün Resûlullah’ın yanında idik. Efendimiz Hassân bin Sâbit’e:

“– Ey Hassân! Bize câhiliye şiirlerinden, Allah’ın okunmasına müsaade ettiği bir kaside okur musun?” buyurdu. O da A’şâ’nın Alkame bin Ülâse’yi hicveden bir şiirini okudu. Allah Resûlü:

“– Ey Hassân, bu şiiri benim meclisimde bir daha okuma!” buyurdu. Hassân:

– Yâ Resûlallah! Beni, Kayser’in yanında bulunan müşrik birini hicvetmekten mi menediyorsun? diye şaşkınlığını ifâde edince Efendimiz:

“– Ey Hassân! İnsanlara en çok teşekkür eden kimse, aynı zamanda Allah’a da en çok şükreden kimse olur. Kayser Ebû Süfyan’a beni sordu. O, hakkımda iyi şeyler söylemedi. Alkame’ye sorduğunda ise o benden güzel bir şekilde bahsetti.” buyurdu.

Allah Resûlü, büyük bir kadir-şinaslık sergileyerek, Alkame’ye olan şükranlarını ifâde etmiştir. (Ali el-Müttakî, III, 738-739)

TEŞEKKÜR ETMENİN ÖNEMİ

Hz. Ayşe’nin rivayet ettiği şu hâdise de insanlara teşekkür etmenin ehemmiyetini ortaya koymaktadır:

Resûlullah bana sık sık:

“– Ey Ayşe ezberindeki beyitlerden biraz okur musun?” buyurur, ben de:

– Hangi beyitleri istiyorsun yâ Resûlallah! Hâfızamda birçok şiir var, derdim.

“– Şükür hakkındakilerden!” buyururdu. Bir defasında: “Anam babam sana fedâ olsun şair şöyle demiştir.” dedim ve yaptıkları iyiliklere karşı insanlara teşekkür etmenin güzelliğinden bahseden bir şiir okudum. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle dedi:

“– Ey Ayşe! Cibrîl’in bana haber verdiğine göre, Allah Teâlâ kıyamet günü mahlukatı haşrettiğinde, bir başkasından iyilik gören kuluna:

– Sana iyilik eden kuluma teşekür ettin mi? buyurur. O da:

– Ey Rabbim! Bana dokunan iyiliğin Sen’den geldiğini bildiğim için sadece Sana şükrettim, der. Allah Teâlâ ise:

– Bu iyiliklerin sana ulaşmasına vâsıta kıldığım kuluma teşekkür etmedikçe Bana şükretmiş olmazsın! buyurur.” (Ali el-Müttakî, III, 741-742)

Şükür, dil ve kalp ile olursa eksik kalır. Tam bir şükür bunlara fiili de ilâve etmek sûretiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ her şeyi bir gâye ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir maksatla ihsân etmiştir. İnsana verilen hayat, îmân, rızık, sağlık gibi nimetler onun Allah’a şükretmesi ve yolunda hizmet etmesi içindir.

“Allah sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (en-Nahl 16/78) âyeti bunu göstermektedir. Allah insana baş verir, şükür olarak secde ister; ayak bağışlar, şükür olarak da hizmet ve ibâdet ister.

ALLAH’A ŞÜKRETMENİN ANLAMI

Şükür aynı zamanda, kulun Allah’a karşı edep ve saygısını ifâde eden ve Allah nezdindeki değerini yükselten ahlâkî hasletlerden biridir. Buna rağmen, bu hissiyâtı taşıyan insanlar oldukça azdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ey Dâvûd ailesi, (Allâh’a) şükür için çalışın! Kullarımdan hakkıyla şükredenler ne kadar da azdır!” (Sebe’ 34/13) Çünkü insan, çok çabuk unutan ve dünyâya hemen meyleden bir varlıktır. Kâmî Ahmed Çelebi, Allah’ın mârifetini ve rızâsını isteyen, ona lâyık-ı vechile şükreden, hevâ ve hevesine uymayan yani istenen kıvamda olan insanların azlığını ne güzel ifâde etmiştir:

“Men aref” esrârına âgâh olan yüzbinde bir

Taht-gâh-ı mârifette şâh olan yüzbinde bir

Lafla dâvây-ı irfân eyleyen çoktur velî

Fi’l-hakîka ârif-i bi’llâh olanlar yüzbinde bir

Mâsivâ tasvîrini elvâh-ı hâtırdan silip

Kalb-i pâki ayn-ı beytullâh olan yüzbinde bir

Jengden hâli olup rûşen-sarây-ı sînesi

Pâdişâh-ı aşka menzil-gâh olan yüzbinde bir

Ben de sultanım diyen âlemde bî-hadd ü hisâb

Bende-i dergâh-ı ehlullâh olan yüzbinde bir

Vâdi-i nefs-i hevâsında tekâpû etmeyüp

Râh-ı Hak’ta aşk ile hemrâh olan yüzbinde bir

Dem uranlar çok ammâ aşktan Kâmî gibi

Cân-ı dilden âşıkullâh olanlar yüzbinde bir.

İnsanın sabır ve şükür başta olmak üzere güzel hasletleri kazanabilmesi için büyük bir mücâhede ve gayret içinde olması gerekir. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:

“Senin nefis merkebin kaçmıştır. Onu mücâhede kazığına bağla! O daha ne zamana kadar insanlık ve ibâdet yükünü taşımaktan kaçacak? İster yirmi yıllık yol olsun, ister otuz yıllık, isterse iki yüz yıllık, ona sabır ve şükür yükünü yüklemek, ona bu yükü taşıtmak gerekir. Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmedi. Hiç bir kimse de ekmediğini biçmedi.” (Mesnevî, c. II, beyt: 729-731)“Akla uygun olan da, nimet verene şükretmektir. Eğer şükredilmezse ebedî olarak öfke kapısı açılır.”(Mesnevî, c. III, beyt: 2671)

Hz. Süleyman (a.s.) ve Şükür

Hakîkatte, Allah Teâlâ’nın kimsenin şükrüne ihtiyâcı yoktur. O’nun ilâhlığı, yüceliği ve hâkimiyeti herhangi bir kimsenin şükrü veya küfrü ile ne bir derece yükselir ne de bir derece eksilir. O, bizzat kendisi her şeye hâkimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak Süleyman’ın (a.s.) dilinden bu hakîkati şöyle ifâde eder:

“Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Rabbim, kimsenin şükrüne muhtaç değildir; O, lütuf ve kerem sâhibidir.” (en-Neml 27/40)

Şükredenlere üstün nimetler ve Allah’ın kurbiyeti lutfedilirken, şükretmeyenlerden de güzellik, hüner ve mârifet alınır. O kadar ki artık onda bu güzel hasletlerden bir iz bile kalmaz.

PEYGAMBERİMİZİN ŞÜKRÜ

Sevgili Peygamberimiz her hâl ve hareketinde hamd ve şükür hâli içinde bulunmuştur. Hz. Ayşe onun bu durumunu şöyle anlatır; Nebî, gece ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ona:

– Niçin böyle yapıyorsun ey Allah’ın Resûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatâlarını bağışlamıştır, dediğimde:

“– Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 48/2)

Resûlullah bu sözleriyle, Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmiş olduğu nimetlerin, kulluğu azaltmaya değil, aksine teşekkürü artırmaya vesile kılınması gerektiğini bildirmiştir. Kulun hiç günahı olmasa dahî, lutfedilen ilâhî nîmetlere şükredebilmesi tâkatinin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfâr etmek, kulluğun zarûretindendir. Böylece insan, kulluğa devam ile şükrünü ve Allah’a yakınlığını artırır. Efendimiz’in bu ulvî duygularına Mevlânâ’nın şu sözleri ne güzel tercümân olmaktadır:

“Nimete şükretmek nimetten daha hoştur. Şükrü seven kimse şükrü bırakır da nimet tarafına gider mi? Şükretmek nimetin canıdır. Nimet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni dostun kapısına ancak şükür götürür. Nimet insana gaflet verir. Şükretmek ise uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür tuzağı ile nimet avla.(Mesnevî, c. III, beyt: 2895-2897)

Hz. Ali’nin de bu konuda şöyle bir sözü vardır:

“Bazı insanlar bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur. Bazıları da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur. Diğer bir kısmı ise şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, tüm menfî duygulardan kurtulmuş seçkin kimselerin (havâssın) kulluğudur.”

Böylesi şükür duyguları içinde bulunan kimseleri Allah mükâfatlandıracağını bildirerek şöyle buyurmaktadır:

“…Kim dünyâ sermâyesini isterse, ona ondan veririz. Kim de âhiret sevâbını isterse ona da ondan veririz. Şükredenlere gelince, onları mutlaka mükâfâtlandıracağız.” (Âl-i İmrân 3/145)

Şükretmenin Faydaları Nelerdir?

İnsan, zenginlik ya da güç sâhibi olduğunda umûmiyetle zalimleşmeye, zorbalaşmaya ve vicdansızlaşmaya meyleder. Şükür ise insanı azgınlaşmaktan koruyan güzel bir ahlâkî vasıftır. Zîrâ şükür şımarıklığa, aşırılığa, dolayısıyla nimetin zevâline engel olma gayretidir. Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti Allah vermiştir ve bunları O’nun istediği şekilde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, mülk ve hâkimiyet verilen Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.) gibi Peygamberlerin tevâzû ve olgunluklarının esâsı bu inançtır. Elindeki mülk nedeniyle azgınlaşan Kârun’un hazin akıbete uğramasının asıl sebebi de bu anlayıştan mahrum olup şükretmeyi bilmemesidir. [1]

Şâyet bir mü’min, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlık yapmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle ortaya koyabilirse, Allah da ona daha fazla nimetler ihsân eder. “…Zât-ı ulûhiyetime yemin ederim ki, eğer şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırır da artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azâbım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm 14/7) âyeti bunu ifade etmektedir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, insana verilen en büyük nimetler arasında şükreden bir kalbi zikretmiştir. Sevbân (r.a.) şöyle anlatır:

«…Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azâbı müjdele!» (et-Tevbe 9/34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Ashaptan bâzısı; «Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz.) Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?» dedi. Resûlullah şu cevabı verdi:

«– Sâhip olunan şeylerin en efdali zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.» (Tirmizî, Tefsir, 9/9)

Allah’a Karşı Daima Şükredilmeli

Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına, günlerce çektikleri açlıktan sonra yedikleri bir öğün yemekten bile kıyâmette hesâba çekileceklerini bildirir ve bu nimetten dolayı, Allah’a karşı şükür hissiyâtı içinde olmak gerektiğini ifâde ederdi. Zâten o, nâil olduğu her nimet için, az veya çok demeden dâimâ bir şükür içerisinde bulunurdu. Şâirin şu beyti, Efendimiz’in bu hâlini bir nebzecik olsun anlatmaktadır:

Bazı kimseler güllerin dikeni olduğundan yakınırlar.

Ben ise, dikenlerin gülü olduğuna şükrederim.[2]

Allah Resûlü kendisinde bulunan nimetlerin başkalarında olmadığını müşâhede ettiğinde, hemen Allah’a şükrederdi. Nitekim bir defâsında kötürüm bir hastanın yanına uğrayıp onun hâlini gördüğünde, hemen hayvanından inerek şükür secdesine kapanmıştır. (Heysemî, II, 289) Kadir kıymet bilmek ve gördüğü iyiliğe teşekkür etmek, olgun insanların vasfıdır. Âlemlere Rahmet Efendimiz ümmetinin nâil olduğu bir rahmet-i ilâhiye karşısında da hemen şükür için secdeye varmıştır. Bu husûstaki bir müşâhedesini Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) şöyle anlatır:

“Bir gün Resûlullah ile beraber Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denen yere yaklaştığımızda Resûl-i Ekrem Efendimiz bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre dua etti, daha sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Bunu üç defa tekrarladı. Nihayetinde şöyle buyurdu:

«Rabbim’den dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbim’e şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbim’den ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbim’e şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbim’den ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbim’e şükretmek üzere tekrâr secdeye kapandım.» (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162)

İnsanı sevindiren her nimet ve geride bırakılan her sıkıntı, bir şükrü gerekli kılar. Esâsen, Sa’dî-i Şîrâzî’nin dediği gibi biri aldığımız diğeri de verdiğimiz için olmak üzere, her nefeste iki şükür borcumuz vardır. Buna güç yetiremeyeceğimize göre, en azından Allah’ın bizden istediği farz ibadetlere ilâveten, Resûlullah Efendimiz’in yaptığı nâfilelere müdâvim olmalıyız. Ayrıca nîmetlere kavuştuğumuzda veya bir musîbetten kurtulduğumuzda da Allah’a şükür secdesine kapanıp kulluğumuzu ve minnettarlığımızı arzetmeliyiz. Böyle zamanlarda yoksullara ve ihtiyaç sâhiplerine yapılan yardımlar da Allah rızâsı için kılınan namazlar gibi birer şükür ifadesi olur.

PEYGAMBERİMİZİN ŞÜKRÜNDEKİ İNCELİĞİ

Abdurrahmân bin Avf (r.a.) Peygamber Efendimiz’in Allah’ın ikram ve ihsanlarına karşı şükründeki inceliğini gösteren diğer bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

“Bir defâsında Resûlullah mescidden çıkmıştı. Ben de onu hissettirmeden tâkip ettim. Bir hurma bahçesine girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki vefât etti sandım. Hemen yanına vardım, eğilip yüzüne bakmaya başladım. Başını kaldırdı ve:

«– Ne oldu ey Abdurrahmân?» diye sordu.

– Yâ Resûlallâh! Secdeyi o kadar uzattınız ki vefât ettiniz diye korktum ve hemen yanınıza geldim, dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

«– Bahçeye girdiğimde Cebrâil ile karşılaştım. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu müjdeledi; “Kim sana selâm verirse ben de ona selâmet veririm. Kim sana salavât getirirse, ben de ona salât ederim. (Bunun için Rabbime şükür secdesi yaptım)» buyurdu.” (Hâkim, I, 344)

PEYGAMBERİMİZİN HAMD VE ŞÜKRÜNÜ ARTIRMASININ SEBEBİ

Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke fethi sonrasında Allah’a karşı şükrünü ve hamdini daha da ziyâdeleştirerek:

“Ben Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim.” zikrini, namazlarında, özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hz. Ayşe bunun sebebini sorunca Efendimiz; “Rabbim bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)

Peygamber Efendimiz’in bu hâli bize, yardım görmek, fetihlere nâil olmak ve dîni tebliğde başarılı olmak gibi en mühim hizmetlerin dahi zirvesinin tesbih ve şükür olduğunu öğretmektedir.

Yüce Rabbimiz’in üzerimizdeki nimetlerini, saymakla bitiremeyiz. Bu nedenle bize, Mevlânâ ile hem-zebân olup (aynı dili paylaşıp); “Ya Rabbi, Sana şükürler olsun! Beni ansızın gamdan âzâd ettin. Bedenimde her kılın bir dili olsa da hepsi ile Sana şükretse, yine de şükrünü yerine getiremez.” (Mesnevî, c. V, beyt: 2314-2315) demek düşmektedir.

Dipnotlar:

[1] Ka­sas Sû­re­si’nde bil­di­ri­len Kâ­run sâ­lih bir kul iken, se­fil bir gâ­fil ve re­zil bir âsî ola­rak ebe­dî sa­âde­ti­ni pe­rî­şân et­miş­tir. Ce­nâb-ı Hak, onu, da­ya­nıp gü­ven­di­ği ve sır­tı­nı yas­la­ya­rak bö­bür­len­di­ği ser­ve­tiy­le be­ra­ber ye­rin di­bi­ne ge­çir­miş­tir. Han­gi mâ­ne­vî ma­kam, mer­te­be ve üs­tün­lük olur­sa ol­sun, her hâ­lü­kâr­da kul­la­rın için­de­ki ne­fis­ dâimâ pu­su­da bek­le­mek­te ve fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz gö­nül­le­ri hüs­râ­na uğ­ra­ta­bil­mek­te­dir. [2] Diğer bir ifadeyle, “Gülün dikenlerinden şikâyetçi olmak yerine, dikenler arasında gül gibi bir çiçeği yarattığı için Rabbin’e şükretmelisin.”

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HAYATI

Peygamber Efendimiz’in Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.