Peygamber Efendimizin Tefekkürü

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine peygamberlik vazifesi verilmeden önce de sükûtu ve tefekkürü çok severdi. Nübüvvetine yakın zamanlarda halvet ve uzlete çekilmeyi daha çok arzu eder olmuştu. Mekke-i Mükerreme’ye yaklaşık 5 km mesâfedeki Hirâ Mağarası’na giderek orada günlerce kalırdı.

O’nun bu uzletlerindeki ibadeti; tefekkür etmek, atası İbrahim -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmekti.[1] Cenâb-ı Hak bu şekilde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i mukaddes vazifeye hazırlıyordu.

O günlerde kâinât ve onun Hâlık’ı hakkında derin derin tefekkür eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayatında da dâimâ tefekkür hâlinde olmuştur.

PEYGAMBER EFENDİMİZ DAİMA ÖNÜNE BAKARDI

Hind bin Ebî Hâle -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“…Nebiyy-i zî-şân Efendimiz, dâimâ önüne bakardı.[2] Yere bakışı, yukarı bakışından daha uzundu. Her şeye ibret nazarıyla bakardı… Sürekli hüzünlü ve dâimâ tefekkür hâlindeydi. Onun için rahatlık söz konusu değildi. İhtiyaç olmadıkça konuşmazdı. Daha çok sükût hâlinde bulunurdu...” (Taberânî, Kebîr, XXII, 155; Beyhakî, Şuab, III, 24; İbn-i Sa‘d, I, 422-423)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti.” buyururdu. (Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317; Kudâî, Şihâb, no: 1159)

Tâbiînden Atâ (r.a.) Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir manzarayı şöyle nakleder:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya:

“–Allah Rasûlü’nde gördüğün en şaşırtıcı hâli bana haber verir misin?” diye sordum. Âişe vâlidemiz:

“–O’nun hangi hâli şaşırtıcı değildi ki!” dedi ve şöyle devam etti:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yanıma geldikten sonra bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.» buyurdu. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim; ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer bile sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- sabah namazına çağırmaya geldi. Efendimiz’in ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» diye sordu.

"ONLAR GÖKLERİN VE YERİN YARATILIŞI HAKKINDA DERİN DERİN TEFEKKÜR EDERLER"

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler nâzil oldu ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyet-i kerîmeleri tilâvet etti:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın varlığını ve birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi Cehennem azâbından koru! (derler) (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157)

Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yıldızları imrendirecek inci tâneleri gibi gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Aynı şekilde, mü’minlerin, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ederek dökecekleri gözyaşları da, -Allâh’ın lûtfu ile- fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı ve -inşâallah- Cennet bahçelerinin şebnemleri olacaktır.

Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-, 10 yaşlarındaki oğlunu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in teheccüd namazını öğrenmek üzere, teyzesi Meymûne vâlidemizin odasına göndermişti. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- hâdisenin devâmını şöyle anlatır:

“Gece teyzem Meymûne -radıyallâhu anhâ-’nın odasında kaldım. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âilesiyle bir müddet sohbet ettikten sonra istirahata çekildi. Gecenin son üçte biri olunca kalktı, bir müddet semâya bakarak tefekkür etti, sonra da Âl-i İmrân Sûresi’nin (yukarıda zikredilen) 190. âyet-i kerîmesini tilâvet etti…” (Buhârî, Tefsîr, 3/17, 18; Tevhîd, 27)

TEFEKKÜRÜN EN FEYİZLİ VAKTİ

Diğer bir rivâyette de şu ifâdeler yer alır:

“…Gecenin yarısı veya ondan az öncesi ya da az sonrası olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz uyandı. Oturup elleriyle yüzünden uykuyu sildi. Âl-i İmrân Sûresi’nin son 10 âyetini okudu. Daha sonra kalkıp su kırbasına yöneldi ve güzelce abdest aldı…” (Buhârî, Tefsîr, 3/19; Ahmed, I, 242)

Peygamber Efendimiz’in, teheccüde kalkınca tefekkürle alâkalı olan bu âyet-i kerîmeleri okumayı âdet edinmesi, tefekkürün en feyizli vaktinin seherler olduğuna da işaret etmektedir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, Kur’ân-ı Kerîm’i, hikmetlerini ve mânâ inceliklerini tefekkür ederek okurlardı.[3] Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bâzen sabaha kadar bir âyet-i kerîme üzerinde teksîf olur, Cenâb-ı Hakk’a niyaz ve tazarrûda bulunurdu.[4]

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Bir sahâbî, diğer bir sahâbînin bütün gece « قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ » (İhlâs) Sûresi’ni tekrarladığını işitti. Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gelip hâdiseyi nakletti. Sanki bütün gece boyunca bu kısa sûrenin okunmasını az görüyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

«–Nefsim kudret elinde bulunan Zât’a yemin ederim ki, bu sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine denktir.» buyurdular.” (Buhârî, Eymân, 3. Krş. Buhârî, Ezân 106, Tevhîd 1)

TEFEKKÜR-İ MEVT 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünyanın fânîliğini hiç unutmazdı. Şöyle buyururdu:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık su ile döndüğüne baksın!” (Müslim, Cennet, 55)

Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, mübârek vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:

“–Yâ Rasûlâllah! Sizin için bir döşek edinsek?!” dedik. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Benim dünya ile ne alâkam var ki? Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 44/2377)

HER GÜN ÖLÜMÜ TEFEKKÜR ETMEK

Berâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir cenâze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:

«–Ey kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapınız!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyururlardı:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)

“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)

“…Kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.” (Heysemî, X, 325)

Bir sahâbî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

Mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sormuştu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Bu sebeple tasavvuf erbâbı, her gün bir müddet ölümü tefekkür ederek, ruhlarına mânevî zindelik katarlar. Bu tefekkürden aldıkları canlılık ve heyecanla, yanlış ve boş işlerden sakınır, dâimâ faydalı işler yapmaya ve bol bol sâlih ameller işlemeye gayret ederler.

İnsana ölümü hatırlatan en güzel vesîle ise, kabir ziyaretidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım... Artık ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Bkz. Müslim, Cenâiz, 106)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[5]

Hattâ bir gece Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

Abdullah bin Ebî Ferve -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:

«Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin, bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyâmete kadar kim bu şehidleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler.»” (Hâkim, III, 31/4320)

Tâbiînin büyüklerinden İmam Şa‘bî g şöyle der:

“Ensâr’ın yakınlarından biri vefât ettiğinde sık sık kabrini ziyaret eder, yanında Kur’ân okurlardı.”[6]

AMELLERİN EN SEVİMLİSİ AZ DA OLSA DEVAMLI YAPILANIDIR

Şunu da bilhassa ifâde etmek gerekir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ibadet hayatını teşkil eden her hususta devamlılık esastı. O, az da olsa devamlı yapılan ibadetleri sever ve;

“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” buyururdu. (Müslim, Müsâfirîn, 218; Ahmed, VI, 61)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ibadetleri, hayatının her sahasına âhenkli bir şekilde yayılmıştı. O’nun ibadetlerine nazar edildiğinde, sanki hayatında başka bir iş yapmamış, sadece ibadetle meşgul olmuş zannedilebilir. Yaptığı hizmetlere bakıldığında ise, ibadete vakit bulamadığı düşünülebilir. Fakat Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünyevî hizmetlerini aksatmadan en mükemmel şekilde yerine getirdiği gibi, ibadet hayatını da en üst seviyede devam ettirmiştir.

O, hem Allâh’ın gönderdiği dîni çok büyük zorluklarla insanlara tebliğ etmiş, vahyin îzâha muhtaç kısmını söz ve fiilleriyle şerh etmiş, gece gündüz ibadetlerine titizlikle devam etmiş; hem de âilesiyle ilgilenmiş, fukarânın dert ortağı olmuş, mâtemlerin civârında bulunmuş, ümmetine en kâmil bir şekilde rehberlik etmiş, kuvvetli ve sağlam bir devlet kurmuş, krallara elçiler gönderip onları İslâm’a dâvet etmiş, elçiler kabûl edip ikramlarda bulunmuş, ordular sevk ve idâre etmiş, Allâh’ın dînini tebliğde önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak için fedâkârca mücâdele etmiştir…

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hiç kimsenin muvaffak olamayacağı kadar ağır olan günlük vazifelerini eksiksiz olarak yapmakla birlikte, dağ başlarına çekilerek kendilerini Allâh’a vermiş insanlardan daha mükemmel bir şekilde Allâh’a kulluk ve ibadet etmiştir. Bunun neticesinde ise; merhamet, şefkat, affedicilik, hilim, tevâzû, cömertlik, hizmet gibi ahlâk-ı hamîdenin en yüksek misallerini sergilemiştir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel ahlâkına dâir misaller saymakla bitirilemez.[7]


[1] Bedreddin el-Aynî, Umdetü’l-Kārî, I, 61; XXIV, 128, Beyrut, ts.

[2] Efendimiz r’in bu hâli tasavvufta; “nazar ber kadem” tâbiriyle tatbik olunagelen bir düstur hâline getirilmiştir. Tafsîlâtı için bkz. sf. 268.

[3] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Îmân 346, Müsâfirîn 203, 247, Zikr 38; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl, 25; Muvatta’, Kur’ân, 4, 11; Heysemî, VII, 165; Kurtubî, Tefsîr, I, 40.

[4] Nesâî, İftitâh, 79; Ahmed, V, 156.

[5] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102.

[6] Ebû Bekir bin Hallâl, el-Kırâe ınde’l-Kubûr, Beyrut 1424, s. 89, no: 7.

[7] Bu hususun tafsîlâtı için Fazîletler Medeniyeti isimli eserimize mürâcaat edilebilir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.