Peygamber Efendimiz'in Şahsiyeti ve Nübüvveti

PEYGAMBERİMİZ

Hazret-i Muhammed (s.a.v.) mîlâdî 571 yılının 20 Nisan’ına tesadüf eden 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, Güneş doğmadan az evvel Mekke-i Mükerreme’de dünyamızı şereflendirdi. O’nun mübârek soyu Hazret-i İsmâil’in oğlu Kayzar sülâlesinin en şereflisi olan Adnân’a kadar uzanır.[1] Resûlullah, Kureyş kabilesi içinde, hem baba hem de anne yönünden en temiz ve en şerefli bir âileye mensuptur.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAHSİYET VE KARAKTERİ

Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. O’nun yetim çocukluğu ile gençliği, amcasının yanında büyük bir nezâhet ve ulviyet içinde geçiyordu. Bir müddet çobanlık yaptı.[2] Daha sonra ticaretle meşgul oldu.[3] Dürüstlüğü ve alışverişteki adâleti ile herkes tarafından tanındı, hürmet ve îtibar kazanarak “el-Emîn: En emniyetli kişi” sıfatını aldı. Güvenilirlik âdeta onun ikinci bir ismi olmuştu. 25 yaşlarına geldiğinde Mekke’de sadece el-Emîn ismiyle çağrılıyordu.[4] Müşrikler kendi yandaşlarına değil, “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e güveniyor ve kıymetli eşyalarını ona emânet ediyorlardı. Kâbe tamir edilirken Hacer-i Esved’i yerine koyma husûsunda ihtilâfa düştükleri zaman, hepsi de Peygamber Efendimiz’in hakemliğine îtirazsız teslim olmuş, o da dâhiyâne bir çözümle muhtemel bir savaşı önlemişti.[5]

Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en uzak duran O idi. Hiç kimseyi kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti.[6] Güzel ahlâkı ile bütün insanlar arasında temâyüz ediyordu. Herkes O’nu iyilik ve güzel davranışlarıyla tanıyor ve hürmet ediyordu.

NÜBÜVVET VAZİFESİ

Kırk yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik verildi. Hiç böyle bir şey beklemiyordu, ancak Allah Teâlâ her zamanki gibi yine dilediği şeyi gerçekleştirmişti.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- zor şartlar altında peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi. Onlara:

“Bu yaptığıma mukâbil sizden bir ücret talep etmiyorum!”[7] diyerek sırf Allah rızâsı için tebliğde bulunuyordu. İnatçı kâfirler ise direniyorlardı.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- ümmî bir insandı, o zamanki pek çok insan gibi okuma-yazma bilmezdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla tâbî olanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût, 48)

Bu sebeple Efendimiz’in, anlattığı şeyleri herhangi bir kitaptan ya da insandan öğrenip nakletmesi mümkün değildi. Ümmî bir insanın kırk yaşından sonra birdenbire en yüksek seviyedeki bir belâğat ve fesâhatla çok mühim bilgiler vermeye başlaması, ancak ilâhî vahiyle mümkün olabilirdi. Bunu o zamanki bütün düşmanları biliyor ve kabûl ediyorlardı.

Müşrikler, Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’i dâvâsından vazgeçirmek için çok uğraştılar. Çok sevdiği amcasını devreye soktular. Efendimiz’e gelip O’nu başlarına kral seçmek, aralarında para toplayıp en zenginleri yapmak, en güzel kızlarla evlendirmek gibi câzip tekliflerde bulundular ve; “Ne istersen yapmaya hazırız.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- gâyet açık ve net bir şekilde şu cevabı verdi:

“–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat ve ne de reislik! Benim tek istediğim şudur: Putlara tapmaktan vazgeçiniz, yalnız bir olan Allâh’a ibadet ediniz!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 99-100)

Peygamber Efendimiz’den herhangi bir tâviz koparamayan müşrikler, yıldırma hareketlerine başvurdular. Müslümanlara karşı eziyet ve işkencelerini gün geçtikçe artırdılar. Müslümanların bir kısmı, o dönemde adâletin hâkim olduğu Habeşistan’a hicret etti.

Müşrikler, müslümanlar ve onları koruyan Hâşimoğulları ile her türlü alışverişi, kız alıp vermek gibi medenî muâmeleleri ve bütün beşerî münâsebetleri kestiler. Bunu bir ahitnâme ile de perçinleyerek Kâbe’nin duvarına astılar. Bu boykot ve ambargo üç sene bütün şiddetiyle devam etti. Müslümanlar çok büyük açlık ve sıkıntılar çektiler. Açlıktan ağaçların kabuklarını ve yapraklarını yediler. Çocukların ağlama sesleri çok uzaklardan duyuluyordu.

TAİF'DE ALLAH RESÛLÜ'NÜN TAŞLANMASI

Üç sene sonra boykot nihayete erdi. Ancak tam da o günlerde Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib vefât etti. Çok geçmeden Efendimiz’in hanımı Hazret-i Hatîce vâlidemiz de vefât etti. Bunun üzerine düşmanca saldırılar, vahşet derecesine ulaştı. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, Zeyd bin Hârise’yi yanına alarak Mekke’nin 160 km ilerisindeki Tâif şehrine gitti. Akrabalarının da bulunduğu bu şehirde on gün kaldı. Onlar da önce alay ettiler. Sonra hakârete başladılar. Ardından kölelerini Allah Rasûlü’nün geçtiği yolların iki kenarına sıralayıp O’nu hakâretlerle taşlattılar.

TAİF HALKINA DUASI

Her tarafı kanlar içinde kalan O rahmet menbaı ve merhamet peygamberi, uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmek bir tarafa, vazifesinde herhangi bir kusuru olmasından korkarak şu niyazda bulundu:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Bu niyâzından da anlaşılacağı üzere Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in tek gâyesi Cenâb-ı Hakk’ı râzı edebilmek ve O’nun verdiği vazifeyi en güzel şekilde yerine getirebilmekti. Bu uğurda karşılaştığı en ağır işkence ve zorluklar bile gözüne görünmüyordu. Zira O bir “Rahmet Peygamberi” idi.

TAİF'TEN DÖNÜŞTE YAŞANANLAR

Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, Tâif’ten dönüşünü şöyle anlatır:

“...Ben geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib mevkiine varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâîl u’i fark ettim. Bana:

«−Allah Teâlâ kavminin Sana ne söylediğini ve Sen’i himâye etmeyi nasıl reddettiğini işitiyor. Onlara dilediğini yapması için sana Dağlar Meleği’ni gönderdi.» diye seslendi. Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:

«−Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitiyor. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim!» dedi. O zaman:

«−Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim!» dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

MİRAÇ HADİSESİ

Tâif dönüşünde Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, geceyi geçirdiği bir yerde Kur’ân okurken, bir grup cin O’nu dinledi. Hepsi de hakîkati anlayıp Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’e îmân ettiler. Bir müddet sohbet ettikten sonra kavimlerinin yanına tebliğ vazifesiyle döndüler.[8]

Bu sıkıntıların ardından Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e mîrâcı lûtfetti. Bir gece, O’nu Mescid-i Harâm’dan aldı, kendisine bâzı âyetlerini göstermek üzere, etrâfını mübârek kıldığı Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Oradan da semâlara yükseltti. Mâhiyetini bilemediğimiz husûsî bir mülâkât gerçekleşti.[9]

Dipnotlar:  [1] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 28; İbn-i Hişâm, I, 1-3; İbn-i Sa‘d, I, 55-56. [2] Bütün peygamberler çobanlık yapmıştır. (Buhârî, İcâre, 2, Enbiyâ, 29) Böylece Cenâb-ı Hak onlara tebliğ vazifesini vermeden önce idâreci­likte lâzım olan birtakım kâbiliyetler kazandırmıştır. Çobanlık yapan kimselerde, tefekkür ufku, vakar ve merhamet duygusu gelişir. Koyunları sevk ve idâre edip yırtıcı hayvanlardan korumaya çalışarak sabır ve tesâhüb duygularını kuvvetlendirirler. Nitekim yaratılmış her varlığa merhamet etmek, onların kaba ve anlayışsız hâllerine sabretmek, peygamberlerde bulunması gereken en mühim husûsiyetlerdendir. Çoban, sürüsünü canavarlardan muhafaza eder, önden ve arkadan gidenleri takip eder, geri kalan hasta ve zayıf koyunları kucağına alarak sürüye yetiştirir. Çoban, hayvanlarını münbit arazilerde otlatır, onları kurak yerlerde helâk etmez. Efendimiz r: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mes’ûlsünüz…” buyuruyor. (Buhârî, Vesâyâ, 9) Demek ki bütün müslümanların böyle bir mes’ûliyet şuuru ile yaşaması zarûrîdir. [3] Bkz. Buhârî, İcâre, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 17, 82; Hâkim, III, 200. [4] Bkz. İbn-i Sa‘d, I, 121, 156. [5] İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319. [6] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 191; İbn-i Sa’d, I, 121. [7] Sâd, 86. [8] Bkz. el-Ahkâf, 29-32; el-Cin, 1-10; Buhârî, Tefsîr 72, Ezân 105; Müslim, Salât 149; Tirmizî, Tefsîr 72/3324; İbn-i Sa’d, I, 212. [9] Bkz. el-İsrâ, 1; en-Necm, 1-18; Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43, Menâkıbu’l-Ensâr 42, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Müslim, Îman 264, 272, Eşribe 92; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât 1, Eşribe 41; Ahmed, V, 418; İbn-i Sa’d, I, 214.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslâm, Erkam Yayınları