Osmanlı Tuğrası

Türklerde, hükümdarlık alâmeti sayılan tuğra ne anlama geliyor? Osmanlı tuğrası ne anlama gelir? Padişah tuğralarında ne yazıyor? İşte Osmanlı tuğraları ve anlamları...

Tuğra, Türklerde Oğuz hakanlarından Osmanlı sultanlarına kadar hükümdarlık alâmeti olarak sayılırdı. İşte Osmanlı tuğralarının özellikleri ve anlamları.

TUĞRA NEDİR?

Oğuz hakanlarından Osmanlı sultanlarına kadar Türk hükümdarlarını temsilen kullanılan yazılı alâmet ve işaretler tuğra adıyla anılır. Orta Türkçe’de “hükümdarın mühür ve imzası” anlamında tugrag şeklinde yer alan kelime Farsça’ya nişân, Arapça’ya tevkī‘ ve alâmet olarak geçmiştir. Bunun karşılığında Osmanlılarda tevkī‘, nişan, tuğra ve alâmet kelimeleri kullanılmıştır.

Belgelerde “tevkī‘, tevkī-i hümâyun, tevkī-i refî‘, tevkī-i refî’i hümâyun, nişan, nişân-ı hümâyun, nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sultânî ve tuğrâ-yi garrâ-yi sâmî-mekân-ı hâkānî, tuğrâ-yi hümâyun ve misâl-i meymûn, nişân-ı hümâyun ve tuğrâ-yi meymûn, tuğrâ-yi garrâ, nişân-ı şerîf-i âlîşân, alâmet-i şerîfe” ifadeleri bulunur. Tuğranın hazırlanışı ise “yazmak” yerine “çekmek” fiili ile ifade edilir.

OSMANLI TUĞRASININ BÖLÜMLERİ

Osmanlılarda aklâm-ı sittenin tevkī‘ çeşidiyle çekilen ve önceleri basit çizgilerden meydana gelen tuğralarda padişahın ismi babasınınkiyle beraber Arapça söylenişe göre yer alırdı. Zaman içinde buna “şah” ve “han” sıfatları, ayrıca “el-muzaffer dâimâ” duası eklenmiştir. Bu unsurları taşıyan, harflerin noktasız olarak kullanıldığı bir tuğra şu bölümlerden teşekkül eder:

1. Padişahın ve babasının isimleriyle “el-muzaffer dâimâ” duasının yer aldığı kürsü (sere);

2. Buradan sola doğru kavis çizerek giden iç içe iki beyza;

3. Beyzaların sağa ve aşağıya doğru uzantısı olan kol (hançer);

4. Sereden yukarıya doğru yükselen üç tuğ (elif) (tuğra metninde geçen eliflerin az veya çok sayıda oluşu bu üç adedini değiştirmez);

5. Tuğların tepesinden sol aşağıya kıvrılarak inen üç zülfe.

OĞUZLARDA HÜKÜMRANLIK ALAMETİ

Hükümdar namına bir belgenin üst tarafına yazılan isim, elkāb ve dua cümlesinin adı olan tuğranın, İslâm ülkelerindeki Dîvân-ı İnşâ yerine Selçuklulardaki Dîvân-ı Tuğra reisliği (tuğrâîlik) müessesesi vasfıyla hânedanın kurucusu Tuğrul Bey’den itibaren var olduğu, bu müessesenin Oğuzlarda hükümranlık alâmeti sayılan tuğradan çıktığı, Tuğrul Bey, tuğrasının Selçuklu madenî paralarında rastlanan ok ve yaydan ibaret Kınık damgası olduğu kabul edilmekteyse de bunların asılları zamanımıza kadar gelmemiştir. Kalın bir tevkī‘ hattıyla yalnız “Sultan” yazılı birkaç Selçuklu fermanına bakılırsa bunun tuğranın sadeleşmiş şekli olabileceğini, hatta kelimede geçen üç elifin ve sondaki nûn kavisinin ilk Osmanlı tuğralarının da ilham kaynağı sayılabileceğini düşünenler vardır.

Selçuklulardan muhtemelen Eyyûbîler vasıtasıyla Mısır Memlüklerine geçen ve Sultan el-Melikü’l-Eşref Şa‘bân devrine (1363-1376) kadar kullanılan tuğranın şekil itibariyle Osmanlı tuğrası ile hiç benzerliği bulunmaz. Bu tuğralar dörtgen biçiminde olup elkābın dipte sıralanmasına ve mevcut dik konumlu harflere aşırı uzunluk verilmesine dikkat edilmiştir.

OSMANLI’DA İLK TUĞRA


Osmanlı Sultanlarının tuğraları

Osmanlılarda ilk tuğra Orhan Gazi ile başlar (1324), Osman Gazi’nin tuğrasına rastlanmamıştır. “Orhan b. Osman” ifadesinde yer alan üç elif yukarıya, üç nûn ise sola doğru birbiri içinde uzatılarak sonraki padişah tuğralarının esası belirlenmiştir. Orhan Gazi’nin 1348 tarihli diğer tuğrasında “nûn”lar kavise dönmeye başlamış, eliflerin sağına da zülfe işareti konulmuştur.

1. Murat Han tuğrasında eliflerin zülfesi sola geçmiş, elif aralarına vasla işareti getirilmiştir. Daha önce kavis haline dönüşen “nûn”lar burada ikiye inerek iç ve dış beyza şeklini bulmuştur. Hammer’in, Osmanlılarla Raguza Cumhuriyeti arasındaki ahidnâmeyi tasdik için Sultan 1. Murat’ın imza yerine baş ve serçe parmakları ayrı, diğer üç parmağı birbirine yakın şekilde elini mürekkebe batırıp bastığı, bundan da padişah tuğralarının çıktığı yolunda verdiği bilgi artık tamamen bir tarafa bırakılmıştır. Anadolu beyliklerinde de bey adına aynı üslûpta tuğra çekildiği görülmektedir.

OSMANLI TUĞRALARI VE ANLAMLARI

Yıldırım Beyazıt tuğralarında beyzaların sağdaki tuğları kesip uzatılmasıyla kol ortaya çıkarak baba adına han unvanı eklenmeye başlanmış, bu uygulama han kelimesinin 1. Mahmut’tan itibaren babadan alınıp padişah adına eklenmesiyle sürdürülmüştür. Tuğralara dua cümlesinin ilâve edilmesi Sultan 1. Murat’ta “muzaffer dâimâ”, Fâtih Sultan Mehmet’te “el-muzaffer dâimâ” şekliyle başlar; “el-” harf-i ta‘rifi sonraki bazı padişahlarda görülse de II. Süleyman’dan itibaren kesinlik kazanmıştır. Şah unvanı Yavuz Sultan Selim’le kullanılmaya başlanır: “Selîm Şah b. Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ.”

Kanûnî Sultan Süleyman tuğralarında bu unvanı babası için de ekler: “Süleyman Şah b. Selîm Şah Han el-muzaffer dâimâ.” Şah unvanının 3. Mehmet dışında tahta geçen padişahlar için 2. Mahmut’a kadar kullanılması sürdürülmüş, ancak şahın “şâ”sı teke inmiş, iki he ise okunmadan tezyinî mahiyette yer almıştır.

TUĞRA ÇEKME

Osmanlı Devleti’nde padişahın tuğrasını çekmekle vazifeli yüksek dereceli memura “nişancı, tuğraî, tevkīî, muvakkī” adı verilir. Tuğra çekmenin öğrenilmesine “meşk-i tuğrâ” denilir. Mustafa Râkım Efendi’den sonra sanat niteliği ağır basan tuğraların meşki Dîvân-ı Hümâyun’da sürdürülürdü. Nişancılık ilga edildikten sonra tuğra çekenlere “tuğrakeş” denilmesi âdet olmuş, bu durum 1922 yılına kadar gelmiştir. İstanbul dahili için Dîvân-ı Hümâyun’dan tuğrasız ferman sâdır olabilir ancak taşra için mutlaka tuğra konulurdu.

TUĞRA SANATI


Osmanlı tuğralı yüzük (sultandan.com)

Tuğra bilhassa 15. asrın sonlarından başlayarak âdeta tezyinî bir mahiyet kazanmış, tamamını teşkil eden harflerin araları, çoğu zaman da üst tarafı -gelin duvağı gibi- bezenmiştir. 16. asırda her sahada olduğu gibi tezhip sanatında da zirvede bulunulduğu göz önüne alınırsa bunu tabii karşılamak icap eder. Hatta tuğranın is mürekkebi yerine ezilmiş varak altınla çekilip harflerin farklı renklerle tahrirlendiği görülür. Önemli kişilere gönderilecek fermanların tuğralarına ayrı bir özen gösterilmiştir. Tezhipli tuğralar önceden hazırlanıp sayısı resmen belirlenir ve bir senet karşılığında hazineye teslim edilirdi. Kullanılacağı zaman yine senetle alınan tezhipli tuğra aynı cins ve ebattaki kâğıda yazılmış olan fermanın baş tarafına yapıştırılır ve nişancı her iki kâğıda taşacak şekilde “sahhü’l-vasl” yazarak bu birleşmenin doğruluğunu beyan ederdi.

PENÇE NE DEMEK?

Padişah ve şehzadelerden başka vezirlerin de tuğraları padişah adına çekilen ferman yazma yetkileri vardı. Kendilerine sefere çıkmadan önce sayılı miktarda beyaz tuğralı ahkâm kâğıdı teslim edilir, buraya gereken emir yazıldıktan sonra muhataba gönderilir, İstanbul’a dönüşte bunların hesabı üst makama verilirdi. Sınır boylarındaki eyaletlerde valilik yapan vezirler de tuğra çekme hakkına sahipti. Ancak vezir sayısının artması üzerine Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa bu uygulamayı kaldırmıştır. Sadrazam başta olmak üzere Osmanlı eyaletlerindeki vezir, beylerbeyi, sancak beyi, mutasarrıf ve mütesellimlerle Haremeyn Vakfı nâzırı Dârüssaâde ağaları tarafından imza yerine kullanılan alâmete “pençe” adı verilirdi. Bunlar tuğra gibi üst tarafa konulmayıp emir metninin başladığı tarafın sağındaki boşluğa tek beyzalı, keşîdeli veya imza şeklinde yerleştirilirdi.


Osmanlı tuğralı tablo (sultandan.com)

OSMANLI TUĞRASININ ÖZELLİKLERİ

19. asrın ilk yıllarında Mustafa Râkım Efendi’nin tuğra üzerinde yaptığı değişiklikler şöylece sıralanabilir:

a) Hat değişikliği: Tuğra harf yapısı itibariyle aslında tevkī‘ hattından doğmuştur, esasen bu kelime “imza” mânasına gelir. Kamış kalemle yazıldığı için incelik ve kalınlık nisbetleri kalemin elde tutuluşuna göre bir tenasüp ve muvazene gösterir. Mustafa Râkım Efendi, sülüs ve celî sülüste çığır açacak mertebede nâdir yetişen bir üstat olduğundan tuğrayı teşkil eden harfleri kendi zevkine göre teker teker ıslah ederek güzelleştirmiştir. Eski tuğra örneklerinde ise kalemin verdiği güzellik neredeyse farkedilmez.

b) İstif değişikliği: Harflerin üst üste istiflenmesiyle meydana gelen tuğra tertibinin eski biçiminde harf aralarındaki boşlukların âhenkli bir dağılma göstermesine dikkat edilmemiştir, bu yüzden okunmaları da güçleşmiştir. Hattatlığının yanı sıra figürist bir ressam olan Mustafa Râkım Efendi muayyen şekilleri yazı ile doldurmakta dâhiyâne bir ustalığa sahiptir. Bu sebeple tuğradaki harflerin taksimatını ustaca gerçekleştirmiştir. Yine o zamana kadar hemen hemen düz olan tuğları belli bir nokta ölçüsüyle sola doğru yatırmakla görünüşe bir letafet katmıştır.

c) Şekil değişikliği: Mustafa Râkım Efendi kendi devrinden önceki tuğralarda tabiiliğe aykırı, yayvan bir dolgunluk gösteren sere kısmını tâdil etmiş, tuğranın dış beyza, iç beyza, tuğ, zülfe, kol gibi isimler alan diğer bölümleriyle serenin riyâzî münasebetini kaideye bağlamıştır.

TUĞRA KİTABELERİ

İstanbul'daki âbideler üstünde nâdiren rastlanılan 3. Selim tuğraları hep eski anlayışa uymakla beraber bunlardan biri Mustafa Râkım’ın getirdiği yeniliğe kısmen yaklaşmıştır. Eskiden Üsküdar’ın Çiçekçi semtinde ana caddedeki bir çeşmenin üzerinde durmakta iken 1970’li yıllarda Saraçhanebaşı’ndaki Vakıflar İnşaat Eserleri Müzesi’ne kaldırılan -taşa hakkolunmuş- bu tuğranın sağ tarafı kırıktır.

Getirildiği çeşmenin -imza bulunmamakla beraber Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’ye ait olduğu bilinen- celî ta‘lik kitâbesi 1802 tarihini taşıdığına göre tuğranın da aynı yıla ait olduğu muhakkaktır. II. Mahmut namına çektiği tuğralarda Mustafa Râkım kendine yaraşan sanat gücünü göstermiş, 1815 yılından itibaren tekâmülün zirvesine ulaşmıştır. Bütün bu değişmeler sırasında kürsü yapısındaki farklar, kol uzunlukları, beyza, tuğ ve zülfelerde en güzeli arama gayreti daima hissedilmektedir.

Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı üzerinde yer alan 1815 tarihli 2. Mahmut tuğrası bunun en açık örneklerindendir. Tuğranın sağ üst köşesine padişahın ikinci ismini veya mahlasını sülüs hattıyla yazma âdeti de Mustafa Râkım Efendi ile başlar. 2. Mahmut’un “Adlî” mahlası bu şekilde tuğralarında yer almıştır. Daha önceki devirde bu kısım bazan bir çiçek demetiyle tezyin edilmekteydi. Mustafa Râkım’ın vefatından sonra talebesinden Hâşim Efendi aynı yolda tuğrakeşliğe devam etmiştir.

Tuğranın padişah namına çekildiği yerler dışında (âyet, hadis ve tarikat pîrlerinin isimleri gibi) kullanılmasında da aynı şekil değişikliğine uyulduğu görülmektedir Mustafa Râkım’la birlikte eski tarz tuğra kalkmış, bu yolu benimsemiş olanlar, hatta Mahmut Celâleddin Efendi gibi yeniden ihyaya kalkışanlar onun karşısında birer birer silinip gitmiştir. Estetik gücün bu dereceye yükselişiyle tuğranın harf aralarına ve üstüne tezhip yapılmasına da artık gerek kalmamış, icap ediyorsa bir yazı levhası gibi dört tarafından tezyin edilmiştir.

OSMANLI TUĞRASI NERELERDE KULLANILIRDI?

Osmanlılarda tuğranın kâğıt ve madenî paralar üzerinde geniş kullanımı dışında taş üzerinde de kitâbelerle birlikte uygulanması 18. yüzyıldan başlayarak gelenek halini almıştır. (Osmanlı madenî paralarının bir yüzünde devrin padişahının tuğrası, diğerinde basıldığı yeri ve tarihi gösteren “durube fî ...” yazısı yer aldığı için halk arasındaki söylenişiyle paranın bir tarafına yazı, diğerine tura denilmesi âdeti zamanımızda hâlâ sürmektedir.) Bunun daha eskiden kalma istisnaî iki örneği zamanımıza ulaşmıştır:

Selânik’teki Yedikule Kalesi’nin kapısı üzerinde bulunan 1431 tarihli ve 2. Murat tuğralı kitâbe, İstanbul’un Çarşamba semti yakınındaki Nişancı Mehmet Paşa Camisi’nin kitâbesi üzerine konulan, bânisinin -vazifesi icabı- çekmeye alışık olduğu bir 3. Murat tuğrası, 3. Ahmet’le başlayan tuğralı kitâbe âdetinin ilk örneği Büyük Bend’in 1723 tarihli tamir kitâbesidir. Padişahlar arasında tek tuğrakeş olan ve on tuğradan meydana gelen bir murakka’ı hâs bırakan 3. Ahmet’in Hırka-i Saâdet Dairesi kapısının iki tarafındaki “Cihânın mâliki hâkān-ı emced şeriat sâliki Sultan Ahmet” tuğraları dikkat çeker.

İLK TUĞRALI KİTABE

İstanbul dahilinde ilk tuğralı kitâbe Tophâne-i Âmire üzerindeki 1743 tarihli olanıdır ve 1. Mahmut’a aittir. Tuğralı kitâbe tertibine başlandıktan sonra yeniden fethedilen yerlerde bunun uygulanmasına bir örnek, Belgrad’ın 1739’da tekrar Osmanlı idaresine girişinde buraya konulan 1. Mahmut tuğralı kitâbedir. Ancak Avusturya ordusu 1789’da Belgrad’ı ele geçirdiğinde ordunun kumandanı General Gidon Ernst von Laudon, bu tuğralı kitâbeyi Viyana yakınlarındaki Hadersdorf’ta bulunan mâlikânesinin bahçe ormanına taşıtmıştır.

Ayrıca ta‘lik harfleri kullanılarak çekilen tuğralar mevcuttur. Kazasker Mustafa İzzet Efendi tevkī‘ yerine ta‘lik harfleriyle 2. Mahmut için tuğra çekmiştir. Bunun iğneli kalıbı zamanımıza kadar geldiğine göre devrinde taş üstüne hakkedilmiş olsa gerektir. Sultan Abdülmecit devrinde Topkapı Sarayı’ndaki Arz Odası kapısının iki tarafına sultan adına ta‘likle tuğra hakkolunmuştur ve hâlâ yerinde durmaktadır.

OSMANLI TUĞRAKEŞLERİ

Mustafa Râkım Efendi'den sonra yeni padişahların tuğralarına şekil veren tuğrâ-yı hümâyun ressamı önemli tuğrakeşler şöylece sıralanabilir: Hâşim Efendi: 2. Mahmut, Abdülmecit; Abdülfettah Efendi: Sultan Abdülaziz, 5. Murat, 2. Abdülhamid; Mehmet Şevket Vahdetî Bey: Sultan Abdülaziz; Sâmi Efendi: Sultan Abdülaziz, 5. Murat, 2. Abdülhamit, 5. Mehmet Reşat; İsmail Hakkı: 5. Mehmet Reşat, 6. Mehmet.

EN GÜZEL OSMANLI TUĞRASI


Sultan 2. Abdülhamit tuğrası

Hattat Sâmi Efendi’nin 1905’te resmettiği 2. Abdülhamit tuğrası padişah tuğraları içinde hat sanatı bakımından en fazla estetik güce sahip olanıdır. Tuğranın yukarıda zikredilen kısımlarının ölçü birliğinden başka harflerin muayyen noktaları arasındaki mesafenin en az yirmi dokuz yerde hiç fark göstermeden aynı boyda olduğu bu tuğra üzerinde ayrıca yarım kürsü boyunda olan mesafeler on iki yerde görülmektedir.

PADİŞAH TUĞRALARI

Padişah tuğralarının celî boyları -bilhassa 2. Mahmut’tan itibaren- kitâbeye bağlı olmaksızın taşa hakkolunmuş şekilde İstanbul’da görülmeye başlar; kitâbelerdeki gibi kabartma olan yazı kısmı varak altınla kaplanıp zemin koyu renge (siyah, ördekbaşı yeşil, koyu mavi, vişneçürüğü) boyanırdı.

İstanbul’da mozaikle oluşturulan iki tuğra vardır: Sultan Abdülmecid’in, Ayasofya Camisi’ni 1849’da Mimar Fossati’ye esaslı bir şekilde tamir ettirdikten sonra Iustinianos’un mozaik resmine bakarak kendisinin de burada bir hâtırasını görmek istemesi üzerine Fossati’nin binadaki mozaik stokundan kullanıp yaptığı celî tuğra (nr. 596) ve Sultanahmet’teki mozaikle kaplı Alman Çeşmesi’nin kubbe dahilinde celî sülüs kitâbeyle birlikte 2. Abdülhamit’in tuğrası.

Not: DİA, derlenmiştir.

 

İslam ve İhsan

OSMANLI ARMASINDAKİ SEMBOLLER NE ANLATIYOR?

Osmanlı Armasındaki Semboller Ne Anlatıyor?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Kardeşimin adı M.Tuğra olduğu için araştırma yapmak istedim.✔️✔️

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.