Peygamber Efendimiz’in Vefatı

Vefatı

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kaç yaşında, ne zaman ve nerede vefat etti? Peygamberimizin (s.a.v.) vefatı Müslümanları nasıl etkiledi? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) son günleri, hastalığı ve vefatı.

Allah’ın son elçisi: Hz. Muhammed (s.a.v.) 13 gün kadar süren bir hastalığın ardından 8 Haziran 632’de (Hicrî 11, Rabîulevvel 12) Pazartesi günü Medine’de bulunan evinde ve 63 yaşında vefat etti. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in kabri Yeşil Kubbe’nin (Kubbe-i Hadra) içinde Ravza-i Mutahhara’dadır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN VEFAT EDECEĞİNİ BİLDİREN AYET

Nebîler silsilesinin ilk ve son halkası, Seyyidü’l-Kevneyn, Rasûlü’s-Sekaleyn, İmâmü’l-Harameyn, Varlık Nûru, Âlemlere Rahmet Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.), Vedâ Haccı’ndan sonra ateşli bir hastalığa tutuldular. Bu hastalık, O’nu ümmetinden ayıracak, ömrü boyunca arzu ettiği Refîk-ı A’lâ’sına kavuşturacak olan vefât hastalığı idi. Zâten “Nasr Sûresi”nin nüzûlü ile ecelinin yaklaştı­ğını öğrenmiş bulunan Allâh Rasûlü (s.a.v.) artık son yolculuğa ha­zırlanıyorlardı. Ölülerle de dirilerle de îmâlı bir şekilde vedâlaşmaktaydılar. Nitekim has­talanmadan bir gün önce Medîne’nin Cennetü’l-Bakî‘ denilen mezarlığına gitmişler, ölüler için:

“–Ey büyük Allâh’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek duâ bu­yurmuşlardı. (Ahmed, III, 489)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SON HUTBESİ

Kabristan’dan döndükten sonra minbere çıkarak ashâbına da âdeta vedâ mâhiye­tinde şu hutbeyi îrâd ettiler:

“Ben sizin Kevser Havuzu’na ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz Havuz’dur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şe­hâdet edeceğim! Şu an bana yerin hazîneleri ve onların anahtarları verildi. Vallâhi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünyâ ihtirâsına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbiri­nizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhârî, Cenâiz, 73; Müslim, Fedâil, 31)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SON GÜNLERİ

Allâh Rasûlü (s.a.v.) minberden indikden sonra bîtâb bir hâlde Hâne-i Saâdetleri’ne çekildiler. Gün geçtikçe hastalıkları daha da şiddetlendi. İyice ağırlaştıklarında da nezâket timsâli Allâh Rasûlü (s.a.v.) ezvâc-ı tâhi­râtından izin alarak Hazret-i Âişe’nin odasında kalmaya karar verdiler. (Buhârî, Tıb, 22; Ahmed, VI, 34, 38; Belâzurî, I, 545)

Hazret-i Peygamber (s.a.v.) o âna kadar böyle ağır bir hastalık geçirmemişti. Esâsen O’nun yaşadığı nezih ve temiz hayâtı, kendisine hastalığı yaklaş­tırmayan emsâlsiz bir hayattı. Ancak yirmi üç yıl süren ve beşer tâkatinin üzerinde olan en ulvî ve sıkletli bir nübüvvet vazîfesi,[1] O’nu bir hayli yormuş, bu arada başlangıçtan beri çeşitli düşmanların bin bir kötülükleri de mübârek bedenlerini yıpratmıştı. Bütün bunlar da kendilerine hastalık isâbet etmesini mümkün kılmıştı.

Diğer taraftan da bu hasta­lık, kendisi için büyük bir makâma ve yüksek derecelere nâiliyet olacaktı. Bunda Hayber’deki zehirleme hâdisesinin tesiri de büyük olmuştur. Nitekim Allâh Rasûlü (s.a.v.) hastalığının ağırlaştığı bir vakitte Hazret-i Âişe vâlidemize:

“–Ey Âişe! Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin elemini devamlı hissedip durdum. Şu anda kalbimin damarının koptuğunu duymaktayım.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Meğâzî, 83) Nitekim Enes bin Mâlik (r.a.) de:

“–Rasûlullâh’ın küçük dili üzerinde bu zehrin izini ve tesirini görür dururdum!..” demiştir. (Müslim, Selâm, 45)

Varlık Nûru (s.a.v.) bu zehir sebebiyle şehîd olarak vefât etmiş, kendisini peygamberlikle şereflendiren Allâh Teâlâ, O’nu bir de şehîdlikle müşerref kılmıştır. (İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HASTALIĞI

Rasûlullâh (s.a.v.) tutulduğu hummânın harâretinden sanki asılı bir kırbadan üzerine su damlıyor gibiydi. Ziyâretine gelen Ebû Saîd el-Hudrî:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hummânız ne kadar da şiddetli!” demekten kendisini alama­mıştı. Ebû Saîd (r.a.) sözlerine şöyle devâm ediyor:

“Elimi üzerine koydum; harâretini, örtünün üstünden hissediyordum.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, harâretiniz çok fazla!» dedim.

«–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukâbil mükâfâtları da kat kat verilir.» buyurdu.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?» diye sordum.

«–Peygamberler!» buyurdu.

«–Sonra kimler?» dedim.

«–Sonra sâlihler!” buyurdu ve şu açıklamayı yaptı:

«Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtelâ olur ki, kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 23) Son günlerinde hastalıkları, cemaate çıkmaya müsâade etmedi. Hazret-i Ebûbekir’i, cemaate kendi yerine imâmlık yapması için tâyin buyurdular. Bir ara kendilerini biraz iyi hissederek mescide çıkmışlardı. Ashâb-ı kirâma nasîhat­lerde bulundular ve:

“Şânı yüce olan Allâh, bir kulunu, dünyâ ve onun zîneti ile kendi katındaki nîmetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allâh katındakileri tercîh etti!..” buyurdular.

Bu sözler üzerine hassas ve rakîk kalpli Hazret-i Ebûbekir Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) kendilerine bir vedâ hitâbında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne kapıldı. Yüreği mahzunlaştı; gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) derin hissiyâtını kavrayamamış, bu inceliği hissedememişti. Çünkü âyet-i kerî­mede bahsedilen Sevr’deki “ikinin ikincisi” yalnız Ebûbekir (r.a.) idi. Rivâyete göre Rasûlullâh O’nun hakkında:

“Kalbimde ne varsa, Ebûbekir’e ilkâ ettim!” buyurmuştu.[2] Sahâbî, Rasûlullâh’ın (s.a.v.) bu azîz arkadaşının ağladığını görünce, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullâh, Rabbine kavuşmayı tercîh eden sâlih ki­şiden bahsederken, şu ihtiyarın ağlamasına şaşmaz mısınız?” dediler. (Buhârî, Salât, 80) Oysa Hazret-i Ebûbekir’in hassas ve rakîk kalbi, büyük vedâyı sezmiş ve ayrılıklardan şikâyet eden bir ney gibi feryâda başlamıştı. Ancak Rasûlullâh’ın hastalığı ciddî bir hâl alınca, diğer ashâb da yaklaşan büyük firkat ve vuslatı sezerek gözyaşı dökmeye başladılar. Muhâcir ve Ensâr meclisleri mâteme büründü. Etrâfındakiler:

“–Yâ Rasûlallâh! Şifâ için Allâh’a duâ etsen!” dediklerinde, her zaman sıhhat için duâ eden Allâh Rasûlü (s.a.v.) bu defâ duâ etmediler. Hazret-i Âişe şöyle anlatır:

“Rasûlullâh hastalandığı zaman, Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûre­lerini okuyup ellerine üfler ve vücûdunu meshederdi. Hastalığının şiddetlendiği sırada ben de aynı şekilde bu sûreleri okuyup ellerime üfledim ve O’nun mübârek vücûdunu mes­hetmeye başladım. Cebrâîl’in, Rasûlullâh’a daha evvelki bir hastalığında okumuş olduğu istiâze duâsını da:

«–Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider! Şifâ ancak Sen’in elindedir. Sen’den başka şifâ verici yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hiçbir hastalık kalmasın!» diyerek okudum. Fakat bunun üzerine Allâh Rasûlü, (mübârek başlarını bana çevirerek):

«–Üzerimden elini kaldır! Bu okuman (artık) bana bir fayda sağlamaz! Ben, müd­detimi bekliyorum...» buyurdular.” (Ahmed, VI, 260-261; İbn-i Sa’d, II, 210)

Hz. Fatıma’yı Ağlatan ve Sevindiren Şey

Hazret-i Âişe vâlidemiz devamla şöyle buyurur:

“Rasûlullâh, muhtereme kızı, derin ve ince rûhlu Fâtıma’yı çağırttı. O gelince, «Merhabâ kızım!» buyurduktan ve onu, yanına oturttuktan sonra kendisine gizlice bir şey söyledi. Fâtıma ağladı. Sonra ona yine gizlice bir şey söyledi. Bu defâ da Fâtıma sevinerek tebessüm etti. Ben, gülmenin ağlamaya, sevinmenin üzülmeye bu derece yakın olduğunu o günkü gibi hiç görmemiştim. Fâtıma’ya bu ağlama ve gülmesinin sebebini sorduğumda:

«–Tutulduğu hastalık netîcesinde vefât edeceğini haber verdi. Buna ağladım. Sonra da ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı haber verdi. Buna da sevindim.» dedi.” (Buhârî, Meğâzî, 83)

Peygamberimizin Ashabına Vasiyeti

Hastalığı esnâsında Allâh Rasûlü, hafiflediği zamanlar cemaate birkaç vakit namaz kıldırabildi. Bunların birinde, gönüllerini peygamberlerinin ir­tihâl edeceği hissiyle büyük bir hüzün burukluğu kaplayan ashâb-ı kirâma şöyle buyurdu:

“Ey insanlar!

Duydum ki sizler, peygamberinizin vefât edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de ümmeti içinde dâimî olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki ben de sizin içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime kavuşacağım! O’na siz de kavuşacaksınız! Muhakkak ki bütün işler, yüce Allâh’ın izni ile cereyân eder. İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günâhtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idârecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idârecileri de kötü olur. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki ben, şu saatte Havuz’umun üzerinde duruyor, şu bulunduğum yerden Havuz’uma bakıyorum...”

Allâh Rasûlü, sözlerinin burasında hıçkırarak ağlayan Hazret-i Ebûbekir’e baktı ve:

“–Ey Ebûbekir! Ağlama!..” buyurarak devâm etti:

“Ey insanlar! İnsanlardan canında, malında, dostluğunda, bana karşı Ebûbekir’den daha fedâkâr ve cömert davranan kimse yoktur! Eğer Rabbimden başka, insanlardan bir dost edinmiş olsaydım, muhakkak ki Ebûbekir’i dost edinirdim. Mescide açılan şu kapıları kapayınız! Yalnız Ebûbekir’in kapısı açık kalsın! Ben Ebûbekir’in kapısının üzerinde bir nûr görüyorum.” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)

“Ashâbım!

Nihâyet ben de bir insanım. Aranızda bâzı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Ben hangi kişinin tenine dokunmuş isem, işte tenim! Gelsin, o da dokunsun, hakkını alsın! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın! Ey Allâh’ım! Ben, ancak bir beşerim. Müslümanlardan hangi kişiye ağır bir söz söylemiş veya vurmuş, ya da lânet etmiş isem, Sen bunu, onun hakkında bir temizlik, ecir ve rahmet vesîlesi kıl!” (Ahmed, III, 400)

“Allâh’ım! Hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, Sen o sözümü, kıyâmet gü­nünde o mü’min için Sana yakınlığa vesîle kıl!” (Buhârî, Deavât, 34; Dârimî, Mukaddime, 14; İbn-i Sa’d, II, 255; Taberî, Târîh, III, 191; Halebî, 463-464)

Böylece Allâh Rasûlü, âdeta bir “hakk-ı ibâd” helâlleş­mesi yapıyordu. Bu ifâdelerden sonra yorgun bir şekilde tekrar odalarına döndüler. Bir daha namaza çıkamadılar. Yalnız bir defâsında kendilerinde biraz hafiflik hissederek Hazret-i Ebûbekir’in ardında namaz kıldılar.

Nihâyet son olarak 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, yine kendilerinde bir hafiflik hissetmişlerdi. Ancak bedenî tâkatleri cemaate çıkmaya yetmedi. Bunun üzerine oda kapı­sının perdesini kaldırdılar ve o esnâda Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında sabah namazı kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâ­linde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. Bir taraftan şiddetli hastalığın acısını çekerken diğer taraftan da geride sâlihlerden oluşan bir cemaat bırakmanın ve Allâh tarafından verilen vazîfeyi îfâ etmenin sürûrunu yaşıyorlardı. (Buhârî, Meğâzî 83, Ezân 46, 94; Müslim, Salât 98; Nesâî, Cenâiz 7) Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullâh ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek izliyordu. Allâh Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Allâh Teâlâ, daha önceki peygamberlerine vermediği büyük bir nîmeti Rasûlullâh’a (s.a.v.) verdi. Allâh Rasûlü (s.a.v.) vefâtından önce teblîğ vazîfesinin muvaffakıyyetini gördü. Arap Yarımadası’nı şirkten temizledi. Putlar, bizzat onlara tapanlar tarafından kırıldı ve yok edildi. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, merhamette zirve hâline geldiler. Çünkü Rasûlullâh (s.a.v.) insan eğitimini zirveleştiren ve insanı bir yaratılış hârikası hâline getiren en büyük terbiyeci idi. O sabah Allâh Rasûlü (s.a.v.) daha evvel hazırladığı, ancak ra­hatsızlığı dolayısıyla hareketi geciken ordunun yola çıkmasını emir buyurdu. Tâyin ettiği genç kumandan Üsâme bin Zeyd’e:

“Allâh’ın bereketi üzere kuşluk vakti yola çıkınız!” tembihinde bulundu. (Vâkıdî, III, 1120)

O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) Hazret-i Âişe’nin ya­nında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emrettiler. Bir müddet sonra da dinarların ne olduğunu sordular. Hazret-i Âişe’nin hastalık telâşıyla onları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, dinarları isteyip avuçlarına aldılar. Sonra:

“Allâh’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundur­duğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir.” ifâdelerinin ardından, onların hepsini Ensâr’ın fakirlerinden beş ev halkına dağıttılar da:

“İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldılar.[3] (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238) İşte ardı arkası kesilmeyen bir infak... O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) Ehl-i Beyt’ine şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Ateş alevlendi. (Dikkat edin), karanlık gece kıt’aları gibi fitneler geli­yor!.. (Sanki istikbaldeki hâdiseleri, gözler önüne seriyordu.) Ben, ancak Allâh’ın Kitâbı olan Kur’ân’ın helâl kıldığını helâl; onun haram kıldığını haram kıldım! Ey Rasûlullâh Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allâh katında makbûl ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyi­niz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa’d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Namaza Devam Ediniz!

O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.):

“Aman! Namaza! Namaza devâm ediniz! Aman! Ellerinizin altındaki insanlara iyi davranınız! Onlar hakkında Allâh’tan korkunuz! (Onların giyimlerini ihmâl etmeyiniz! Karınlarını doyurunuz! Onlara yumuşak söz söyleyiniz!)” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) iştiyakla misvak kullandı. Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:

“Rasûlullâh dişlerini misvaklarken, O’nun daha önce bu kadar güzel misvak kullandığını gör­memiş gibiydim!” (Buhârî, Meğâzî, 83; İbn-i Sa’d, II, 261) Bir de Rasûlullâh’ın (s.a.v.) yanında ufak bir su kabı vardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman ellerini bu kabın içine batırıp yüzünü sıvazlıyor ve:

“Lâ ilâhe illâllâh, şüphesiz ölümün sekerâtı (aklı gideren şiddetleri ve sadmeleri) vardır!” buyuruyordu. (Buhârî, Meğâzî, 83) O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etti:

“Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Beni, Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur! Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Bana, rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur!” (Buhârî, Meğâzî, 83; Ahmed, VI, 126) O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma’yı tesellî etti:

“–Ey kızım! Sakın ağlama! Ben öldüğüm zaman: اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de!” (İbn-i Sa’d, II, 312) O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) Uhud’un en sıkıntılı zamanlarında “Rasûlullâh öldü” feverânı üzerine dağılmaya yüz tutan ashâba ihtar sadedinde kendisi hakkında nâzil olan şu âyet-i kerîmeyi okudu:

“Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ök­çesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allâh, şü­kür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân, 144)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CEBRAİL ALEYHİSSELAM İLE KONUŞMASI

O gün Allâh Rasûlü’ne (s.a.v.) vahiy meleği Cebrâîl aleyhisselâm gelerek:

“Sana selâm olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Bu, Sen’in için yeryüzüne ayak basışımın so­nuncusudur!” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 259) O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) daha evvel buyurduğu:

“Hiçbir peygamberin rûhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz! Sonra durağına gitmesi, arzusuna bırakılır!” sözlerinin tecellîsini yaşadı. (Buhârî, Meğâzî, 83, 84; Ahmed, VI, 89) O gün Allâh Rasûlü’ne (s.a.v.) Azrâîl aleyhisselâm geldi ve yanına girmek için izin istedi. Müsâade aldıktan sonra Âlemlerin Efendisi’nin önünde durarak:

“–Yâ Rasûlallâh! Ey Ahmed! Yüce Allâh beni Sana gönderdi. Sen’in her emrine itaat etmemi de emir buyurdu. Eğer Sen arzu edersen rûhunu alacağım! Arzu etmezsen rûhunu Sen’de bırakacağım!” dedi. O sırada yanlarında bulunan Cebrâîl aleyhisselâm da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yüce Allâh Sen’i özlemektedir!” dedi. O gün Allâh Rasûlü (s.a.v.) kendisinden müsâade isteyen ölüm meleğine:

“–(Ey Azrâîl!) Allâh katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir; rûhumu al!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 259; Heysemî, IX, 34-35; Belâzûrî, I, 565)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SON SÖZLERİ VE VEFATI

Ardından mübârek ellerini yanındaki su kabına batırıp ıslatarak yüzlerine sürdü ve ilâhî hasretle dolu hayâtının vuslat kapısından geçerken kelime-i tevhîdi terennüm ederek:

“Ey Allâh’ım! Refîk-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ” diye diye mübârek rûh-i şerîflerini teslîm eyledi. Yüzlerini ıslattıkları mübârek eli, yanındaki su kabının içine düştü!.. (Buhârî, Meğâzî, 83) Yıllar önce inzâl buyrulan:

(Ey Rasûlüm!) Sen de öleceksin, onlar da ölecekler!” (ez-Zümer, 30) âyet-i ker­îmesi tecellî etti.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN VEFATI SONRASI

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in rûh-i şerîfini teslîm etmesin­den sonra hâne halkı gözyaşı seline gark oldu. Bu sırada hiçbir kimseyi görüp sezmedik­leri hâlde, kendilerini tâziye ve tesellî eden bir ses duydular:

“Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” Ehl-i Beyt de aynı şekilde mukâbelede bulunduktan sonra o ses, tekrar duyuldu:

“Her can, ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü, ecirleriniz eksiksiz size verilecektir. Kim, ateşten uzaklaştırılıp cennete sokuldu ise artık o, muhakkak murâdına ermiştir. Dünyâ hayâtı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

“İyi biliniz ki her musîbetin, Allâh katında bir tesellîsi, her ölenin bir halefi (yerine geçeni) ve her vefât edenin de bir bedeli vardır! Allâh’a sarılınız ve umacağınızı O’ndan umunuz! Asıl musîbete uğrayan, sevaptan mahrum kalandır. Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” (İbn-i Sa’d, II, 259) İbn-i Ömer (r.a.):

“Bu sözleri, Ehl-i Beyt’in hepsi, Mescid-i Nebevî’de bulunanlar ve yoldakiler işitti­ler.” demiştir. (Belâzûrî, I, 564) Hazret-i Ali de bu sesin sâhibinin Hızır olduğunu bildirmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 260) Cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:

“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şâyet bu musîbetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” buyurdular. (Diyârbekrî, II, 173) Fâtıma annemizin, Rasûlullâh’tan (s.a.v.) sonra yaşadıkları altı ay zarfında bir defâ olsun güldükleri görülmedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25-26)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN VEFAT TARİHİ

Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.), Medîne’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin hastalıkları netîcesinde 632 Milâdî yılının 8 Haziran’ı, Hicrî 11. yı­lın 12 Rabîulevvel Pazartesi günü artık kendilerine cemâl ufukları açılmış, O yüce Habîb, Refîk-ı A’lâ’sına, yâni en yüce dost olan Allâh Teâlâ’ya kavuşmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm şunu hissediyorlardı ki, doğup batan güneşin hiç değişmeyen ışı­ğında gizli bir şey soluyordu. Öyle ki, o günden sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî (r.a.), o semâları kaplayan güzel sesiyle bir daha ezân okuyamadı. Ne zaman ashâb, kendisine çok ısrâr edip de Hazret-i Bilâl, ezân okumaya niyet ettiyse, mihrâbda Allâh Rasûlü’nü (s.a.v.) göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, yine ezân okuya­madı. İçini kavuran aşk ateşini söndürebilmek için Medîne’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Birgün rüyâsında Rasûlullâh’ı (s.a.v.) gördü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

“−Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl (r.a.) hüzünlenerek uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemler’in Efendisi’nin Kabr-i Şerîf’ini zi­yâret için Medîne’ye geldi. Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl (r.a.) onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:

“–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. O anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allâh Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullâh’ın (s.a.v.) vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358) Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle der:

“Ben hiçbir zaman Rasûlullâh ile Ebûbekir’in Medîne’ye geldikleri günden daha nurlu ve daha güzel bir gün görmedim! Rasûlullâh’ın vefât ettiği günü de gördüm! O günden de daha karanlık, daha hayırsız, daha sevimsiz bir gün görmedim! Rasûlullâh’ın Medîne’ye girdiği gün Medîne’nin her şeyi aydınlanmış, vefât ettiği gün de Medîne’nin her şeyi kapkaranlık olmuştu! O’nun muazzez vücûdunu, vefâtına inanamayarak, istemeye istemeye defnettik.” (Ahmed, III, 221, 268, 287; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618; Dârimî, Mukaddime, 14) Bundan sonraki musîbet ve belâlar Müslümanlar için artık bir hiç mesâbesindedir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.):

“Herhangi bir musîbete uğrayan Müslümanlar, benim vefâtım sebebiyle başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler.” buyurmuştur. (Muvatta, Cenâiz, 41; Dârimî, Mukaddime, 14) Rasûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arzolunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allâh’tan mağfiret dilerim.” buyurmuştur. (Heysemî, IX, 24)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN SON ANLARI

Hazret-i Âişe’nin naklettiğine göre, Allâh Rasûlü’nün son ânı, yalnız tesbîh, tenzîh, tevbe ve hamd hâlinde idi. Sık sık:

“Sübhânallâhi ve bi-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh: Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” demek­teydi. (Buhârî, Ezân, 123, 139; Müslim, Salât, 218-220; Ahmed, I, 392; İbn-i Sa’d, II, 192)

O’nun iki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkı ve hasreti içinde yaşardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ebedî âleme göç ettikleri za­man, mübârek yüzlerinde hiçbir değişiklik görülmediği için, ashâb-ı kirâm, O’nun âhirete intikâlinden şüpheye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz’in (s.a.v.) yakınlarından Esmâ bint-i Ümeys (r.a.), arkalarındaki mü­bârek Nübüvvet Mührü’nü aradı. Kaybolduğunu görünce, ukbâ âlemini şereflendirdikleri kat’î olarak öğrenilmiş oldu.[4] Allâh Rasûlü (s.a.v.) vefâtından sonra ne dinar ne dirhem ne de bir köle bıraktı. Sâdece binmekte olduğu beyaz katırı, silâhı ve yolcular için vakfettiği (Fedek ve Hayber’deki) arâzisi kaldı.[5]

Rasûlullâh (s.a.v.) pazartesi günü vefât etti ve salı günü de defnedildi. İnsanlar namazını (cemaat hâlinde değil) ferd ferd kıldı, hiç kimse imamlık yapmadı. Bir kısmı; “Minberin yanına defnedilsin.” dedi. Bâzıları da; “Bakî’ mezarlığına defnedilsin.” dedi. Hazret-i Ebûbekir geldi ve:

“Rasûlullâh’ın:

«Her peygamber öldüğü yere defnedilir.» buyurduğunu işitmiştim.” dedi. Bunun üzerine, orada mezar kazıldı.[6]

Allâh Rasûlü’nü yıkayacakları vakit, gömleğini çıkarmak istediler. Derken; “Gömleği çıkarmayın!” diye bir ses işittiler. Bunun üzerine gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkadılar.[7] Abdullâh bin Mes’ûd (r.a.) şöyle der:

“Peygamberimiz ve Sevgilimiz, bir ay önce bize vefâtını haber verdi.

«–Yâ Rasûlallâh! Sen’in üzerine cenâze namazını kim kılsın?» diye sorduk ve ağladık. Kendisi de ağladı ve:

«–Yavaş olun, Allâh size rahmet etsin! Sizi Peygamberiniz’den dolayı hayırla mükâfatlandırsın! Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu serîrimin üzerine ve şu evimin içindeki kabrimin kenarına koyunuz! Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkınız! Çünkü, benim üzerime, ilk önce iki dostum, Cebrâîl ve Mîkâîl, sonra İsrâfîl, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği namaz kılacaktır! Bundan sonra, kısım kısım giriniz, üzerime namaz kılınız ve salât ü selâm getiriniz! Fakat, överek, bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz! Daha sonra üzerime namaz kılmaya önce ev halkımın erkekleri başlasın! Sonra, onların kadınları kılsın! Onlardan sonra da sizler kılarsınız! Ashâbımdan burada bulunmayanlara selâm söyleyiniz! Kıyâmet gününe kadar dînim üzere bana tâbî olan kimselere de benden selâm söyleyiniz!»” (Heysemî, IX, 25; İbn-i Sa’d, II, 256-257) Allâh Rasûlü’nün dediği gibi yapıldı. Hazret-i Ali:

“Hiç kimse «Rasûlullâh’ın üzerine imamsız cenâze namazı kılınabilir mi?» diye şüphelenmesin! O sağ iken de vefâtında da imamınızdır!” dedi ve Peygamber’in (s.a.v.) hizâsında ayakta durarak:

“Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun! Ey Allâh’ım! Biz O’nun, kendisine indirmiş olduğun şeyleri teblîğ ettiğine ve ümmetine nasîhatte bulunduğuna, Allâh’ın dînini üstün kılıncaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allâh yolunda savaştığına şehâdet ederiz! Ey Allâh’ım! Bizleri O’na indirdiğin şeylere tâbî olan kimselerden eyle! O’ndan sonra da bize bu yolda sebat ver! Bizi O’na kavuştur!” diyerek duâ ediyor, cemaat de “Âmîn! Âmîn!” diyordu. (İbn-i Sa’d, II, 291) Ne saâdet o yeryüzüne ki, Âlemlerin Efendisi’ni bağrında saklamaktadır. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:

Ol Rasûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn

Bende medfundur deyû eflâke fahreyler zemîn

Ravzasın edip ziyâret dedi Cibrîl-i Emîn:

Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn!..

“Rasûlullâh seçkin bir peygamber ve âlemlere rahmettir. Yeryüzü; «O’nun kabri bendedir.» diyerek göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâîl aleyhisselâm Allâh Rasûlü’nün Ravza’sını ziyâret ederek; «Burası Adn Cennetleri’dir. Oralara ebedî kalmak üzere girin!» demiştir.”

Raif Bey de semânın yeryüzüne olan gıptasını şu güzel beytiyle dile getirir:

Seni ey mihr-i ân gördükçe zîb-i hâkdan, dermiş

Semâ; “Yâ leytenî küntü türâbâ” âheste âheste...

“Ey güneş yüzlü! Semâ, yeryüzünün Sen’inle zînetlenmiş olduğunu gördükçe âheste âheste, (içli içli) «Âh keşke toprak olsaydım!» (en-Nebe, 40) diye hayıflanırmış.”

Dîn kemâl bulmuş, sahâbîden teblîğin bizzat tasdîki alınmış ve Cenâb-ı Hakk’a da şehâdeti arz edilmişti. Ardından Varlık Nûru (s.a.v.), ebediyet âlemine çağrılmıştı. Şimdi O, mahşerde, sıratta ve Havz-ı Kevser’de ümmetini beklemektedir.

Şefaat yâ Rasûlallâh!

Meded yâ Rasûlallâh!

Dahîlek yâ Rasûlallâh!..

PAZARTESİ GÜNÜNÜN FAZİLETİ

12 Rabîulevvel Pazartesi günü doğup dünyâyı şereflendirmişlerdi ve 12 Rabîulevvel Pazartesi günü Allâh tarafından kendilerine nübüvvet vazîfesi verilmişti. Ebû Katâde Hazretleri şöyle rivâyet eder:

“(Hazret-i Peygamber’e) Pazartesi gününün orucundan soruldu. O da cevâben:

«–Bu, benim doğum günüm ve peygamber olarak gönderildiğim gündür...» buyur­dular.” (Müslim, Sıyâm, 197-198)

Yine bir 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, Medîne’ye girerek yeni kurulan ve kıyâmete kadar devâm edecek olan İslâm devletinin temelini atmışlardı. Ve nihâyet bir 12 Rabîulevvel Pazartesi günü de âhiret âlemine intikâl ettiler. Şimdi O, ukbâda şefkatle şefaat için ümmetini beklemektedir. Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) dünyâdan saâdet âlemine irtihâli ile O’ndan mahrum kalan dünyânın vefâsızlığını, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şu mısrâ­ları ile tasvîr eder:

Kim umar senden vefâyı,

Yalan dünyâ değil misin?

Muhammedü’l-Mustafâ’yı

Alan dünyâ değil misin?

KÂİNATI SARAN HÜZÜN

Rasûlullâh (s.a.v.) vefât edince Hazret-i Fâtıma:

“Ey babacığım! Rabbine ne kadar da yakınsın! Ey Rabbin dâvetine icâbet eden babacığım! Ey makâmı Firdevs Cenneti olan babacığım! Ey vefâtını Cibrîl’e haber verdiğimiz babacığım!” diyerek ağladı. Efendimiz (s.a.v.) defnedildikten sonra da Hazret-i Enes’e:

“–Ey Enes! Rasûlullâh’ın üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 83; Dârimî, Mukaddime, 14)

Enes (r.a.) bu suâle edeben cevap vermedi, fakat lisân-ı hâl ile: “Hayır yâ Fâtıma! Gönlümüz hiç râzı olmadı, fakat biz Rasûlullâh’ın emrine imtisâlen kendimizi zorlayarak bu işi yaptık.” dedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25) Rasûlullâh’ın (s.a.v.) vefâtı üzerine Müslümanlar mescidde ağlamaya başladılar. Hazret-i Ömer:

“Hiç kimsenin «Muhammed aleyhissalâtü vesselâm öldü!» dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullâh, Mûsâ aleyhisselâm’ın bayıldığı gibi bayılmıştır!...” diyerek konuşmaya devâm etti, öyle ki konuşa konuşa ağzı köpürdü.

İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN

Hazret-i Ebûbekir, acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak alnından öptü ve:

“Vallâhi, Rasûlullâh vefât etmiş! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Bizler Allâh’a âidiz! Allâh’ın kullarıyız! Ve bizler yine O’na dönücüleriz! Babam, anam Sana fedâ olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Sana hiçbir zaman iki kere ölüm acısı tattırmayacak! Sen bir kere ölmüş ve mukadder olan ölüm geçidini geçmiş bulunuyorsun! Bundan sonra Sen’in için bir daha ölmek yoktur! Vâh benim peygamberim!” dedi, eğilip Varlık Nûru Efendimiz’in (s.a.v.) yüzünü öptü. Başını kaldırdıktan sonra:

“Vâh benim dostum!” dedi ve eğilip Âlemlerin Efendisi’nin alnından öptü.

“Vâh benim güzîdem, seçkinim!” dedi, tekrar alnından öptü ve:

“Sen sağ iken de güzeldin, vefâtından sonra da güzelsin! Sen’in sağlığın da vefâtın da ne güzel!” diyerek Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı. Hazret-i Ömer, hâlâ Peygamberimiz’in (s.a.v.) vefât etmediği yönündeki konuşmasını sürdürüyordu. Hazret-i Ebûbekir ona:

“–Otur artık ey Ömer!” dedi. Hazret-i Ömer oturmaya yanaşmadı. Hazret-i Ebûbekir, sözünü iki üç kere tekrarladı ve konuşmaya başladı:

“Allâh Teâlâ, Peygamberine daha aranızda iken vefât haberini vermişti. Sizlerin de (eceliniz gelince) öleceğinizi haber vermiştir. Rasûlullâh vefât etmiştir! Sizlerden de hiç kimse sağ kalmayacaktır. Kim Muhammed’e tapıyor ise bilsin ki Muhammed aleyhissalâtü vesselâm vefât etmiştir! Kim de Allâh’a ibâdet ediyorsa, hiç şüphesiz Allâh Hayy’dır, ölümsüzdür! Allâh Teâlâ:

«Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ök­çesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allâh, şü­kür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.» (Âl-i İmrân, 144) buyurmuştur.”

İnsanlar bu âyeti işitince Peygamber’in (s.a.v.) vefât ettiğine artık iyice kanaat getirdiler. O derece şaşkınlığa düşmüşlerdi ki Ebûbekir (r.a.) okuyuncaya kadar, bu âyetin nâzil olduğunu bilmiyor gibiydiler. Hazret-i Ömer der ki:

“Vallâhi o güne kadar bu âyeti sanki hiç işitmemiş gibiydim! Onu Ebûbekir’den dinleyince dehşet içinde kaldım. Ayaklarım beni tutmaz olmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü ve bulunduğum yere yığılıverdim.” (İbn-i Sa’d, II, 266-272; Buhârî, Meğâzî, 83; Heysemî, IX, 32; Abdürrezzâk, V, 436)

Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebûbekir’in konuşmasından sonra Rasûlullâh’ın (s.a.v.) üzerine eğilip alnından öptü. Ağlayarak şöyle hitâb ediyordu:

“Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Üzerine dayandığın hurma kütüğü, minber edindiğin zaman Sen’in ayrılığına dayanamayarak inlemeye başlamış, elini onun üzerine koyunca susmuştu. Oysa ki ümmetin Sen’in ayrılığına ağlayıp sızlamaya ondan daha lâyıktır! Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Rabbin:

«Kim Rasûlullâh’a itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…» (en-Nisâ, 80) buyurarak Sana itaati kendisine itaat saymakla, katındaki üstünlüğünü son dereceye ulaştırmıştır!

Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Allâh, Sen’i peygamberlerin sonuncusu olarak gönderdiği hâlde, Sana îman ve yardım etmeleri husûsunda önceki peygamberlerden ahd ü mîsâk almakla[8] Sen’in kendi katındaki fazîletini son dereceye ulaştırmıştır! Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Cehennem halkının, azâb edilirlerken:

«…Eyvâh! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Rasûlullâh’a itaat etseydik!» (el-Ahzâb, 66) diyerek Sana itaatin hasretini çekmeleri, Sen’in Allâh katındaki fazîletini son dereceye ulaştırmıştır!” (Kastallânî, II, 492) Ümmü Seleme vâlidemiz şöyle anlatır:

“Rasûlullâh’ın vefât ettiği gün, çevresinde toplanıp ağlıyorduk. O gece uyumamıştık. Allâh Rasûlü evimizdeydi, O’na bakarak tesellî oluyorduk. Seher vakti kazma seslerini duyunca feryâd ettik. Mesciddeki cemaat de feryâd ü figân etti. Medîne tek bir çığlıkla sarsıldı. Hele Bilâl’in ezân okuyup da; «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” diye Rasûlullâh’ın ismini söylerken hıçkırarak ağlaması teessürümüzü iyice artırdı. İnsanlar kabre girmek için hucûm edince içerdekiler kapıyı kapattı. O ne yaman bir musîbetti. Ondan sonra herhangi bir belâya uğradığımızda Rasûlullâh’ın vefâtını hatırlayarak o musîbete ehemmiyet vermezdik.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 256)

Rasûlullâh’nün (s.a.v.) ayrılığı sahâbe-i kirâma çok ağır gelmişti. Çünkü O’nu her şeyden ve herkesten daha çok seviyorlardı. Bu sebeple ashâb içinde O’nu görmeyen gözü, O’nu işitmeyen kulağı ve O’nun yaşamadığı bir hayâtı istemeyenler vardı. Peygamber Efendimiz onların bu hâlini şu hadîs-i şerîfleriyle daha önceden bildirmişlerdi:

“Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, gün gelecek beni göremeyeceksiniz. O zaman sizden birine, beni kendisiyle berâber görmesi, âilesinden ve malından daha sevimli ve makbul olacaktır.” (Müslim, Fedâil, 142; Buhârî, Menâkıb, 25) Onlar tekrar Allâh Rasûlü ile birlikte olacakları ve Âlemlerin Efendisi’ni yeniden görebilecekleri günlerin beklentisi içinde hayatlarını tamamladılar.

Hz. Osman’ın Üzüntüsü

Hazret-i Osmân şöyle anlatır:

Peygamber (s.a.v.) vefât ettikten sonra ashâb-ı kirâm arasında onun ölümüne en çok üzülen biri varsa şüphesiz o benimdir. Başkaları da üzülmüştü. Hattâ üzüntüden vesveseye kapılanlar oldu. Bir kalenin gölgesinde otururken Ömer (r.a.) yanımdan geçmiş ve bana selâm vermiş. Üzüntümden ne onun geçtiğini ne de selâm verdiğini fark ettim. Ömer (r.a.), Ebûbekir’in (r.a.) yanına gitmiş ve demiş ki:

“−Osmân’a uğradım, selâm verdim, selâmımı almadı, bundan daha çok şaşılacak bir şey olur mu?” Bunun üzerine Ebûbekir’le berâber bana gelip selâm verdiler. Sonra Ebûbekir (r.a.) dedi ki:

“−Kardeşin Ömer bana gelip, sana selâm verdiğini ve senin onun selâmını almadığını söyledi. Bunun sebebi nedir?”

“−Ben böyle bir şey yapmadım.” deyince, hemen Ömer (r.a.) şöyle dedi:

“−Vallâhi sen bunu yaptın!” Cevap verdim:

“−Vallâhi ben ne senin geçtiğinin ne de selâm verdiğinin farkındaydım!” Sözü Ebûbekir alıp şöyle dedi:

“−Osmân doğru söyledi.” (Ahmed, I, 6) Rasûlullâh’ın (s.a.v.) vefâtından sonra Hazret-i Ebûbekir, Ömer’e (r.a.):

“–Kalk, Efendimiz’in yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi biz de onu ziyâret edelim.” dedi. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen (r.a.) ağlamaya başladı. Onlar:

“–Niçin ağlıyorsun? Rasûlullâh için Allâh katındaki nîmetlerin çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen:

“–Ben onun için ağlamıyorum. Allâh katındaki nîmetlerin, Rasûlullâh için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi. Onun bu ince düşüncesi, Hazret-i Ebûbekir ve Ömer’i da duygulandırdı. Ümmü Eymen ile birlikte onlar da ağlamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)

Ömer (r.a.) bir gece kontrol maksadıyla şehrin sokaklarında dolaşırken bir evde kandil yanmakta olduğunu gördü. Eve yaklaştığında ihtiyar bir kadının hem yün eğirdiğini hem de şu meâlde bir şiir okuduğunu duydu:

“Sâlihlerin selâm ve duâsı Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine olsun. Yâ Rasûlallâh! Bütün seçkin kimseler Sana rahmet okusun. Sen geceleri ibâdet eder, seher vakitleri çokça ağlardın. Ama ölüm merhale merhale herkese erişiyor. Âh! Bir bilebilseydim âhiret yurdu beni sevgili (Peygamberi)mle bir araya getirecek mi?” Ömer (r.a.) oturup bir müddet ağladı. Sonra kapıyı çaldı. İhtiyar kadın kim olduğunu sordu:

“–Ömer bin Hattâb” cevâbını verdi. Kadın:

“–Ömer’in benimle ne işi var, bu saatte burada ne arıyor?” diye endişelenince:

“–Allâh’ını seversen kapıyı aç, korkma!” dedi. Kadın kapıyı açtı, Hazret-i Ömer içeri girdi ve:

“–Biraz önce söylediğin şiiri bir daha oku!” dedi. Kadın da okudu. Son mısraya gelince Ömer (r.a.):

“–Beni de aranıza katmanı ricâ ediyorum!” dedi. Bunun üzerine kadın son mısrâyı:

“Âh! Bir bilebilseydim âhiret yurdu sevgili (Peygamberi)mle beni ve Ömer’i bir araya getirecek mi? Ey Gaffâr olan Allâh’ım! Ömer’e mağfiret eyle!” diye bağladı. Ömer (r.a.) de memnûn olarak geri döndü. (Ali el-Müttakî, XII, 562/35762) Enes (r.a.):

“Rüyamda Sevgili (Peygamberim)’i görmediğim hiçbir gece yoktur.” der ve ağlardı. (İbn-i Sa’d, VII, 20) Burada da olduğu gibi ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh’tan (s.a.v.) bahsederken, husûsiyle “habîbî: sevgilim”, “halîlî: dostum” gibi muhabbetlerinin coşkusunu ifâde eden terkipler kullanırlardı.[9]

Onlar, salât ü selâmda bulunmak sûretiyle O yüce Peygamber’e karşı muhabbet ve bağlılıklarını gösteriyorlardı. Fakat O’nu hatırlamaları sâdece salât ü selâmlara mahsus değildi. Rasûlullâh’ın (s.a.v.) yolunu tâkip etmeleri, sünnetine tâbî olmaları ve hadîs-i şerîflerini müzâkere etmeleri de onlara dâimâ Rasûl-i Ekrem’i (s.a.v.) hatırlatıyordu. Ebû Zer (r.a.) diyor ki:

“Vallâhi Allâh Rasûlü âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

Bütün Müslümanların da Rasûl-i Ekrem’i (s.a.v.) dünyâdaki herkesten ve her şeyden daha çok sevmeleri, O’nun emir ve yasaklarını kendi arzularına tercih etmeleri ve O’nun bütün söz ve fiillerine tâbî olmaları dînî bir vazîfedir.

Dipnotlar:

[1] Hazret-i Peygamber’e vahiy geldiğinde, mübârek bedeni fazlasıyla ağırlaşırdı. Meselâ devesinin üzerinde bulunsa, o çökmeye mecbur kalır, ayakta durmak isterse bacakları eğilir, neredeyse kırılacağından endişe edilirdi. (Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197) Zeyd bin Sâbit diyor ki: “Bir gün Allâh Rasûlü’nün yanında bulunuyordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) dizi dizimin üzerindeydi. Birden O’na vahiy hâli geldi. Vallâhi, Resûlullâh’ın dizinden daha ağır bir şey görmedim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191) [2] Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419. [3] Bu münâsebetle İmam Kastallânî şöyle der: “Âlemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ’nın Habîbi, peygamberlerin en yücesi, geçmiş ve gelecek kusurları bağışlanmış bulunan Resûlullâh böyle düşünürse, üzerlerinde Müslümanların kanları ve kendilerine harâm olan malları bulunduğu hâlde Allâh’a kavuşanların hâlleri nasıl olur, bir düşün!” (Kastallânî, II, 480-481) [4] İbn-i Sa’d, II, 272; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 231. [5] Buhârî, Meğâzî, 83. [6] Kadı Iyâz; “Resûlullâh’ın kabrinin bulunduğu yerin, yeryüzünün en fazîletli mekânı olduğunda ihtilâf yoktur.” der. (Şifâ, II, 96) İmam Bûsirî ise duygularını şöyle ifâde eder: “Can ve cihân sultânı Peygamber Efendimizin mübârek cismini bağrında saklayan toprak kadar güzel kokan hiçbir koku yoktur. Ne saadetli ve devletlidir o kimse ki, o mübârek toprağı koklayıp öpmüştür.” (Kasîde-i Bürde, Beyt no: 58) [7] Muvatta, Cenâiz, 27; Ahmed, VI, 267. [8] Bkz. Âl-i İmrân, 81. [9] Buhârî, Teheccüd, 33; Savm, 60; Müslim, Müsâfirîn, 85; İbn-i Mâce, Sadakât, 10; Darimî, Savm, 38; Ahmed, V, 159; İbn-i Sa’d, IV, 229. 

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları