Müslümanca Bakış Ölçülerimiz

İslâm’ın kendisi için bir hayat düsturu olduğuna iman etmiş bir Müslüman olarak varlığa, hayata ve hâdiselere bakış açımızı, diğer bir ifadeyle inanç umdelerimizi, amel ve davranışlarımızı, öncelikle Kur’an ve sünnette beyan edilen esasların belirlemesi tabiidir.

Bu esaslar içinde inançlarımızı ve bakış açılarımızı belirleyen alana İslâm akidesi/akâidi adını veririz. Tarih boyunca bu esasların kabulünde ve anlama usulünde muhtelif sebeplerle farklılıklar ortaya çıkmış, fırka ve mezheplerin teşekkülünde bu farklı yaklaşımlar etkili olmuştur. İlmî bir ehliyet temelinde, sahih bir niyet ve doğru bir usulle şekillenen anlayışlar Hak mezhepleri oluştururken, siyâsî, nefsânî ya da eksik/yanlış bir bilgi temeli üzerine bina edilen iyi ya da kötü niyetli oluşumlar da, bâtıl ve sapık mezhep, tarikat ve fırkaları ortaya çıkarmıştır.

EHL-İ SÜNNET ÇİZGİSİ

İslâm ümmetinin dünden bugüne yaşadığı acıların, dağınıklığın, fitne ve fücurun temellerinde büyük oranda bu savruluşlar vardır. Biz burada bunların tahliline girecek değiliz. Bunun yerine Asr-ı saâdetten bugüne, ümmetin kahir ekseriyetinin (sevâd-ı a’zam) kabulüne mazhar olmuş “Ehl-i sünnet çizgisi”nin bakış açısına göre bazı esaslarımızı yeniden hatırlamak/hatırlatmak istiyoruz. Zira kaygan bir zemin üzerinde yürüyoruz. Ayaklarımızın ve gönlümüzün hak üzere sebatı için, Rabbânî ve nebevî pınarlardan akıp gelmiş ölçülere ihtiyacımız açıktır.

Bugün yaşanan bu keşmekeşin temelinde, büyük oranda dini doğru anlama ve hayata aktarabilme usulünün kayboluşu yatmaktadır. Neye nasıl inanacağımızı gösteren “Usûliddin/Akaid” ilminin gereği gibi bilinmeyişi ve neyi nasıl anlayıp hayata geçireceğimizi bize öğreten “Usûl-i fıkıh” yani dini metinleri anlama metodolojine riâyet edilmemesi bir kaos oluşturmaktadır. Belki İslâm ümmetinin öncüleri olan âlimlerimizin bugün için en önemli vazifelerinden biri, bu iki alanda yeniden dirilmek ve derinleşmek ve ümmetin önüne yürünebilecek bir yol haritası koymaktır. Zira her çağın insanına anlayacağı bir dil ve üslupla, -içinde yaşadığı hayatın şartları içerisinde- ilâhî hakikatleri nasıl hayata geçirebilecekleri anlatılabilmelidir.

Biz bu yazıda, -dergimizin sayfaları ölçeğinde- İslâm âlim­lerimizin tespitlerinden yola çıkarak, varlık ve hâdiselere Müslümanca bir bakış çerçevesi sunmaya çalışacağız. Hem olması gerekene ve hem de olmaması gerekene kısa kısa dikkat çekmiş olacağız. Elbette her konuya yer veremeyeceğiz. Günümüz için önemli gördüğümüz belli başlı meselelerle kendimizi sınırlamış olacağız. Sizlerden gelecek tekliflerle zaman içinde yeni v da söz konusu olabilecektir.

Rabbimizden niyazımız bizi en doğruya hidâyet etmesidir.

YARADILIŞ MAKSADIMIZ 

Yaratılışımız, yeryüzünde kan dökmek ve fesat çıkarmak için değil, Hakk’ın muradına uygun bir şekilde, hayatın her alanını en güzel şekilde imar etmek ve yalnız Allah’a kul olmak içindir. Hayat ve ölümümüzün var oluş hikmeti, en güzel amel ve davranışları ortaya koyabilme sınavında başarılı olmaktır. İlim ve irfanda daima derinleşerek ve gelişerek, öncelikle yüce Rabbimizi doğru tanımak (ma’rifetullâh) ve sonra da tüm varlıkla ilişkimizi ilim, irfan ve adâlet üzere gerçekleştirebilmektir. Nihâyette ise kalb-i selime erişmiş bir Müslüman olarak, yüz akıyla Rabbimizin huzuruna varabilmektir.

RABBİMİZ ALLAH'TIR

“Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi, Rabbize yönelik imanımızın merkezini teşkil eder. “Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak hiçbir ilah yoktur” demektir. Allah’ın dışında canlı-cansız, görülen-görülmeyen hiçbir varlık, hiçbir şekilde ilah olamaz ve kendisine kulluğun hiçbir çeşidi sunulamaz. En büyük günahların başında, Allah’a ortak koşmak anlamına gelen “şirk” vardır ve şirk koşarak Allah’a kavuşanlar asla affedilmeyecektir.

Allah’ın zâtı/mahiyeti tam olarak idrak edilemez. O ancak kendisini Kur’an’da ve Resüllerinin dilinde vasfettiği özellikleri ile tanınabilir. Esmâü’l-hüsnâ (Allah’ın en güzel isimleri) O’nu bize tanıtan en mühim bilgi çerçevesidir. Bu çerçevenin içinde derinleşmenin ve bu bilgiyi ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakîn derecesinde hissetmenin adı marifetullahtır ki kalbî kıvam seviyesi ile doğru orantılıdır. Bunun ötesinde Allah’ın bazı kullarının gönüllerine daha hususî ikramları da elbette söz konusu olabilecektir. Ancak bu hâller, kul ile Allah arasında kişiye mahsus hissiyatlardır ki, bir başkasını bağlamayacağından paylaşılması gerekmez. Vahdet-i vücûd gibi bazı hâller bu duruma misal olarak verilebilir.

HAYATIMIZIN ÖLÇÜLERİ

Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığın içine hulûl etmesi (girmesi) söz konusu olmadığı gibi hiçbir varlık da (peygamberler, melekler, veliler vb) seviyesi ne olursa olsun ilahlaşamaz. Kul kuldur, Rab de Rab’dir. Nicelerinin ayaklarının kayma noktaları buralardır. Âlimlerini ve azizlerini Rableştirenler, Allah’a ortak koşmuşlardır.

Haram ve helali belirleme yetkisi yalnız Allah’ındır. Hayat nizamımızın ölçülerini ancak O belirler. Bu itibarla âlimler ancak var olan ilâhî hükmü beyan eden ve ictihadları ile zann-ı galiplerine göre keşfeden kimselerdir. İctihadlarında (araştırma neticesinde vardıkları sonuçlarda) hata edebilirler. Hatasızlık ve kusursuzluk ancak Allah’a aittir. Bu sebeple de mutlak teslimiyet yalnız Allah’adır. Allah’a isyan olan yerde mahlûka itaat söz konusu olamaz.

İdrak ötesi alanlara dair gaybî bilgilerin tamamını ancak Allah bilir. Peygamberler dâhil hiçbir varlık, gaybın tamamını bilemez. Ancak Allah, bazı kullarına dilediği ölçüde gaybî bilgilerden nasip verebilir.

Allah Teâlâ bütün varlığa öz benliklerinden daha yakındır. Bu anlamda Allah’a dua etmek, kulluğunu O’na arzetmek ve O’ndan yardım dilemek için hiçbir aracıya ihtiyaç yoktur. Ancak kulluğu öğrenmek, daha güzel yapmak, bizim için de dua ve istiğfarda bulunmalarını istemek için peygamberlere, âlimlere, âriflere ve salihlere müracaat edilebilir. Bu durum, Allah ile kul arasına girmek değil, Hakk’ın razı olacağı bir kul olma yolunda iyilik ve takvâda yardımlaşmaktır.

Mümin bir insanda en şiddetli sevgi, Allah sevgisi olmak durumundadır. Hiçbir sevgi O’nun önüne geçmemelidir. Bütün sevgiler bu merkez sevgiye göre tanzim edilebilmelidir.

KILAVUZUMUZ VE ÖRNEĞİMİZ RESULULLAH

Muhammed Mustafa –sallallahu aleyhi ve sellem-, Rabbimizin bütün âlemlere rahmet olarak ihsan ve ikram ettiği son peygamberidir. Allah’ın izniyle insanlığı karanlıklardan nura çıkarmak için gönderilmiş, ışık saçan bir kandildir. Allah’a ve ahirete iman eden ve Allah’ı çok zikredenler için üsve-i hasene (en güzel bir örnek)dir. Allah’ın âyetlerini okumak ve öncelikle şahsında hayata geçirmek, helâli-haramı, ilahî hudutları ve hikmeti öğretmek ve insanları her çeşit kötülükten arıtarak, onları bütün güzelliklerle geliştirmek onun en temel vazifesidir.

O da bir beşerdir ve fakat sıradan bir beşer değil, Allah’tan vahiy alan bir beşerdir. Sözleri ve fiilleri vahiyle terbiye edilmiş, gerekli hallerde düzeltilmiş ve korunmuştur. Bu yönüyle masumiyet ve mahfûziyet kazanmıştır. Bu itibarla da O’na itaat, Allah’a itaattir. Rabbimiz böyle buyurmuştur. O’nun verdiği hüküm karşısında müminlerin tercih hakkı söz konusu değildir. İçlerinde bir sıkıntı duymadan ona tam bir teslimiyet gösterilmesi, Hakk’ın bir muradıdır.

Bize Kur’an yeter diyerek Allah Resûlünü devre dışı bırakan hiçbir fert ve toplumun tam Müslüman olması ve İslâm medeniyetini tesis etmesi asla mümkün değildir. O’nun mübarek sözleri, fiilleri, ahlâkı, hâl ve davranışları, kıyâmete kadar gelecek müminler için bir ölçü ve ışıktır. Dikkat edilecek taraf, bize kadar ulaşan bu bilgilerin haber değeridir. Asırlar boyunca nice âlimimiz de bu alanda çok kıymetli kitaplar ortaya koymuştur. Sünnet ve hadis diye isimlendirdiğimiz bu haberlerin Ona nispeti sıhhatli olduktan sonra mümine düşen vazife, onu hayata geçirerek onunla daha diri bir hayat bulmaktır.

EN GÜZEL MÜSLÜMANLIK

En güzel Müslümanlık, O’nun şahsında tezâhür ve tecelli etmiştir. Bu itibarla Müslümanlık ölçümüz odur. Bu konuda hiçbir kimse O’nun önüne geçme hakkına da haddine sahip değildir. Manevî terakki ve tekâmül, o kıvama yakınlık derecesinde değer ve anlam kazanır.

Habibullah olan Efendimizin hem zahirî hem de batınî sünnetlerine tebaiyyetin, bizi Hakk’ın sevgisine eriştireceğine inanırız. İbâdet, muamelât, ahlâk ve ilişkilere dair zahirî sünnetlerini ilim ve amel yoluyla, muhabbetullah, haşyetullah, huşû, ihlâs ve tevazu gibi kalbî sünnetlerini de muhabbet tarikiyle tahsil edebileceğimizi kabul ederiz. Yaratılmışlar içinde muhabbet besleyeceğimiz zirve varlık odur. Ona olan muhabbet ve tazimimiz, hiçbir zaman onu ilahlaştırma sınırına yaklaşamaz. O’na Allah’ın kulu ve resulüdür diye iman eder ve bu vasfıyla tazim ve muhabbet duyarız.

Resûlullâhı Kur’an’dan ayrı düşünmek, hem Kur’ân’ı hem de O’nu tanımamaktır. Zira o, Kur’an-ı Kerim’in hem tebliğ edeni, hem açıklayanı, hem ilk yaşayanı ve hem de Kur’an ahlâkıyla bütünleşenidir. O’nu doğru tanımadan, gereği gibi dinlemeden ve O’nun hayatını ilim, irfan ve kalp gözüyle öğrenip müşahede etmeden, Allah’ın razı olacağı son din olan İslâm’ı anlamak, yaşamak ve medeniyet olarak ete kemiğe büründürmek boş bir hayaldir. Bu itibarla O’nun sünnetini itibarsızlaştıran ya da görmezden gelen kimselerin yolu, hiçbir zaman sırat-ı müstakime çıkmaz.

İnancımıza göre kıyamet gününde şefaat de Hak’tır. Mü’minler, o rahmet peygamberinin rahmet oluşunu kıyâmette de –Allah’ın izniyle- görecek ve hissedeceklerdir. Bu konuda bilmemiz gereken ilâhî hakikat şudur: Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin şefaati söz konusu olamayacaktır.

Ehl-i sünnet âlimlerimizin beyanına göre Allah Resûlünün hayatında kendisiyle tevessül etmek caiz olduğu gibi vefatından sonra da aynı şekilde tevessül etmek caizdir. Yani O’nu vesile edinerek Allah’a dua etmek şirk ya da bid’at değildir.

Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Ekim 2016, Sayı 368

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.