Peygamber Efendimiz’in Beşer Oluşu

Allâh Teâlâ, insanlara kendi cinslerinden, aralarında yaşamış ve hayâtını bütün teferruâtıyla bildikleri Peygamberler göndermiştir.

Yüce Rabbimiz müşriklerin mûcize talebi karşısında Hazret-i Peygamber’e şöyle demesini vahyetmiştir:

قُلْ سُبْحَانَ رَبِّى هَلْ كُنْتُ اِلاَّ بَشَرًا رَسُولاً. وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُوا اِذْ جَاءَ هُمُ الْهُدَى اِلاَّ اَنْ قَالُوا اَبَعَثَ اللهُ بَشَرًا رَسُولاً. قُلْ لَوْ كَانَ فِى اْلاَرْضِ مَلَئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولاً.

“…De ki: «Rabbimi tenzîh ederim. Ben bir beşer olan rasûlden başka bir şey değilim.» İnsanlara hidâyet geldiği zaman, inanmalarına mânî olan sâdece: «Allâh peygamber olarak bir insan mı gönderdi?» demiş olmalarıdır. De ki: «Yeryüzünde huzur içinde yerleşip dolaşanlar (insan değil de) melek olsalardı, Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.»” (el-İsrâ, 93-95)

Resûlullâh, Allâh Teâlâ’nın izni olmaksızın kendi irâdesiyle mûcize meydana getiremeyeceğini, zîrâ kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu bildirmiştir.

Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerîmede:

قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلَهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ

“De ki: «Ben de ancak sizin gibi bir insanım; ancak bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor...»” (el-Kehf, 110) buyurarak bu hakîkati beyân etmiştir.

Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfleri, kendisinin de bir beşer olduğunu açıkça îlân etmektedir:

Ben de sizin gibi bir insanım. Siz dâvâlarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bâzınızın hüccet yönüyle, diğer bâzısından daha iknâ edici olması sebebiyle ben, dinlediğime istinâden onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş olurum.(Buhârî, Şehâdât 27, Mezâlim 16; Müslim, Akdiye 5)

Peygamberler sâdece vahyi teblîğ etmek için değil, aynı zamanda ona uygun bir hayat tarzı ortaya koymak, her hâdise karşısında örnek bir şahsiyet sergilemek ve fiilî bir kıstas olmak üzere gönderilmişlerdir. Bu ise, bir insan topluluğu içinde gerçekleşebileceğinden, bu vazîfeyi sâdece bir beşer yapabilirdi. Eğer insanlara elçi olarak bir melek gönderilseydi, o meleğin yapabileceği tek şey vahyi insanlara teblîğ etmek olurdu. Çünkü melek, insanlarla birlikte yaşayıp onların fikir, amel ve muâmelâtını düzeltmek için onların hayatlarına ve meselelerine ortak olamazdı. İnsanlar da bu defâ kendilerinin melek olmadığını ileri sürerek gelen emir ve nehiylere tâkat getiremeyeceklerine dâir bahâneler ileri sürerlerdi.

Bu bakımdan, Resûlullâh, ümmetine numûne olmak gibi bir vazîfesinin bulunması sebebiyle, aslında nübüvvet salâhiyeti ile yapmaya muktedir olduğu fevkalâdelikler ile hayâtını idâme ettirmemiş, böyle insan üstü hâlleri nâdiren ve ferdî olarak yaşamıştır. Hayâtını dolduran faâliyetlerin asıl büyük yekûnunu, beşeriyet îcap ve tâkati çerçevesinde gerçekleştirmiştir. Bu sebeple ideal bir tüccar, mükemmel bir âile reisi, fevkalâde bir kumandan veya idâreci olmak isteyen herkes, O’nun hayâtından kendisine rehber edineceği prensipler elde edebilir.

Târih boyunca insanlarda, bir beşerin Allâh’ın elçisi olamayacağı şeklinde yanlış bir kanaat mevcut olagelmiştir. Peygamberin kendileri gibi bir insan olması, yemek yemesi, hanımının ve çocuklarının olması âdeta bir kusur gibi telâkkî edilmiş, bu sûretle Allâh’ın murâdına yanlışlık izâfe etme cür’etinde bulunulmuştur. Pek çok peygamber, gönderildiği insanlardan bu yönde bir îtirazla karşılaşmıştır.

Bunun zıddına, bâzı Peygamberlerin tâkipçileri de peygamberlerine duydukları sevgi ve bağlılığı ifrata vardırarak zaman geçtikçe onun insan olmadığına inanmaya başlamışlardır. Peygamberlerini haddinden fazla yüceltip onlara ulûhiyet izâfe etmiş, böylece şirke düşmüşlerdir. Kimileri Peygamberlerini ilâh edinmiş, bâzıları onu Allâh’ın oğlu, bâzıları da Allâh’ın cisimleşmiş şekli zannetmiş, tevhîdden ayrılarak antropomorfik bir inanç vücûda getirmişlerdir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi...

RESULULLAH’IN BEŞER OLUŞU

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde Resûlullâh’ın beşer oluşu üzerinde ehemmiyetle durulmasının başlıca hikmeti, önceki ümmetlerin düştüğü bu hatâdan ümmet-i Muhammed’i muhâfaza etmektir.

Hazret-i Ömer, Resûlullâh’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için: «Allâh’ın kulu ve elçisi» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

Peygamber Efendimiz, diğer bir hadîs-i şerîfinde ise kendisine aşırı tâzîm gösteren kimseleri şu şekilde îkaz buyurmuştur:

Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allâh Teâlâ beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti. (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)

Peygamber Efendimiz’in, kendisinin de bir beşer ve kul olduğu husûsuna sık sık temâs etmesinin diğer bir sebebi de, O’nun kâbına varılmaz tevâzuudur.

Nitekim Hazret-i Peygamber, pek çok defâ Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği büyük nîmetleri, tahdîs-i nîmet kabîlinden saydıktan sonra “Övünmek yok buyurmuşlardır.( Tirmizî, Menâkıb, 1/3615.)

Abdullâh bin Cübeyr (r.a.) anlatıyor:

“Birgün Efendimiz bir grup sahâbî ile yolda yürürken, onlardan birisi örtü ile Allâh Resûlü’nü güneşten korumak istedi. Resûlullâh, bir kimsenin kendisine gölgelik yapmakta olduğunu fark edince ona hemen bırakmasını söyledi ve örtüyü alıp yere koydu. Ardından da:

«−Ben de sizin gibi bir insanım!» buyurdu.” (Heysemî, IX, 21)

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allâh Resûlü, bir beşer olmakla birlikte herhangi bir kimse gibi de değildir. Şâirin ifâde ettiği gibi:

مُحَمَّدٌ بَشَرٌ لاَ كَالْبَشَرِ بَلْ هُوَ كَالْيَاقُوتِ بَيْنَ الْحَجَرِ

Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Efendimiz bir beşerdir, lâkin diğer insanlar gibi değildir. Taşlar arasında yâkut ne ise Allâh Resûlü de insanlar arasında öyledir.

Diğer bir şâir bu hakîkati beyitlerinde şöyle terennüm etmektedir:

Târîh-i beşerde yok misâli

Her dilde yaşar onun hayâli

Mîrâc-ı kemâlidir felekler

Hayrân-ı cemâlidir melekler

Vasfında sözün hulâsasın al

İnsandı fakat melekten efdâl

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.