Oruçta Zirve Kalp Orucudur

Prof. Dr. Saffet Köse ile "Kalb Orucu" üzerine...

Altınoluk: Geçtiğimiz yıl Altınoluk Dergisi için hazırladığınız ‘İbadetten Kulluk Şuuruna’ isimli kitapta Oruç bahsini işlerken ‘Kalbin Orucu’ başlığı altında oldukça dikkat çekici, uzunca bir bölüm kaleme aldınız. Öyle anlaşılıyor ki, kalp orucunu oldukça önemsiyorsunuz. Kalbin Orucundan neyi anlamalıyız?

İsterseniz öncelikle insan için kalbin öneminden bahsederek konuya başlayalım.

Prof. Dr. Saffet Köse: Doğru, kalbin orucuna değer verilmesi kalbin insan için öneminden kaynaklanmaktadır. O zaman kalbin önemi nedir?

Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Gerek ayet-i kerimelerde gerekse hadis-i şeriflerde keza bu iki kaynaktan hareketle İslam alimlerinin değerlendirmelerinde kalp insan için en hayati organdır. Çünkü kalp, cisim olarak küçük olmasına rağmen bedenin ve diğer organların düzgün ya da bozuk oluşunun kendisine bağlanması sebebiyle stratejik öneme sahiptir. Hatta bundan da önemlisi kalp, Rabbimizin iman için baktığı kaptır, imanın varlığı onun tasdikine bağlıdır, söz ve eylemlerin Allah katında değer bulduğu karargâhtır. Mesela Efendimiz (s.a.v.) Mekke’den Medîne’ye hicretini bir kadınla evlenme niyeti üzerine kuran bir şahsın bu eyleminin karşılığının o kadınla evlenmek ile sınırlı kalacağını bildirmiştir. Rabbimizin, mü’minin söz ve eylemlerini değerlendirirken niyete bakması onun da mahallinin kalp olması kalbin önemini anlatmaya yeter bir husustur. Buna göre iyilik ve kötülüğün, sevap ve günahın ölçüsü ya da sevap veya günahın büyüklüğü veya küçüklüğü kalbin hükmüne göre belirlenmektedir. Şu izah bunu anlamada kolaylık sağlar. Kalbin eylemi olan niyet ile çekirdek aynı kökten gelir. Çekirdek hangi özü taşıyorsa bitki ona göre doğar ve Yüce Yaratıcı tarafından programlanmış olan meyvesini verir, meyvesiz ise bitki ona göre yetişir. Kalpte de hangi niyet / çekirdek varsa söz ve eylem de ona göre meyve verir veya vermez. Dolayısıyla Hz. Peygamberin hadis-i şeriflerinde beyan buyurduğu üzere söz ve eylemler, onun ruhu, özü ve dayanağı olan niyetlere göre değer kazanır. Öyle ki niyet edilip de yapılamayan bir eylemin bile sırf iyi niyet sebebiyle Allah katında büyük bir değeri vardır. Bu bağlamda Rasûl-i Ekrem Efendimiz iyilik yapmaya niyet edip de yapamayanın hanesine Allah Te‘âlâ’nın tam bir iyilik sevabı yazdığını bildirir.

Altınoluk: Kalbin amellerin değerini belirlemesi önemli ama ondan da önemlisi iman ile ilişkisi değil midir?

Köse: Tabii ki öyledir. Zira kalp, iman güvenliğini sağlayan güçtür. Bunu şöyle izah edebiliriz: İkrâh altında imanı muhafaza edip dilden küfür kelimesini söyleyen Allah katında tam anlamıyla mü’mindir. Kalbinde küfür olup dilinde imanı telaffuz eden yani kalpteki küfrünü dilindeki imanla gizleyen gerçek anlamda kâfir olan münafıktır (iki yüzlü).

Altınoluk: Kalp diğer insanlarla ilişkiler de belirleyici konumdadır değil mi?

Köse: Sadece diğer insanlarla değil kendisi ile olan ilişkilerde de kalp önemlidir. Zira huzurun merkezi odur. İnsan kalbi ile huzurludur ya da değildir. Öte yandan sorunuzda geçtiği üzere kalp sadece insanın Hak ile olan bağlantısında değil halk ile ilişkisinde de merkezi konumdadır. Çünkü kalp, ülfet, şefkat, merhamet, vicdan ve insafın yerleştiği kaptır. Merhum Nureddin Topçu’nun bir sözünü hatırlıyorum: “Vicdan Allah’ın kalbimizdeki sesidir.” Bu gün dünyaya baktığımızda bu sese ne kadar da ihtiyacımız var değil mi?! İnsanlık vicdanını dolayısıyla kalpteki Allah’ın sesini arıyor.

Altınoluk: Kalbin insanın Rabbi, kendisi ve diğer varlıklarla ilişkisinde merkezi konumda olduğunu anladık. O zaman genel ibadetleri de merkeze alarak kalp ile tutulan oruca bir giriş yapabilir miyiz?

Köse: Bu sorunun cevabına şöyle bir giriş ile başlamak gerekir: İbadetlerin bir şekli bir de özü ya da diğer bir ifade ile ruhu vardır. İbadetlerde şekil önemlidir çünkü özü koruyan bir özelliğe sahiptir. Ancak özünü kaybedip şekilden ibaret hale gelmiş bir ibadet sadece görünüş itibariyle bir vazifenin ifası anlamına gelir. Bunun Hak nezdinde ne kadar değer bulduğunu bilemesek de halk nezdindeki itibarını sahibi üzerinde etki bırakmadığından anlayabiliriz. Dolayısıyla bu noktayı ciddi şekilde önemsemeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü ibadetler insanlarda olumlu manada davranışlara yön vermek için meşru kılınmıştır. Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) de hadis-i şeriflerinde bu hususa özellikle dikkat çekerler.

Bu noktanın önemsenmesi için İslam ilim geleneğindeki ilim, irfan ve hikmetten oluşan üç boyutlu bilgi geleneğinin canlı tutulmasına ihtiyaç olduğunu söylemek istiyorum. İrfan ve hikmet boyutunun ihmal edildiği kuru bilginin insanda bilinç oluşturması dolayısıyla onun bildiğini yaşaması, yaptığından zevk alması, içselleştirmesi ve davranışa dönüştürmesi zordur. O sebeple ulemamız bu noktalara dikkat çekmiş ve insana neşe veren bu kanalları açmışlardır. Dolayısıyla bugün belki eksikliklerimizden birisi ibadetler de dahil dini konularda ilim boyutunun ötesine geçememek, ilmihal çerçevesiyle yetinmektir. Mü’min namaz kılıyor mesela namazında secde ediyor ama günlük hayatta onun nasıl bir davranışa karşılık geldiğini bilmiyorsa secdesi Hak ve halk nezdinde ne kadar anlam bulur?! Aynı soruyu diğer bütün ibadetlerin şart ve rükünleri üzerinden sorabilirsiniz! Ebû Tâlib el-Mekkî, İmam Gazzâlî, Ebû Sa‘îd el-Hâdimî gibi sûfi meşrep alimlerin önde gelen temsilcileri ibadetleri bu yönüyle de ele almışlar, ibadet bilinci peşinde olmuşlardır. Tabii olarak orucu da bu noktadan değerlendirmişlerdir.

İsimleri zikredilen ve onların izinden giden alimler orucu üç kategoride ele almışlar ve en üst mertebeye kalp ile tutulan orucu yerleştirmişlerdir. Bu alimler sadece yeme-içme ve eşi ile cinsel ilişkiyi terk etme şeklinde tutulan orucu onun ilk mertebesi olarak görmüşler ve bunu sıradan Müslümanların (avâm) ameli şeklinde tanımlamışlardır. Buna ilaveten dil ile haramı konuşmamak, kulak ile haramı dinlememek, göz ile harama bakmamak, ayaklar ile harama gitmemek, eli ile haramı tutmamak gibi organları haramdan koruyarak tutulan orucu onun bir üst mertebesine yerleştirmişler ve bunu da havâssın (el-husûs) yani Allah’ın seçkin kullarının orucu şeklinde değerlendirmişlerdir. Bunun bir üst ve nihai mertebesi olan orucu da kalp ile tutulan oruç şeklinde tanımlamışlardır. Bu da peygamberler, sıddıklar gibi Allah’ın en seçkin kullarının (husûsu’l-husûs) tuttuğu oruçtur.

Kalp insanın yönetim merkezidir. Organları yöneten odur. Amellerin değerini belirleyen de odur. Bu sebeple onunla tutulan oruç, orucun zirvesi sayılmıştır.

Altınoluk: O zaman kalp ile oruca geçebiliriz. Bu ne anlama geliyor? Kalb orucu nasıl tutulur? Maddi yasaklar yanında nelere dikkat edilmelidir?

Köse:Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamberin hadis-i şeriflerinde kalbe yapılan vurgu dikkate alındığında kalbin orucunun oldukça önemli olduğu ortaya çıkar. Bu hususun anlaşılabilmesi ve kalp ile orucun bağlantısının sağlıklı şekilde kurulabilmesi için öncelikle iki ilkeyi hatırlamak ve konuyu bunlar üzerinden ele almak mümkündür. Birincisi, vücuda giren şeylerin orucu bozuyor oluşu; ikincisi, bütün ibadetlerin ilk amacının manevi kirlerden ve hastalıklardan arındırması sonra faziletlerle bezenmeyi sağlamasıdır. Öte yandan kalbin maddi ve manevi olarak beden devleti üzerindeki işlevi, orucun onun terbiyesindeki etkin rolü onunla tutulacak oruca ayrı bir değer atfetmektedir. Bu hususlar, konunun zeminini belirleme açısından mühimdir. Dolayısıyla oruç-kalp ilişkisini bu çerçeveye göre değerlendirmek gerekir.

İlke olarak vücuda giren maddenin orucu bozduğu dikkate alınırsa kalbe giren kötü duyguların ve orada oluşan planların orucun manevi değerini düşürdüğü söylenebilir. Bu bağlamda kalbin orucunu, mü’minin vakarına yakışmayan düşük arzuların ve izin verilmeyen dünyevi arzuların oraya girişine engel olmak, kalbinde sadece Allah’ın rızasını aradığı fikrini yerleştirmek ve O’nun dışında hiçbir şeyin oraya girmesine müsaade etmemekle tutulduğunu söylememiz gerekir. Sûfî özelliğe sahip ulemanın değerlendirmelerine göre Allah ve ahiret düşüncesi dışında bir varlığın kalpte yer alması, dini bir gerekçe dışında mesela akşam iftarda yiyeceği şeyler gibi dünyalığın düşünülmesi bu seviyedeki oruç için ciddi bir eksiklik sayılır. Çünkü bu Allah’ın lütfuna ve vadettiği rızka güvenmede bir zaaf anlamına gelir.

Hadis-i şerifteki ifadesiyle kalpten tutulmuş bir oruç, önce onu kötülük ve pisliklerden temizler ve selîm hale getirir sonra da oraya faziletin, takvanın, vicdanın tohumlarını eker. Bu tohumlar organlarda tatlı meyvelerini verir. İstenen böyle bir kalbin egemenliğindeki bedendir ki o iyilik ve faziletin odağıdır. Böyle bir oruç hesap günü açılacak olan kalplerin temiz bir şekilde bulunmasını sağlar, bu da dünyada huzur ahirette kurtuluştur. Kalp böyle bir orucu tutmuşsa insan amacına ulaşmıştır.

Kalbin belirtilen hasletlere kavuşabilmesi önce ona dışarıdan girebilecek zulüm, kin, nefret, ön yargı, haset, fesat, insanları çekiştirme, onların gizli hallerini araştırma, söz taşıma gibi manevi hastalıklara engel olmakla mümkündür. Bu da onun orucu ile kazanılabilecek bir fazilettir. Buna göre kalbin orucu kalbini heva ve şehvetin girişine engel olmakla tutulur. Bu sebeple hikmet ehlinden bazısı: “İnsanların en hayırlısı kalbinden şehveti çıkaran, Rabbine itaat hususunda arzularına (hevâ) karşı koyandır” demişler, hevânın kalbe hükmetmesine engel olabilmesini şereflerin en büyüğü saymışlardır.

Çünkü büyük İslam ahlakçısı Mâverdî’nin tespitiyle söylemek gerekirse Allah Te‘âlâ (c.c.) melekleri şehvetsiz akıl ile, hayvanları akılsız şehvet ile, Âdemoğlunu ise her ikisiyle donatmıştır. Buna göre aklı şehvetine hükmedebilen kişi meleklerden üstün, şehveti aklına hükmeden kişi ise hayvanlardan aşağı mertebededir.

Bizim Endülüslü alimlerimizden Şâtıbî der ki: Hevâ (arzular, hazlar) kalbe baskın geldiğinde dinin ve akl-ı selimin iyi ve güzel gördüğünü (ma‘rûf) tanıyamaz, dinin ve akl-ı selimin çirkin ve kötü gördüğünü (münker) reddedemez. Çünkü hevânın en önemli özelliği Allah yolundan saptırmasıdır.

Kalbi ile oruç tutan mü’min, gününün tamamında yani vaktinin her anında oruç halini, bilincini kuşanmış olur. Gününün her bir saatindeki en küçük zaman dilimi (an) onun için manevi zevkin tecelli ettiği oruç hâli olur. Bu tür oruç, en özel kullar olan peygamberler, sıddıklar ve mukarrabûn’un (Allah’a yakın olanlar) orucudur. Peygamberler, Hz. Âdem (a.s.) ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) arasında Allah’ın (c.c.) kendi mesajını insanlara taşımak üzere tayin ettiği çok özel insanlardır, risâlet görevlerini ilgilendiren hususlarda hatadan korunmuşlardır. Sıddıklar ise Allah ve Rasûlünün sözlerini, emir ve yasaklarını tereddütsüz tasdik eden ve sadakat gösteren, söz, eylem ve hallerinde doğru olan, dürüst davranan, elest bezminde Yüce Rabbimiz ile yapmış olduğu Rab-Kul Sözleşmesine aykırı hareket etmekten titizlikle kaçınan yine çok özel kullardır. Efendimizin ümmeti içinde sıddîkların model kişiliği Hz. Ebû Bekir’dir (r.a.) ve onu bu unvanla bizzat Rasûl-i Ekrem Efendimiz isimlendirmiştir. Mukarrabûn ise insanlar açısından dünyada iyilikleri yapma, günah ve kötülüklerden (ma‘âsî) kaçınma konusunda ön-cülük rolünü üstlenen dolayısıyla âhiret mutluluğunda da en önde olmayı hak eden, bu yönüyle Allah’a (c.c.) en yakın bahtiyar mü’minlerdir.

İbadetin işlevselliği, arınma ve korunmada ortaya çıktığına göre kalp ile tutulan orucun öneminin de onu arındırması ve bu arılığı korumasından kaynaklandığı söylenebilir. Böyle bir orucun diğerlerine göre daha faziletli oluşu da temiz (selîm) bir kalbin insanın dünya ve ahiret saadetini kazanmada etkili oluşu ile yakından ilgilidir.

Altınoluk: Kalp Orucu insana neyi kazandırır - kazandırmalıdır?

Köse: Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz hadis-i şeriflerinde, “istikamet üzere olun, bunu sağlayabilirseniz ne güzel bir şey yapmış olursunuz” buyurur. Hatta bir sahâbînin Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) efendimize Yâ Rasûlallah! bana başka kimseye sorma ihtiyacı hissetmeyeceğim değerde bir söz söyle dediğinde Efendimiz de ona “inandım / Rabbim Allah de, sonra istikametten ayrılma” buyurur. Kur’ân-ı Kerîm de istikamet üzere olmayı önemser. Hatta emreder. İstikamet ise kalbin eylemidir. Nitekim Efendimiz hadis-i şeriflerinde, kalbi istikamet üzere olmadıkça kulun imanının istikamet bulmayacağını belirtir. Kendisi de istikameti bozuk kalbe sahip olmaktan Allah’a sığınır.

İstikamet üzere olabilmek takva sahibi olmakla mümkündür. Takva daha çok Allah’ın yasaklarına karşı iffeti kuşanma eylemidir. Bu ihsanı da beraberinde getirir. O da faziletlerle bezenmektir. Bu erdemler, selim bir kalbin yönlendirmesine bağlıdır. Kalp ile tutulan oruç insanı Allah’ın değerlendirmede ölçü aldığı takvaya ulaştırabilir. Hucurat suresinin 3. Ayetinde belirtildiği üzere kalpler takva için sınava tabi tutulur. Yine Bakara suresinin 183, 187. ayetlerinde belirtildiği üzere oruç takvayı sağlar.

Altınoluk: Kalb orucunun diğer uzuvların orucuyla bir bağı var mıdır? Varsa onları nasıl etkiler?

Köse: Elbette vardır. Bunu bir hadis-i şerifle bağlantılı olarak izah edebiliriz. Şöyle ki: Her duyu organının kendi işlevi ile ilgili bir hazzı vardır. Her bir organ bunun arzusunu duyar ve peşine düşer. Allah onların hamuruna bu duygunun hazzını katmıştır. Organlar buna istek duyarlar. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, oldukça çarpıcı bir ifadeyle Allah’ın duyu organlarının hamuruna şehvet gücü kattığına işaret eder ve insanların onların iffetsizliğiyle (zina) mutlaka burun buruna geleceği bir anı yaşayacaklarına işaret ettikten sonra bu ifadelerini gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak-dokunmak, ayağın zinası yürümek şeklinde izah eder. Peşinden de der ki organlar bu eylemleriyle kalbe öncülük ederler, o da bu tahrikle zinaya heveslenir ve iştahlanır. Bundan sonra cinsel organlar onun peşinden gidip gitmeme ikileminde kalır.

Bundan dolayı olmalıdır ki Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz kendisine dua öğretmesini isteyen bir sahabisine şöyle yakarmasını öğütler: “Ey Rabbim! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden, tenasül uzvumun şerrinden sana sığınırım.”

Bu organlara bakıldığında özellikleri şehvetin kendilerine bağlanmış olması ve hazzın dürtüsünü oluşturmalarından, her türlü şerrin kaynağı ve dayandığı zemin oluşundandır. Kulağın şerri, hakkın sesine kendisini kapatması ve onu duymaması, dinlememesi, yalan, iftira, gıybet, tecessüs türünden manevi hastalıklara ilgi duyması; gözün şerri, başkasının mahremine / haram olan yerlere bakması, ibret nazarıyla bakılması istenen gerçeklerden yüz çevirmesi; dilin şerri, yalan, gıybet, söz taşıma, hakaret, sövgü gibi günah olan sözleri söylemesi, yasak olan şeyleri konuşması, konuşulması gereken yerde susması, hayır söylemeyi bırakması, zikri terk etmesi; kalbin şerri, haset, fesat, kin, kıskançlık, riya, kibir, gurur, buğz, düşmanlık gibi Allah’ın sevmediği duyguları taşıması; tenasül uzvunun şerri, zinaya gitmesidir.

Kalp, fazilet / ahlâkî erdem ya da kusur ve kötülüklerin havzası oluşu sebebiyle insanı insan yapan ya da onu insanlığından çıkaran ana mekanizmadır. Bu bağlamda îman-küfür, ihlas-riya, iyilik-kötülük, tevazu-kibir, sıdk-fısk, sevap-günah, sevgi-nefret, gıbta-haset, sevinç-tasa, diğergamlık-bencillik, kadirşinaslık-nankörlük, sekînet-öfke, cesaret-korku, yufka yüreklilik-taş kalplilik, rahmet-vahşet, fenâ bilinci-tûl-i emel, kanaat-hırs…gibi fazilet ve kötülükler kalbin merkezinde yer alır ve beden onun öne çıkardığı duygu ve değere göre yönlenir.

Kalp, bir anlamda kulağın duyduğunu, gözün gördüğünü depolar, organları ona göre yönetir. Dünya ve ahiretini kurtaracak enerjiyi koruyan, uyanık duran, organları denetleyen bir kalbe sahip olan kişi dünyada ve ahirette kurtuluşa erer. Anlamayan ve hissetmeyen kalp, hakkı işitmeyen kulak ve gerçeği görmeyen göz insanı doğruya ve hayra yönlendiremez. Kalbin, kulağın, gözün hakka açık olması için kişinin öncelikle iç dünyasının temizlenmesi sonra da faziletle bezenmesine ihtiyaç vardır.

Altınoluk: Son sözünüzü alabilir miyiz?

Köse: Sonuç olarak Allah ile kulu arasına girebilen ne varsa işte o, insanın putudur. Kalp ile tutulan oruç Allah ile kendisi arasına giren bu putların kalbe girmesini engellemektir. Bunu sağlayabilen mü’min organlarını hak üzere yönetebilir. Sonuçta hem kendisi huzur bulur, hem de Hak ve halk nezdinde itibar görür.

Kaynak: Altınoluk Dergisi, 376. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.