Peygamber Efendimiz’in Yetiştirdiği Öğretmen ve Tebliğciler

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yetiştirdiği muallim ve mübelliğler kimlerdir?

Resûlullâh, fiilî ve sözlü teblîğâtıyla İslâm’ı bizzat insanlara ulaştırırken yetiştirdiği muallim ve dâvetçiler vasıtasıyla daha şümullü bir tebliğ faaliyetine girişmiştir. Feyizli sohbetlerinde gönüllerini kutsî ilimlerle ve manevi nûrlarla dolduran istidâtlı ve kâbiliyetli ashâbını, hem Mekke-Medine sınırları içinde hem de çevre beldelerde İslâm’ı hâlleriyle ve sözleriyle öğretmek üzere vazifelendirmiştir. Çevre kabilelerden ve bölgelerden gelen İslâm’ı öğrenme taleplerine cevap vermek üzere irşad heyetleri göndermiştir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ ÖĞRENCİLERİNİ NEREDE YETİŞTİRDİ?

Peygamberimiz hicretten sonra Mescid-i Nebevî’ye bitişik gölgelikte bir medrese açarak burada ihtiyacı olan dâvetçi ve muallimleri yetiştirmeye başlamıştı. Bu medresede talim ve terbiye gören kimselere “Ashâb-ı Suffe” denilmekteydi. Bunların başmuallimi Peygamber Efendimiz idi. Ashâb-ı kiramdan da Abdullah bin Mesud, Übey bin Ka’b ve Muaz bin Cebel gibi liyâkatli hocalar burada ders veriyorlardı. Bunların maddî manevî bütün ihtiyaçlarını Resûlullâh karşılar, ashâbın zenginlerini de onlara yardıma teşvik ederdi.

Ashâb-ı Suffe, sürekli Peygamberimiz’in yanında bulunup ilim tahsiliyle meşgul oldukları için dinin ahkâmını, Kur’ân ve Sünnet’i iyi bir şekilde öğreniyorlardı. Medine dışındaki yeni Müslüman olmuş veya olacak kabileler, muallim ve mürşid istedikçe Peygamberimiz onlara umûmiyetle Ashâb-ı Suffe’den bazılarını gönderirdi. Bu bakımdan onlar İslâm’ın tebliğinde ve yayılmasında önemli rol oynamışlardır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN YETİŞTİRDİĞİ ÖĞRETMEN VE TEBLİĞÇİLER

Fahr-i Kâinât Efendimiz, İslâm’ı tebliğe başladığı ilk günden itibaren, kendisine inanıp bağlanan her ferdi aynı zamanda bir mübelliğ olarak telakki ediyordu. Nitekim Vedâ hutbesinin sonunda:

“Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. Belki kendisine bilgi ulaştırılan kimse, onu bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbik eder” buyurmuştur. (Buhârî, Edâhî, 5)

Sevgili Peygamberimiz’in bu talimatları istikâmetinde hareket eden o seçkin insanlar, Alemlerin Efendisi’nin müsâadesiyle birer kandil gibi etraflarını aydınlatmışlardır.

Bu güzide insanların önde gelenlerinden biri Hz. Ebûbekir Sıddîk idi. O İslâm’a girip Müslümanlığını açığa vurunca hemen insanları Allah’a dâvete başladı. Hz. Ebûbekir, kavmiyle kaynaşan yumuşak huylu ve çok sevilen biri idi. Huyu güzel, doğru ve dürüst bir tüccardı. Bilgili ve hoş sohbet olduğu için pek çok hususta insanlar yanına gelir, görüşlerinden istifâde ederlerdi. O da uygun gördüğü kimseleri Allah’a ve İslâm’a dâvet ederdi. Onun delâletiyle Zübeyr bin Avvâm, Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Abdurrahmân bin Avf gibi ashâbın önde gelen sîmaları Müslüman olmuşlardır. (İbn-i Kesir, el-Bidâye, III, 80)

İkinci Akabe bey’atinde Sevgili Peygamberimiz’le görüşen on iki müslüman Medîne’de İslâm’ı yaymaya başlamışlardı. Bir müddet sonra Ensâr bir mektup yazıp elçi ile Allah Resûlü’ne gönderdiler. Mektupta şöyle bir talep mevcuttu:

“Yâ Resûlallâh! Bize dînimizi öğretecek ve Kur’ân’ı okutacak bir muallim gönder!”

Bunun üzerine Resûlullâh, Medine’de İslâm’ın öncüsü olmak ve halka İslâm’ı tebliğ etmek üzere Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirdi. (İbn-i Sa’d, I, 220; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 52)

Peygamber aşığı bu genç sahâbi, insanlara Allah’ın dinini anlatmak için gecesini gündüzüne katarak çalışmaya başladı. Müslümanlığı ilk kabul edenlerden biri Es’ad bin Zürâre oldu ve çalışmalarında Mus’ab’a yardım etti. Siyer kaynaklarından nakledeceğimiz şu bilgiler, Mus’ab’ın Medîne’deki tebliğ siyâsetini ve insanlara karşı muâmelesindeki metot ve başarısını ne güzel ortaya koymaktadır:

Es’ad bin Zürâre bir gün Mus’ab bin Umeyr’i yanına alarak Zafer oğullarının bahçesindeki kuyunun başına oturdu. Abdüleşhel oğulları kabilesinin önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu işitince Üseyd bin Hudayr’a:

– Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve kendilerini uyar da bir daha mahallemize gelmesinler. Es’ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım, dedi. Üseyd hemen mızrağını alarak oraya gitti ve kızgın bir şekilde:

– Sizi buraya getiren nedir? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Senin bir daha böyle bir şey yaptığını görmeyeyim! Eğer canınızı seviyorsanız hemen buradan gidin, dedi. Firâsetle hareket eden Mus’ab ona:

– Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kimsesin, beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen kabul etmezsin, dedi. Üseyd:

– Yerinde bir söz söyledin! dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp onlarla oturdu. Mus’ab İslâm’ı anlatıp Kur’ân-ı Kerîm okudu.

Üseyd Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parladı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da:

– Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce bir söz! diyerek Müslüman oldu.

Bir müddet sonra Saʻd bin Muâz da kızgın bir şekilde yanlarına geldi, aynen Üseyd gibi o da Mus’ab’ı dinleyerek Müslüman oldu. Sonra kabilesinin yanına gelerek:

– Ey Abdüleşhel oğulları! Beni nasıl bilirsiniz, diye sordu. Onlar:

– Sen bizim büyüğümüz, görüşçe üstünümüz ve iyi bir yöneticimizsin, dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz:

– Siz Allah’a ve Resûlüne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun, dedi. O gün akşama kadar Abdüleşhel oğulları mahallesinde Müslüman olmayan kimse kalmadı. (İbn-i Hişam, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 112-113)

Allah Resûlü, Medîne’ye olduğu gibi diğer bölgelere de ashâbından uygun gördüğü kimseleri tebliğci olarak göndermekteydi. Bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate dönüp:

“– Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye sordu. Hz. Ebûbekir:

– Ben giderim yâ Resûlallâh, dedi. Efendimiz sustu, ona cevap vermedi.

“– Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye tekrar sordu. Bu kez Hz. Ömer kalkıp:

– Ben giderim yâ Resûlallâh, dedi. Peygamberimiz yine sustu, ona da cevap vermedi. Sonra:

“– Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye üçüncü kez sorunca, bu kez de Muaz bin Cebel kalkıp:

– Ben giderim yâ Resûlallâh! dedi. Allah Resûlü:

“– Ey Muaz, bu vazife senindir!” dedi. Sonra Bilâl’e dönüp:

“– Ey Bilal! Bana sarığımı getir” buyurdu. Sarık getirilince, onu Muaz’ın başına sardı ve:

“– Sana bir dâva geldiğinde nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz:

– Allah’ın Kitâbı’na göre hüküm veririm, dedi. Efendimiz:

“– Eğer Allah’ın Kitâbı’nda aradığın hükmü bulamazsan neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz:

– Resûlullâh’ın o husûstaki sünnetine göre hüküm veririm, dedi. Efendimiz:

“– Eğer Allah’ın Resûlü’nün sünnetinde de bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?” diye sorunca Muaz:

– O zaman ben de kendi içtihadımla hüküm veririm, dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, elini Muaz bin Cebel’in göğsüne koyarak:

“– Resûlü’nün elçisini, Resûlü’nün hoşnut olacağı şeye muvaffak kılan Allah’a hamd olsun” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 230; İbn-i Sa’d, III, 584; Diyarbekrî, II, 142)

Sevgili Peygamberimiz Yemen tarafına Hz. Muaz’dan başka Hz. Ali’yi de göndermiştir. Hz. Ali diyor ki:

Yemen’den birkaç kişi Peygamber Efendimiz’e gelerek:

– Yâ Resûlallâh! Bize dinimizi öğretecek, aramızda Allah’ın Kitâbı’yla hükmedecek kimseler gönder, dediler. Allah Resûlü bana:

“– Ey Ali, Yemen halkına sen git, onlara sünnetleri öğret, aralarında Allah’ın Kitâbı’yla hükmet” buyurdu:

– Ya Resûlallâh, ben genç ve tecrübesizim, bilemediğim konularla karşılaşabilirim, dedim. Bunun üzerine Efendimiz elini sadrıma koydu ve:

“– Git! Allah kalbine doğru hükmü ilkâ edecek ve diline sebât verecektir” buyurdu. Resûlullâh’ın bu sözlerinden sonra şu ana kadar verdiğim hükümlerde hiçbir zaman şüpheye düşmedim. (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1; Hâkim, III, 146)

Ashâb-ı kirâm, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in gönderdiği yerlere seve seve gidiyor, hatta bu uğurda canlarını bile fedâ ediyorlardı. Bunun en üzücü misalleri Reci’ ve Bi’r-i Maûne hâdiselerinde yaşanmış, çevre kabilelerden gelen talebe binâen Efendimiz’in gönderdiği Kur’ân muallimleri pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi. (Buhârî, Megâzî, 28; İbn-i Hanbel, II, 294; III, 210)

Resûlullâh’ın yaptığı gibi, Râşid Halîfeler de kendi dönemlerinde ihtiyaç olan bölgelere dâvetçi ve muallimler göndermişlerdir. Mesela Hz. Ömer, Şam vâlisinden gelen talep üzerine Muaz bin Cebel, Ubâde bin Sâmit ve Ebü’d-Derdâ’yı oraya Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînin ahkâmını öğretmek üzere göndermiş, kendilerine:

– Tebliğ ve tâlime Humus şehrinden başlayın. İnsanları farklı istidatlarda bulacaksınız. Bazıları vardır ki çok çabuk kavrar. Böylelerini tesbit ettiğinizde insanların bir kısmını Kur’ân öğrenmeleri için onlara yönlendirin. Humus’ta belli bir ilerleme kaydettikten sonra biriniz orada kalsın, biriniz Şam’a, diğeriniz de Filistin’e gitsin, tavsiyesinde bulunmuştur.

Bunlar Humus’ta bir süre birlikte hizmet ettikten sonra Ubâde orada kalmış Ebü’d-Derdâ Şam’a, Muaz bin Cebel de Filistin’e gitmiştir. Muâz Filistin’de vebâdan vefât edince bu sefer Ubâde oraya gelmiştir. Ebü’d-Derdâ ise hayatının sonuna kadar Şam’da kalmıştır. (İbn-i Sa’d, II, 357)

Burada dikkat çeken nokta bu kıymetli tebliğcilerin gittikleri yerde vefât edinceye kadar hizmet etmeleri ve Medine’ye geri dönmemeleridir. O günlerle alâkalı bir hâtırayı Ebû İdris el-Havlânî şöyle anlatır:

Şam mescidine girmiştim. Orada güler yüzlü bir delikanlı ve etrâfına toplanmış bir grup insan dikkatimi çekti. Bir konuda görüş ayrılığına düştüklerinde hemen o delikanlıya başvuruyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum:

Muâz bin Cebel’dir, dediler.

Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim sonra önüne geçerek selâm verdim ve:

– Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum, dedim...” (Muvatta’, Şaar, 16)

Hulefâ-i Râşidîn’den sonra kurulan İslâm devletleri, fethettikleri bölgelerin halklarını İslâmlaştırmak için Allah Resûlü’nün tebliğ siyâsetini tâkip ederek bir iskân politikası çerçevesinde tebliğci ve dâvetçiler göndermişlerdir.[1]

Vedâ hutbesinde Allah Resûlü’nü dinleyen yüz yirmi bin sahabiden Mekke ve Medine hudutları içinde vefat edip oraya defnedilenlerin sayısı yirmi bini geçmemektedir. Bunun hâricindeki yüz bin sahâbi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’den aldıkları mânevî heyecan ve aşkla Allah’ın dinini dünya üzerindeki bütün insanlara ulaştırma sevdâsıyla yollara düşmüş, uzak yakın demeden dünyanın her tarafına yayılmışlardır. Bu ilâhî ve lâhûtî sevdânın tutuşturduğu gönüller, bulundukları her beldede birer manevî meş’ale olmuş, Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasenesinden taşıdıkları örnek hâl ve davranışlarıyla insanları çağlar boyu irşad etmişlerdir. Bugün dünya insanlarının pek çoğu Yüce Yaratıcı’nın dâvetine muhtaç ve susuz bir şekilde beklemektedir. Allah Resûlü’nün ve ashâb-ı kiramın yolundan yürüyen tebliğciler ve muallimler ordusu, bu insanların ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmalıdır.

Dipnot:

[1] Resûlullâh’ın bu uygulamasını kendisine örnek alan Osmanlı Devleti de benzer bir siyâset gütmüş ve bu gâyeyle daha çok dervişleri ve âlimleri göndermiştir. Yeni fethedilen bölgelere gönderilen bu kişilere yerleşecekleri mekânlar gösterilmiş, birçok defâ bazı köy ve beldeler kendilerine temlik edilmiştir. Yeni fetholunan yerlere giderek buralardaki birçok bölgeye adını veren, tekke ve zâviyeler kuran ve zamanla bulundukları yerleri ilim ve irfân merkezleri hâline getiren dervişler, bölge halkının İslâmlaşmasında büyük bir vazîfe icra etmiştir. Meselâ 1523 senesinde 7.017 nüfuslu Trabzon’un Müslüman nüfus oranı % 14,3 idi. Bu nisbet oraya gönderilen Müslümanların tebliğ faaliyetleri sâyesinde 1553’te %46,7’ye, 1583’te ise %53,62’ye yükselmiştir. Daha sonraki yıllarda da bu oran artarak devam etmiştir. (Gülfettin Çelik, s. 88)

Kaynak: Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZİN TEBLİĞ VE DAVET VASITALARI

Peygamber Efendimizin Tebliğ ve Davet Vasıtaları

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.