Mü'min Günahkâra Değil, Günaha Düşmandır!

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur: “Bir mü’min kardeşine âit, hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim bilmediğim veya anlayamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!”[1]

İslâm ahlâkı, başkalarında kusur aramak yerine, önce kendi kusurlarını görüp telâfîsiyle meşgul olmayı gerektirir.

Müʼmin, din kardeşine karşı dâimâ hayırhâh olmalıdır. Yani onun için her zaman hayır dileyip iyiliğini temennî etmelidir. Nefsânî bir çekişmeye girerek veya hasede kapılarak, kendini haklı çıkarmak için kardeşinin hatâ yapmasını beklemek gibi çirkin huylardan titizlikle sakınmalıdır.

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve SellemEfendimiz:

“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allah Teâlâ onu rahmetiyle felâketten kurtarır da, seni imtihan eder.” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 54)

Öte yandan müʼmin, bir din kardeşinin yanlışını gördüğünde, hemen sû-i zanna kapılmamalı, aceleyle yanlış bir hüküm vermemelidir. İhtiyat ve teennî ile hareket ederek, önce onun bu davranışının geçerli bir mâzereti olup olmadığına bakmalıdır. Zira ona bu müsâmaha ve hüsn-i zannı göstermek, İslâmʼın telkin ettiği kardeşlik âdâbındandır.

Cenâb-ı Hak âyet-i ke­rîmede; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12)buyurmaktadır. Böylece müʼmin­leri, din kardeşlerinin gizli ve mahrem olan hatâ, kusur ve ayıplarını araştırmaktan men etmektedir.

Hattâ İslâm ahlâkında, bir müʼminin sadece şahsını ilgilendiren ve umûma zararı dokunmayan ayıp ve kusurlarına hasbeʼl-kader vâkıf olunduğunda, onları örtüp gizlemek ve münâsip bir lisanla uyarmak, mühim bir kardeşlik vazifesidir.

ŞARKI SÖYLEYEN ADAM İLE HZ. ÖMER

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzâh etmektedir:

Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh- bir gece Medîne sokaklarında geziyor, şehri teftiş ediyordu. Evinde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti. Duvardan atlayıp yanına vardığında adamın yanında bir câriye ve içki bulunduğunu gördü. Ona:

“‒Ey Allâh’ın düşmanı! Sen mâsiyet üzere iken Allâh’ın senin günahını örteceğini mi zannettin?” diye çıkıştı.

Adam:

“‒Ey Mü’minlerin Emîri, bana kızmakta acele etme! Ben Allâh’a karşı bir defa isyân ettiysem, sen üç defa âsî oldun:

Birincisi; Cenâb-ı Hak «Tecessüste bulunmayın!» (el-Hucurât, 12) buyuruyor, sen tecessüste bulundun!

İkincisi; Allah Teâlâ «Evlere arkalarından girmeniz, hayırda ileri gitmek değildir!» (el-Bakara, 189) buyuruyor, sen duvardan atlayıp bana baskın yaptın ve evin arkasından izinsiz girdin!

Üçüncüsü de; Allah Teâlâ «Ey îmân edenler! Kendi odalarınızdan başka odalara, sahiplerine geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) selâm vermeden girmeyiniz!» (en-Nûr, 27) buyuruyor, sen ise selâm vermeden girdin!” dedi.

Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-:

“‒Seni affedersem hâlini düzeltir misin?” diye sordu.

Adam:

“‒Evet, vallâhi ey Mü’minlerin Emîri! Eğer beni affedersen, bir daha böyle günahlara kesinlikle dönmem!” dedi.

Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh- da onu affetti ve evden çıkıp gitti.[2]

O GÜNAHI İŞLEMEDEN ÖLMEK İSTİYORSAN...

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve SellemEfendimiz, hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hattâ evinin içinde bile olsa, onu ayıbıyla rezil eder.”(İbn-i Mâce, Hudûd, 5)

“Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) günahı sebebiyle ayıplarsa, o günahı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53/2505)

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hiç kimsenin ortaya çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle men ederlerdi. Hattâ O Rahmet Peygamberi,kimsenin yüzüne tecessüs derecesinde, yani ayıbını araştırırcasına bir dikkatle bakmazdı.

Bir müʼminin vazifesi de, din kardeşlerine karşı gözünü ve gönlünü tecessüsten koruyup evvelâ kendi iç dünyasını mânevî marazlardan arındırmakla meşgul olmaktır.

Şunu da unutmamak îcâb eder ki, Cenâb-ı Hakkʼın sıfatlarından biri de “Settâruʼl-Uyûb” yani ayıp ve kusurları gizleyendir. Dolayısıyla gerçek bir müʼminin de bu ilâhî ahlâktan mümkün olduğu ölçüde hisse alması gerekir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Mü’minler arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)

“Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez…” (en-Nisâ, 148)

Bir din kardeşimizin şahsî bir ayıp ve kusurunu ifşâ etmek, onun hatâsını daha da sahiplenip yanlışını savunmasına, böylece tevbe kapısından ve hâlini ıslah yolundan tamamen uzaklaşmasına sebebiyet verebilir. Bundan dolayı, en doğru hareket tarzı; din kardeşimizi dışlayıp hatâ ve kusurlarıyla başbaşa bırakmak yerine, ona, yapıcı ve ihyâ edici bir üslûpla yaklaşmaktır. Hikmetli sözlerle, güzel nasihatlerle ve münâsip bir lisanla îkazda bulunmaktır. Bu aynı zamanda, Hâlıkʼın şefkat ve merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının, yüksek ruhlardaki bir tezâhürüdür.

Zira kâmil bir müʼmin, günahkâra değil, günaha düşmandır. Dolayısıyla günaha duyduğu nefreti, günahkâra taşırmaz. Bilâkis günahkârı, kendisini o günahtan korumakta acze düşmüş, yaralı bir kuş gibi merhamete muhtaç görür. Onu nefret veya hakâretle dışlamak yerine, rencide etmeden, zarif bir üslûp ile îkaz ve irşâd etmeye çalışır. O kardeşini, düştüğü günah çukurundan kurtarıp nezih bir hayata kavuşturmak için, ona yardım elini uzatır. Af ve müsâmaha ikliminde, onun gönlünü kazanmaya gayret eder.

Hatâ ve günahlara sürüklenmiş olan din kardeşlerimize nasıl yaklaşmamız gerektiği hususunda, Yezid bin Esamʼın naklettiği şu hâdise ne güzel bir misaldir:

Şam ehlinden, güçlü-kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara, Ömer -Radıyallâhu Anh- o kimseyi göremez oldu. Çevresindekilere:

“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! O kendini içkiye verdi.” dediler.

Hazret-i Ömer kâtibini çağırarak:

“–Yaz!” dedi. “‒Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye! Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.”

Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, mektubu yazdırınca arkadaşlarına dönerek:

“–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın da tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz!” dedi.

O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunda zikrettiği; «(Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır…» (el-Müʼmin, 3) âyet-i kerîmesini tekrar tekrar okudu ve:

“–Allah beni hem azâbıyla korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini vaad etmiş.” diyerek ağladı ve güzelce tevbe etti.

Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:

“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye, Allâh’ın affından ümitvâr olmasını sağlamaya çalışınız. Tevbe nasîb etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.” dedi.(İbn-i Kesîr, Tefsir, IV, 76)

[1] Hânî, el-Hadâik, s. 132.

[2] Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, Kâhire: Dâru’l-Âfâk, 1419, s. 152.

KAYNAKÇA

Osman Nuri TOPBAŞ, Altınoluk Dergisi, Haziran 2014, Sayı: 340, Sayfa: 033-35

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.