Osmanlı'nın İçindeki Hainler

İttihat ve Terakkî idâresinin cehâlet ve hıyânetinin lâyıkıyla anlaşılıp takdîr edilebilmesi için, kiliseler me­se­lesinin kısaca îzâhı zarûrîdir.

93 Harbi felâketinden sonra Bulgaristan bize pamuk ipliği ile bağlı, dâhilî idâresinde serbest bir prenslik hâline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta istiklâlini ilân edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Sultan Abdülhamîd, o dâhiyâne siyâsetiyle şu tedbire başvurmuştu:

Bulgarlar da Yunanlar gibi ortodoks mezhebine mensuptular. Ancak asırlardan beri dîn adamı yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus kiliseleri de yoktu. Sultan Abdülhamîd, onları dînî bakımdan Yunanlılar’dan ayırmayı düşündü. Bunun için İstanbul’da Balat’taki Rum ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukûka sahip “erksahlık” adıyla Bulgar kilise riyâsetini te’sis etti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binâsını, Berlin’de ve gizlice çelik parçalar hâlinde îmâl ettirip yine gizlice İstanbul’a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte ettirdi. Sabahleyin Rum papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında kendilerine rakip bir patrik binâsını, levhası asılmış olduğu hâlde görünce, dehşete kapıldı. (Hâlâ yerinde duran Bulgar erksahlığı, Türkiye’de ilk prefabrik binâdır.)

Bu sû­ret­te Bulgar kilisesi, Sultan Abdülhamîd’in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bunun bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar’ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum papazların idâresinde ayin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar erksahlığına bağlamak için mücâdele ederek Bulgarlar’ı ve buna karşı çıkan Rumlar’ı da yıllarca oyalayan Sultan Abdülhamîd Han, her iki tarafa da bir mâvi boncuk vermek kabîlinden me­se­leyi devamlı bir sû­ret­te te’hir ederek kedi-köpek gibi bu iki kavmin birbirlerine karşı gerginliğini sağlamıştı.

İTTİHAT VE TERAKKİCİLERİN CEHALET VE HIYANETLERİ

Gâfil İttihatçılar, iş başına gelince, “kiliseler kânunu” denilen bir kânun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar’ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfus ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf çoğunlukta ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.

Bu sû­ret­te kiliseler kavgası sona erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplar’ı da yanlarına alarak Balkan Harbi’ni başlattılar. İşte Sultan Abdülhamîd Hân’ın:

“–Gâlibâ siz kiliseler me­se­lesini hallettiniz!..” diyerek işâret ettiği me­se­lenin aslı budur.

İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve hıyânetleri saymakla bitmez:

Sultan Abdülhamîd Hân’ın artık yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar’ı tahrîk etmesinin mâhiyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi’ni müteâkiben ortaya çıkan 1. Cihan Harbi’ne de Almanlar’ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî oldu bittisi ile...

Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Alman­lar’ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız bir sû­ret­te harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.

Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultan Abdülhamîd’i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı’nda ikâmet etmekte bulunan tahttan indirilmiş Pâdişâh’ı ziyâret edip fikrini sordular.

ARTIK ÇOK GEÇ!

O koca Sultan, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfuslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar’ın sömürgelerini sordu. Tabiî Almanlar’ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultan keder dolu bir hüzün içerisinde:

“–Şu hesâbı da mı yapamadınız?! Hiç İngiltere’ye karşı Alman­lar’ın yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar’ı, İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!..” dedi.

İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederken:

“–Bizler böyle bir sul­tâ­nın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!..” diyorlardı.

Gerçekten o devirde yanlıştan yanlışa koşan niceleri, sonradan çeşitli vesîlelerle hatâlarını anlamış ve çaresiz bir pişmanlık içinde âdeta şöyle demek zorunda kalmışlardır:

Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık;

Zira ki ziyân ortada bilmem ne kazandık?!.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.