Peygamber Efendimiz’in Oturma Adabı

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz nasıl otururdu? Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in oturuş şekilleri nelerdir? Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in tasvip etmediği oturuş şekilleri nelerdir? Sofrada, camide, mecliste oturma şekli nasıl olmalı? İslam’a göre oturma adabı...

Hayatın her alanını en güzel şekilde tanzim eden İslâm dini, oturuş tarzları ile alakalı da bir kısım edeb kâideleri koymuştur. Bir Müslümanın rastgele yerlerde yine rastgele oturamayacağını, her hareketinin bir kâideye bağlı olduğunu bildirmiştir.

Oturma Şekilleri

Muhtelif oturma şekilleri vardır. Diz çökerek, bağdaş kurarak, çömelerek, bacakları dikerek, elleri ayaları üzere arkaya atıp ayakları uzatarak oturmak gibi. Bunlardan hangisinin nerede ve ne şekilde münâsip olduğunu bize gösteren, şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’dir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN OTURUŞ ŞEKİLLERİ

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mûtad olan oturuş tarzı, diz üstü oturma şeklinde idi. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37) Fakat bunun haricinde de oturuş şekilleri vardı.

Bunlardan biri bağdaş kurarak oturmasıdır. Câbir bin Semure (r.a.), Resûlullah’ın, sabah namazını kıldıktan sonra güneş iyice yükselinceye kadar, bağdaş kurarak oturduğunu haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 26)

Bağdaş Kurmak ve Bağdaş Kurarak Oturmanın Hükmü Nedir?

Bağdaş kurarak oturmak, Peygamber Efendimiz’in hoşlandığı ve çokça yaptığı oturuş biçimlerinden biriydi. Çünkü bu oturuş, insanı rahat ettiren, avret mahallinin açılmasını engelleyen ve edep kâidelerine uygun düşen bir oturuş tarzıdır. Allah Resûlü, sâdece mescidde değil, başka meclislerde de çoğu zaman böyle otururdu. Sahâbenin de Peygamberimiz’in bu oturuş tarzına uyduklarını ve onun gibi oturmayı tercih ettiklerini görmekteyiz.

Bir diğeri “kurfusâ” veya “ihtibâ” denilen oturuş şeklidir. İbn-i Ömer (r.a.); “Resûlullah’ı Kâbe’nin avlusunda elleriyle dizlerini tutarak şöyle otururken gördüm.” demiş ve uyluklarını karnına dayayıp kolları ile dizlerini tutarak, kaba etleri üzerine oturmuştur. (Buhârî, İsti’zân, 34)

Kayle bint-i Mahreme (r.a.) de; “(Müslüman olmak için geldiğimde) Resûlullah’ı dizlerini karnına dayamış, dizlerini elleriyle tutup kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Onu böyle huşû ve huzûr içinde mütevâzi bir vaziyette oturur görünce, heybetinden irkildim.” demektedir. (Ebû Dâvud, Edeb, 22) Bu tarz, Peygamber Efendimiz’in çokça yaptığı, hatta Kâdî İyâz’a (r.a.) göre bağdaş kurarak oturmaktan daha çok tercih ettiği bir oturuştur. Tesettürün tam sağlanması ve avret yerinin açılma ihtimali gibi bir durumun olmaması, bu oturuş şeklinin tercih sebebidir. Sahâbe-i kirâm da çoğu kere böyle otururlardı. Toplumumuzda bu oturuş biçiminin yaygın oluşu, her halde bu sünnetin uygulanışından kaynaklanmaktadır.

Yalnız Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cuma günü imam hutbe okurken bu şekilde oturup hutbe dinlemeyi yasaklamıştır. (Ebu Dâvûd, Salât, 228) Çünkü bu oturuş biçimi uyuklamaya sebep olur ve kişiyi hutbeyi dinleme vecibesinden alıkoyar. En kötüsü de abdestin bozulmasına sebep olabilir.

İhtifaz veya İka Nedir?

Allah Resûlü çömelerek de oturmuştur. “İhtifâz” veya “ik‘a” kelimeleri ile ifade edilen bu tarzı, daha çok bir şey yerken kullanmıştır. Enes bin Mâlik (r.a.):

“Ben, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i çömelerek oturmuş olduğu hâlde hurma yerken gördüm.” demiştir. (Müslim, Eşribe, 148-149)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in müşâhede edilen bir diğer oturuş şekli de havuz veya kuyunun kenarına oturup ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmasıdır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin (r.a.) anlattığı bir hâdisede Allah Resûlü, bir kısım ashabıyla birlikte Erîs kuyusunun kenarına oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıtmıştır. (Buhari, Ashâbu’n-Nebi, 5)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN TASVİP ETMEDİĞİ OTURUŞ ŞEKİLLERİ

Fahr-i Cihân Efendimiz’in beğenmediği ve hoş karşılamadığı oturuş biçimleri de vardır. Meselâ tek elini arkaya uzatıp elinin ayasına yaslanarak ve vücudunu da ona göre biçimlendirerek oturmak Efendimiz tarafından makbul karşılanmamıştır. İki elini arkaya koyup ayalarına yaslanmak sûretiyle oturmak da aynı şekilde uygun görülmeyen oturuş tarzlarından biridir. Çünkü bu oturuş, insanlara karşı büyüklük taslayan ve kendilerini herkesten üstün görenlerin oturuş biçimi olarak nitelendirilmiştir. Şerîd bin Süveyd (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Bir gün sol elimi arkaya atmış ve elimin ayasına dayanmış otururken, Resûlullah yanıma geldi ve:

«– Allah’ın gazabına uğramış olanlar gibi mi oturuyorsun?» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 24)

Burada önemli olan nokta, İslâm gibi en büyük nimete sâhip olan Müslümanların, nimetten mahrum bırakılmış ve Allah’ın kızgınlığını haketmiş olan gayri müslimlere, oturuşlarında bile benzememeleri gerektiğidir. Şayet bir oturuş, yürüyüş, yatış ve benzeri davranışlar gayri müslimlerin şiârı ise, yani bu davranışlar görüldüğünde onlar hatıra geliyor ve onların hâli zihinde canlanıyorsa, bunlardan sakınmak Müslümanların görevidir.

Peygamber Efendimizin Oturmayı Yasakladığı Yerler

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hangi tarzda olursa olsun, uygun olmayan yerlere oturmayı yasaklamıştır. Bunlardan biri, sokaklara ve yol kenarlarına oturmaktır. Efendimiz ashâbına:

“– Yollarda oturmaktan kaçının!” buyurmuştur. Onlar:

– Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz, dediklerinde ise Allah Resûlü:

“– Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz, o hâlde yolun hakkını verin!” buyurdu.

– Yolun hakkı nedir ey Allah’ın Resûlü? dediklerinde ise:

“– Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir.” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Libâs, 114)

Diğer bazı rivayetlerde de Peygamberimiz, “yol sorana yol göstermek, imdat isteyene yardım etmek” gibi birkaç hakka daha işaret etmiştir.

İnsanların gelip geçtiği yerlere lüzumsuzca oturarak sohbet etmek, insanları seyretmek ve rahatça geçmelerine mâni olmak çirkin bir harekettir. Ancak zarûreten oturulduğunda Efendimiz’in işaret ettiği hususlara dikkat edilmelidir. Sokaklarda oturmanın bu mahzurunu bilen Müslümanlar, öteden beri câmi avlularında oturmayı âdet edinmişlerdir.

MECLİSLERDE VE İNSANLARIN BULUNDUĞU YERLERDE OTURMA

Allah Resûlü, meclislerde oturma âdâbı ile alakalı da çok güzel esaslar koymuştur. O, Sizden biriniz bir kimseyi oturduğu yerden kaldırıp yerine kendisi oturmasın. Fakat açılarak halkayı genişletiniz.” buyurmuştur. (Buhârî, Cum’a, 20) Bir başka hadis-i şerifinde de oturduğu yerden kalkan kimsenin geri döndüğünde, önceki oturduğu yere oturmaya herkesten fazla hak sâhibi olduğunu ifâde etmiştir. (Müslim, Selâm, 31) Bu şekilde nebevî bir terbiye alan sahabe-i kiram, Efendimiz’in huzuruna vardıkları zaman, buldukları boş yere otururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 14)

Ashâbın bu güzel âdeti, bizler için de örnek alınacak davranışlardan biridir. Çünkü bir toplulukta sonradan gelen birinin başa veya öne geçmek istemesi, birtakım kırgınlık ve dargınlıklara hatta düşmanlıklara sebep olabilir. Meclise sonradan gelen bir kimse için oturacak yer yoksa, halkayı genişletmek ve safları sıklaştırarak ona yer açmak gerekir. Böyle davranmak meclisin âdâbındandır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konunun önemine dikkat çekilerek şöyle buyrulmaktadır.

“Ey îmân edenler! Size, «Meclislerde yer açın!» denildiği zaman hemen yer açın ki Allah da size genişlik versin.” (el-Mücâdele 58/11)

Bütün bu prensipler, insanlar arasında bu sebeplerle ortaya çıkabilecek ihtilâfları önlemek, topluma çeki düzen vermek ve onları belli edeplere riâyet etmeye alıştırmak için konulmuştur. Toplumumuzda, bütün bu edep kâidelerine hassasiyetle uyulmaktadır. Birçok mecliste, yaşça küçük olanlar gönülden, sevabına inanarak ve hürmet göstererek yerlerini âlimlere ve büyüklere verirler. Bu davranışlar, Efendimiz’in sünnetinin Müslüman milletimizin günlük hayatına ne kadar tesir ettiğinin bir tezâhürüdür.

Meclislerde riâyet edilmesi gereken edeplerden birisi de müsâade almadan iki kişi arasına oturmamaktır. Zira bu mevzuda Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Kendileri müsâade etmedikçe, iki kişinin arasına oturmak bir kimseye helâl olmaz.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 21)

Yanyana oturan iki kimseyi birbirinden ayırarak aralarına girmek yahut onların omuzlarından atlayarak ileri geçmek, edebe uygun bir hareket değildir. Çünkü her iki durumda da insanlara eziyet verilir. Çünkü o kişilerin arasında özel bir muhabbet veya başkasının duymasını istemedikleri bir sır söz konusu olabilir. Buna fırsat vermemek için özellikle camide saf tutan cemaatin, öncelikle ön safları doldurmaları ve aralarına başkalarının sokulup giremeyeceği kadar sık oturmaları gerekir. Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz birgün hutbe okurken birisi geldi, insanların omuzlarına basarak ilerledi ve Efendimiz’in yakınına oturdu. Sevgili Peygamberimiz namazı bitirince adama:

“– Ey falan seni bizimle birlikte Cuma namazını kılmaktan alıkoyan nedir?” dedi. O şahıs:

– Yâ Resûlallâh! Şu gördüğün yere oturabilmek için böyle yaptım, dedi. Allah Resûlü:

“– Fakat seni insanların omuzlarına basarken ve onlara eziyet ederken gördüm. (Şunu bil ki) bir Müslümana eziyet eden bana eziyet etmiştir; bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur.” buyurdu. (Heysemî, II, 179)

Bu zat namazı Peygamberimiz’in görebileceği bir yerde kıldığı halde Efendimiz’in ona “Cumayı niçin kılmadın?” diye sorması, yaptığı bu hareketin yanlışlığının şiddetini vurgulamak içindir. Yoksa bu hareket, yanlışlığına rağmen fıkhen namazın kabul olmasına mâni değildir.

Sohbet veya vaaz dinlemek yahut ders yapmak üzere teşkil edilmiş bir halkanın tam ortasına oturmak da edebe muğâyir bir davranıştır. Zira Huzeyfe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah, halka hâlindeki bir topluluğun ortasına oturan kimsenin doğru bir davranışta bulunmadığını ifâde etmiştir. (Ebû Dâvud, Edeb, 14)

Peygamberimiz’in şiddetle sakındırdığı bu hareket, iki bakımdan sakıncalıdır. Birincisi, ileri geçebilmek için oturanları rahatsız edip aralarından veya omuzlarından atlaması icap eder ki bu zâten yasaklanmıştır. İkincisi de halkanın ortasına geçip oturan kimse o meclistekilerin birbirlerinin yüzlerini görmelerine engel olur ki bu da oradaki insanlara bir eziyettir. Bu hareketin son derece kötü görülmesinin bir başka sebebi de, böyle bir davranışta bulunan kişinin olgunlaşmamış ruh hali ve ciddiyetsiz kişiliğidir.

Dinimizce, uygun olmayan şeylerin konuşulduğu ortamlarda Müslümanların bulunması yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, (bu konuşmayı bırakıp) başka bir söze geçinceye kadar onlarla beraber oturmayın! (Böyle yaptığınız takdirde) elbette siz de onlar gibi olursunuz.” (en-Nisâ 4/140)

Âyet-i kerimeye göre Allah Teâlâ’nın âyetlerinin inkâr edilmesi ve Resûlullah ile alay edilmesi gibi hâllerin bulunduğu meclislerde oturulması îmân açısında büyük bir tehlike teşkil etmektedir.

Ancak hayat şartları gereği insan bazen malayani şeylerin konuşulduğu meclislere de tevafuk edebilir. Dikkat etmesine rağmen bu tür meclislerde bulunan bir Müslüman için Merhamet Peygamberi Efendimiz, bir mağfiret kapısı aralayarak:

“Kim mâlayâni konuşmaların çok olduğu bir yerde oturur da, oradan kalkmazdan önce şu duayı okursa, işlemiş olduğu günahlarından arınmış olur:

“Allâhım! Sen’i hamdinle tesbih eder, Sen’den başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Sen’den mağfiret diliyor ve Sana tevbe ediyorum.” buyurmuştur. (Tirmizi, Deavât, 39)

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.