Namaz ve Genç

Namaz müminin mîracıdır. Allah (cc) ile en yakın olduğumuz an secdedir. Gökte melekler bölük bölük namazın rükûnlarını yerine getirirken insanoğlu bütünü ile şereflenmiştir. Namaza ve müslüman gençliğe olan sevgisini "Namaz kılan yaşlıyı severim ama namaz kılan gence aşığım." sözleri dile getiren Hz. Ömer, namaza ve gence dikkat çekiyor. Bir fidan gibi yetişen müslüman gençliğin âb-ı hayatı olan namaz ve gereklilikleri nelerdir? Namazın önemi, namazda hûşu, namazın fazileti nedir?

Kâinâttaki bütün varlıklar; Güneş, Ay, yıldızlar, çayır, çimen, ağaçlar vs. her dâim Cenâb-ı Hakk’ı zikir hâlindedir. Semâda saf saf uçan kuşlar, dağlar, taşlar, keyfiyeti bizce meçhul bir tesbihat ile Hakk’a kulluk ederler. Bitkilerin ibadeti, kıyam hâlinde; hayvanların, rükû hâlinde; cansız varlıkların ise yere kapanmış vaziyette, yani secde hâlindedir. Semâ ehlinin durumları da böyledir. Meleklerin bir kısmı kıyamda, bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı da tesbîh ve tehlîl hâlindedir.

Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir mîrâc olarak ikram ettiği namaz ise, bütün bu ibadetleri ihtivâ etmektedir. Dolayısıyla namaz kılan bir mü’min, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların yapmış olduğu ibadetlerin cümlesini îfâ ederek hesapsız bir mükâfâta ve derûnî tecellîlere nâil olur.

Cenâb-ı Hak, varlıklar âleminde insan vücûdunu secdeye en müsâit şekilde yaratmıştır. Dolayısıyla namaz ile insan arasında çok kuvvetli bir bağ vardır.

NAMAZ

Namaz, Allâh’a vuslat demidir, O’nunla mülâkât hâlidir ve ümmete küçük bir mîrâc olarak ikram edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de; “Secde et ve yaklaş!”[1] buyrulduğuna göre Rabbimizin huzûruna çıkabilme nîmeti de, namazla elde edilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Namaz, gözümün nûrudur.” buyurmuşlardır. (Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199)

Namaz, dinin direği, müslümanlığın alâmetidir. Ecir bakımından hiçbir ibadetle kıyaslanamaz.

“Dünyada namazın mertebesi, âhirette Cenâb-ı Hakk’ı görmek gibidir. Zira dünyada kulların Allâh’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır. En ulvî lezzetler ve mânevî tecellîler, namazdadır.”

 Benî Uzre Kabilesi’nden üç kişi Peygamber Efendimiz’e gelip müslüman olmuşlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bunları kim misafir eder?” diye sordu. Talha -radıyallâhu anh-:

“–Ben yâ Rasûlâllah!” dedi.

Onlar Hazret-i Talha’nın yanında kalırken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- askerî bir birlik gönderdi. O üç kişiden biri bu sefere çıktı ve şehîd oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir müddet sonra askerî bir grup daha gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir süre sonra yatağında vefât etti. Talha -radıyallâhu anh- der ki:

“–Yanımda kalan bu üç şahsı rüyamda Cennet’te gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci sırada şehîd olan onu takip ediyordu, ilk defa şehîd düşen de en sondaydı. Şaşırdım ve yatağında ölen kişinin şehîdlerin önünde olması biraz da ağırıma gitti. Hemen Peygamber Efendimiz’e giderek gördüklerimi anlattım. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında tesbîh, tekbîr ve tehlîli[2] dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha fazîletli bir kimse yoktur.” (Ahmed, I, 163)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslüman olarak hayat sürmenin kıymetini ashâbına anlatabilmek için şu misâli de verdi:

“–Yatağında ölen o kişi, şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O hâlde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacaktır.)” (Ahmed, II, 333)

Bu rivâyet göstermektedir ki namaz, sadece mü’minle kâfir arasında değil, mü’minle mü’min arasında bile mânevî derece bakımından büyük bir farklılığa sebep olmaktadır.

NAMAZDAN MAHRUM KALANLAR

Namazdan uzak kimseler, dünya hayatında bereketsiz bir ömür yaşarlar. Sîmâlarında ilâhî güzelliğin nûru kalmaz. Bu kimseler sâlih zâtların sevgisinden de mahrum kalırlar. “Nasıl yaşarsanız, o şekilde ölürsünüz!”[3] hadîs-i şerîfi sırrınca, son nefesleri çok büyük bir tehlike arz eder ve ıztıraplı bir şekilde can verirler. Kabirleri onları sıkar ve cehennem çukurlarından bir çukur olur. Kıyâmette de Cenâb-ı Hakk’ı kendilerine gazaplanmış olarak bulurlar. Hesapları çok çetin geçer ve nihâyet cehenneme atılırlar.

Nitekim bir sabah Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına şöyle buyurdu:

“Bu gece rüyamda iki kişi (Cebrâîl ile Mîkâîl) gelerek beni kaldırdılar ve; «Haydi gidiyoruz.» dediler. Ben de onlarla beraber gittim. Yanı üzerine yatmış bir adamın yanına vardık. Başka biri de elinde kocaman bir kaya ile onun başında duruyordu. Kayayı, yatan adamın kafasına vurup eziyor, taş bir tarafa yuvarlanınca arkasından gidiyor ve taşı alıp getiriyordu. O gelinceye kadar diğerinin kafası da iyileşerek eski hâline geliyordu. Adam, önce yaptığını aynen tekrarlayarak yerde yatanın başını her defasında ezip duruyordu... Meleklere:

«–Sübhânallah, bunların hâli nedir?» diye sordum…

«–Anlatalım.» dediler: «–Bu adam, Kur’ân’ı öğrendiği hâlde onu terk eden ve uyuyarak farz namazın (bilhassa sabah namazının) vaktini geçiren kimsedir...» dediler.” (Buhârî, Ta’bîr 48, Cenâiz 93)

Mü’min bir genç, şeytanın bu yoldaki tuzaklarından kendisini titizlikle korumalı ve herhangi bir sebeple kılamadığı namazları kazâ etmekte acele etmelidir. Zira hadîs-i şerîfte:

“Kim bir namazı unutursa, onu hatırladığında hemen kılsın; onun bundan başka keffâreti yoktur.” buyrulur. (Müslim, Mesâcid, 314)

Efendimiz’in bu tavsiyesine uyulmadığı takdirde, dağ gibi yığılan namaz borçları, neticede kulu âhiret iflâsına sürükler.

 BEŞ VAKİT NAMAZ

Beş vakit namazın her biri ayrı ayrı kıymet ve ehemmiyet taşır. Günün belli vakitlerine dağılışı da, insan için hem rûhen hem de bedenen binbir fayda ve hikmet ihtivâ eder. Bu bakımdan her biri ayrı bir ihtimam ve îtinâ ile cân ü gönülden edâ edilmelidir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beş vakit namaz hususunda ümmetine şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ buyurdu ki: «Senʼin ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Kendi katımda verilmiş bir söz vardır: Kim o namazları tam vaktinde kılarsa, onu mutlakâ cennete koyacağım. Kim de o namazları korumazsa, katımda ona verilmiş hiçbir söz yoktur.» (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salâh, 194)

“Bir müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşû içinde rükû ve secdelerine dikkat ederek hakkıyla namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki günahlarına keffâret olur. Bu her zaman böyledir.” (Müslim, Tahâret, 7)

 CUMA NAMAZI

Cuma namazı, erkeklere farz kılınmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, alışverişi bırakın ve hemen Allâh’ı zikre (namaza ve hutbeye) koşun! Eğer bilirseniz, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.” (el-Cuma, 9)

Bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre Cuma vaktinde alışveriş gibi namaz hârici işlerle meşgul olmak haramdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cuma namazı hakkında şöyle buyurur:

“Bir kişi güzelce abdest alır, Cuma namazına gelir ve hutbeyi sükûnetle dinlerse, bununla diğer Cuma arasındaki günahları bağışlanır ve buna üç gün daha ilâve edilir. Kim hutbe okunurken çakıl taşlarıyla oynarsa, abesle iştiğâl etmiş ve Cuma’nın fazîletini kaçırmış olur.” (Müslim, Cum’a, 27)

“Bâzı kimseler ya Cuma namazlarını terk etmekten vazgeçerler ya da Allah Teâlâ onların kalplerini mühürler de gâfillerden olurlar.” (Müslim, Cum’a, 40)

 NAMAZDA HUŞÛ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazda sakalı ile oynayan birini görmüştü. Bunun üzerine:

“–Bakın, şu kimsenin kalbi huşû duysaydı, âzâları da huşû içinde olurdu.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, VIII, 197/22530; Abdurrazzâk, Musannef, II, 266-267)

Bütün ibadetler, ulvî bir ruh heyecanı içinde edâ edilmelidir. Bilhassa namaz, huşû ile kılınmalıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Gafletle kılarlar.) (el-Mâûn, 4-5)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Kişi rükû ve secdesini tam yaparak namazı güzel bir şekilde edâ ederse, namaz o kişiye:

«–Beni muhâfaza ettiğin gibi Allah da seni muhâfaza etsin!» der. Namaz yükseltilir (ve kabul edilir). Kişi rükû ve secdesini tam yapmayarak namazını güzelce edâ etmezse namaz ona:

«–Beni zâyî ettiğin gibi Allah da seni zâyî etsin!» der. Kıldığı namaz, bir paçavra gibi toplanıp o kişinin yüzüne çarpılır.” (Beyhakî, Şuab, III, 143; Süyûtî, Câmi, I, 58/364)

Namazdaki huşû hâli o derece mühimdir ki, kulun kurtuluşa giden yolu bu kapıdan geçer. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, namazın huşû ile kılındığı nisbette kabul edileceğini şöyle haber vermektedir:

“Kişi namazını bitirir de ona ancak namazının onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123-124/796; Ahmed, IV, 321)

“Kişiye namazından, ancak kalbinin hazır olduğu kısım yazılır.” (Süheylî, Ravdu’l-Ünf, II, 208)

Yani kul, ancak huşû ve huzur ile namaz kıldığı zaman sevap alabilmektedir.

PEYGAMBERİMİZ’İN BAŞINDAN GEÇEN BİR HADİSE

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir sefer esnâsında konaklamıştı. Ashâbına dönerek:

“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.

Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anhumâ- hemen:

“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!” dediler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Vâdinin ağzında bekleyin!” buyurdu.

Abbâd -radıyallâhu anh- Hazret-i Ammâr’a:

“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr -radıyallâhu anh-:

“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve uyudu. Abbâd da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isâbet etti. Mübârek sahâbî oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defasında da Abbâd -radıyallâhu anh- ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak:

“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi.

Ammâr -radıyallâhu anh- sıçrayıp kalktı. Bunu gören müşrik, yakalanmaktan korkarak kaçtı. Ammâr -radıyallâhu anh-, arkadaşının kanlar içinde olduğunu görünce:

“–Sübhânallah! Sana ilk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevabı verdi:

“–Öyle bir sûre okuyordum ki, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ancak oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevziyi kaybetme endişem olmasaydı, vallâhi sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[4]

Namaz kılarken bütün rükûnların hakkını vermek gerekir. Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−En kötü hırsızlığı yapan insan, namazından çalan kimsedir.” buyurmuştu. Sahâbe-i kirâm -radıyallâhu anhum-:

“−Yâ Rasûlâllah, kişi na­mazından nasıl çalar ki?” dediler.

“−O, rükûunu ve sec­desini tam olarak yapmaz. Rükû ve secdeden kalkınca belini tam olarak doğrultmaz.” buyurdu. (Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78)

Bir başka hadislerinde de şöyle buyurdular:

“Rükû ve secdeleri arasında belini düzgün tutmayan kişinin namazına Allah Teâlâ bakmaz (kabul etmez).” (Ahmed, II, 525)

Namazlarımızı istenilen kıvamda kılmaya ne kadar dikkat etsek de bunu tam olarak yapamayabiliriz. İnsan olduğumuz için zaman zaman kusur ve hatâlarımız olabilir. Dolayısıyla bu tür noksanlarımızı tamamlamak için istiğfarla Rabbimize yönelmemiz ve nâfile namazlara da ehemmiyet vermemiz gerekir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermiştir:

“Kıyâmet gününde kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün değilse, kaybeder ve zararlı çıkar. Şâyet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabbi:

«Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» buyurur. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413)

NAMAZI İLK VAKTİNDE KILMAK

Namazları ilk vaktinde kılmak, hassâsiyet gösterilmesi gereken mevzûlardan biridir. Yoksa ağırdan alarak namazı son vaktine kadar geciktirmek ve gönülsüzce kalkıp baştan savar gibi hızlıca kılıvermek, Allah muhâfaza buyursun, insanı münâfıklığa götürür.[5]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı geciktirmenin tehlikesine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

“Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde ise affı vardır.” (Tirmizî, Salât, 13/172)

Yani namazın ilk vaktinde kılınması, kulun, ilâhî emirlere itaatte ne kadar hassas ve azimli olduğunu gösterdiğinden, Hakkʼın rızâsına vesîle olur. Buna mukâbil, namazı ihmâl edip son vaktinde kılıvermek ise, ilâhî emirlere itaatteki hassâsiyet noksanlığını gösterdiğinden kula herhangi bir ecir sağlamaz, yalnızca o farz borcunun affedilmesini temin eder.

Alâ bin Abdurrahmân Hazretleri şu hâdiseyi nakleder:

Bir gün öğleden sonra Enes bin Mâlik’in yanına gitmiştik. Enes -radıyallâhu anh-, biz varınca hemen kalkarak ikindi namazını kıldı. Kendisine namazı erken kıldığını söyledik. O da niçin böyle yaptığını îzah sadedinde dedi ki:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üç defa; «O münâfıkların namazıdır!» buyurduktan sonra şöyle devam etti:

«Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca ve şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defa yatıp kalkar, namazda da Allâh’ı pek az zikreder.»” (Muvatta’, Kur’ân-ı Kerîm, 46; Müslim, Mesâcid, 195)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Namazı geciktiren veya onu rûhu çıkmış ölü bir ceset hâline getiren kimseler başına idâreci olduğunda hâlin nice olacak?» bu­yurdu.

Ben:

«−Bu durumda bana ne emir buyurursunuz?» diye sordum. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Namazını vak­tinde kıl! Onlar kılarken namaza yetişirsen tekrar kıl! Bu senin için nâfile olur.» buyurdu.” (Müslim, Mesâcid, 238-240; Dârimî, Salât, 25)

Yine Peygamber Efendimiz’e:

“–Amellerin hangisi daha fazîletlidir?” diye sorulmuştu.

“–İlk vaktinde kılınan namazdır.” buyurdu. (Tirmizî, Salât, 13/170; Ebû Dâvûd, Salât, 9/426)

Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- namaz hususunda çok hassas davranırdı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona “kardeşim” hitâbıyla iltifat ederek, onu şöyle medhetmiştir:

“Allah, kardeşim Abdullah bin Revâha’ya rahmet eylesin! Namaz vakti nerede girse, hemen orada durur ve namazını kılar.” (Heysemî, IX, 316)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetine tavsiye ettiği bu fazîleti herkesten önce kendisi yaşardı. Zira O, hayâtı boyunca nerede ve ne hâl üzere bulunursa bulunsun, vakti girdiği anda hemen namazını kılmaktan çok hoşlanırdı.[6] Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı son vaktine kadar iki defa bile tehir etmeden Allah Teâlâ O’nu katına aldı.” (Tirmizî, Salât, 13/174; Ahmed, VI, 92)

 NAMAZLARI CEMAATLE KILMAK

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Bir kişinin diğer bir kişiyle kıldığı namazı, yalnız kıldığı namazdan daha bereketli ve sevâbı daha fazladır. İki kişi ile kıldığı namazı da bir kişi ile olan namazından daha bereketli ve üstündür. Beraber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, Allah Teâlâ’nın o kadar çok hoşuna gider.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554; Nesâî, İmâmet, 45/841)

Namaz mevzuunda en mühim noktalardan biri de, farz namazların cemaatle kılınmasıdır. Namazı cemaatle kılmak, vâcip hükmünde müekked bir sünnettir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinin dışında cemaati hiçbir zaman terk etmemiştir.

Namazları cemaatle kılmanın ısrarla emredilmesi, dînimizin sosyal terbiyeye verdiği ehemmiyeti gösterir. Zira birlik ve beraberlik duygusunu perçinleyen en mühim sâlih amel, namazları cemaatle kılmaktır. Nerede cemaatle namaz kılınıyorsa, orada İslâm’ın rûhî ve ictimâî yapısı idrâk edilmeye başlanmış demektir.

Namazın her rekâtında okuduğumuz; “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senʼden yardım isteriz!” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, bize günde en az kırk defa, cemaat hâlinde olmamızı telkîn etmektedir.

Bu husustaki hadîs-i şerîflerin birkaçı şöyledir:

“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınandan 27 derece daha üstündür.” (Buhârî, Ezân, 30)

“...Cemaat hâlinde olmanızı ve ayrılığa düşüp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan kimselerle beraberdir. İki kişi de olsa, beraber yaşayanlardan ise uzaktır. Cennetin ortasında bulunmak isteyen kimse, cemaate devam etsin...” (Tirmizî, Fiten, 7/2165)

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tek başına namaz kılan bir kişi görmüştü:

“−Şu zâta, kendisiyle birlikte namaz kılarak tasaddukta bulunacak (iyilik edecek) kimse yok mu?” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 55/574; Tirmizî, Salât, 164; Dârimî, Salât, 98)

Diğer rivâyetlerden anlaşıldığına göre bu zât öğle namazı kılmaktaydı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kişinin ona cemaat olarak daha fazla sevap kazandırmasını arzu etti.

Rivâyete göre, kıyâmet günü Allah Teâlâ:

“–Benim komşularım nerede?” diye soracak.

Melekler:

“–Sana kim komşu olabilir ki yâ Rabbî?!” diyecekler.

Allah Teâlâ da:

“–Mescidlerimi îmâr edenler (yani cemaatle namaza devam edenler).” buyuracak. (Ali el-Müttakî, VII, 578/20339)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cemaat hususunda hiç tâviz vermemiştir. Nitekim bir gün âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Medîne’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkuyorum. Cemaate çıkmayıp evde namaz kılabilir miyim?)” demişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–حَيَّ عَلَى الصَّلَاةِ ve حَيَّ عَلَى الْفَلَاحِ davetlerini işitiyor musun? Öyleyse durma mescide gel.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)

Yezîd bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Allah Rasûlü namaz kılarken yanına varmıştım. Oturdum ve cemaate iştirâk etmedim. Efendimiz namazdan sonra bize doğru dönünce, kenarda oturduğumu gördü:

«–Ey Yezîd, sen müslüman olmadın mı?» buyurdu.

«–Oldum yâ Rasûlâllah!» dedim.

«–Öyleyse cemaate katılmaktan seni alıkoyan nedir?» buyurdu.

«–Sizin namazı kılmış olduğunuzu zannederek evimde kılmıştım.» dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Şâyet namaza gelir de insanları namazda bulursan, onlarla birlikte kıl! Eğer daha önceden namazını kılmış isen, bu senin için nâfile olur. Evde kıldığın da farz yerine geçer.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 56/577)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cemaate devam etmeyenler için muhtelif îkazlarda bulunmuştur. Übey bin Kâʻb -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve:

«–Filân kimse namaza geldi mi?» diye sordu.

«–Gelmedi.» dediler.

«–Filân geldi mi?» diye sordu. Yine:

«–Gelmedi.» dediler. Bunun üzerine:

«–İşte bu iki namaz (yatsı ve sabah) münâfıklara en ağır gelen namazdır. Bunlarda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemaate gelirdiniz. Birinci saf, meleklerin safı gibidir. Ondaki fazîleti bilseydiniz ona yarışarak giderdiniz…» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554; Nesâî, İmâmet, 45)

Dînimizde cemaatle namaza gösterilen ehemmiyet sebebiyledir ki, büyük Osmanlı ulemâsından Molla Fenârî, cemaate devam etmemesi sebebiyle Yıldırım Bâyezîd’in mahkemede şâhitliğini kabul etmemiştir. Bunun sebebini hayretle soran Sultan’a da açık bir şekilde:

“–Sultanım! Sizi cemaatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yani sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir... Şâyet cemaate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhitliğinizin kabulüne mânîdir...” cevabını vermişti.

Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu muvaffakıyetinin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd, Bursa’daki meşhur Ulucâmî’yi yaptırmış ve beş vakit cemaate devam etmiştir.

 SON NEFESE KADAR NAMAZ

Namazı terk ve ihmâlin, hiçbir haklı ve geçerli mâzereti olamaz. Harp hâlinde dahî müslüman askerler nöbetleşerek namazlarını cemaatle kılarlar.[7]

Bu sebeple son nefesimizi verinceye kadar, namaz hususunda gönlümüzü dâimâ uyanık tutmalıyız. Nitekim Allah Rasûlü’nün son demlerini anlatan Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

“−Vefâtı esnâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındaydık. Bize üç defa:

«–Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!» buyurdu ve şöyle devam etti:

“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkunuz. İki zayıf hakkında Allah’tan korkunuz: Onlar, dul kadın ve yetim çocuktur. Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!..»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha sonra, “Namaz, namaz…” diye tekrar etmeye başladı. Muazzez rûhu En Yüce Dost’a yükselinceye kadar, bunu içten içe tekrar edip durdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

 NAMAZLA GELEN ZAFER

Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde şöyle dedi:

“–Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Zira böyle bir şey, düşmanın arayıp bulamayacağı bir toplu imhâ fırsatı olur. Münâsip bir dille bunu erlere bir de sen anlatıver!..”

İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nur yüzlü bir zât çıktı ve:

“–Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allah ne derse, öyle olur.” dedi.

Ertesi sabah, herkesi hayrete düşüren ilâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allâh’a kulluk aşkıyla dolup taşan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremiyordu. O sabah, bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga semâya yükseliyordu.

İşte bu esnâda İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa ve isyan başgösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak getirilen müslüman askerler, müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri bu tekbir ve tevhid seslerinden anlamışlardı. Ne yapacağını şaşıran zâlim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153)

[1] el-Alâk, 19.

[2] Tesbîh, “sübhânallâh”; tekbîr, “Allâhu ekber”; tehlîl de “lâ ilâhe illâllah” diyerek Allâh’ı zikretmektir.

[3] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663.

[4] Bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; Beyhakî, Delâil, III, 459; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397.

[5] Bkz. en-Nisâ, 142.

[6] Bkz. Buhârî, Salât, 48.

[7] en-Nisâ, 102.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.