Mîrâc'da Gerçekleşen Hâdiseler

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti. Bunun üzerine Cebrâîl:

−Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92)(Buhârî, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Nesâî, Eşribe 41.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylece bütün ümmetini temsil ediyor ve onların feyz menbaı oluyordu. Burada süt, fıtratı; şarap ise dünyâya rağbeti temsîl etmekteydi.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى

“O, arzusuna göre konuşmamaktadır.” (en-Necm, 3) buyurarak Varlık Nûru Efendimiz’in hevâsından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak’tır ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de O’na tam mânâsıyla teslîm olmuştur. Burada Allâh Teâlâ, sütü tercîh ettirerek Habîbi’ni en fazîletli olana yönlendirmiştir. Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf bizlere, ümmet-i Muhammed’in bir rüchâniyetini de göstermektedir.

İsrâ hâdisesiyle Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, buradan semâvâta urûc etme, yâni Mîrâc şerefi bahşolundu. Gerçekten, Mescid-i Aksâ’ya varan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buradan Hazret-i Cebrâîl’in rehberliğinde “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar çıktı.

Kâinâtın Efendisi Sertâc-ı Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz bu hâdiseyi şöyle anlatırlar:

−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim... Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

«−Gelen kim?» denildi.

«−Cibrîl!» dedi.

«−Berâberindeki kim?» denildi.

«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.

«−Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.

«−Evet!» dedi.

«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.

«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.

Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:

«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.

Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na:

«–Niye ağlıyorsun?» denildi.

«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.

Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.

Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:

«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Daha sonra bana:

«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.

Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:

«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.”

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!» dedi...” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)

Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:

–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ey Cibrîl?diye sordu.

O da cevâben:

–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız de­vâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.

Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.

Bununla birlikte, Allâh ile O’nun yüce Peygamberi arasındaki bu muhteşem esrâr tecellîsi, vahye muhâtab olanlara Rabbin sonsuz kudret, azamet ve saltanatını sergilemektedir.

Ayrıca Mîrâc hâdisesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son olarak Tâif’te mâruz kaldığı zulümler netîcesinde kalbini dolduran hüznü, sürûra tebdîl etmek mak­sad-ı ilâhîsine de mâtuftur.

Aslında zaman ve mekân kaydı dışında gerçekleşen bu ilâhî tecellînin, insan müfekkiresi için tamâmının kavranması imkânsızdır. Böyle beşer idrâkini aşan hassas ve müstesnâ mevzûlarda muhayyileyi zorlamak menedilmiştir.

Hâsılı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberler hakkında vâkî olan ilâhî lutufları aşan müstesnâ bir ikrâm-ı ilâhî ile Mîrâc’da Zât-ı Ulûhiyyet’e mahsus zamansız ve mekânsız bir âlemde:

قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى

(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9) diye bilinen bir tecellîye mu­hâtab olmuştur.

Bu tecellînin bir zerresini müşâhede etmekle, ülü’l-azm peygamberlerden olmasına rağmen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın düşüp bayıldığı hatırlanırsa, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Allâh katındaki ulvî mevkii ve kendisine lutfedilmiş husûsî salâhiyet ve iktidârın derecesi az-çok kavranmış olur.

Diğer taraftan Mûsâ -aleyhisselâm-’a, mukaddes mekânda nâlinlerini (ayakkabılarını) çıkarması em­redilmiş ve ayaklarının, oranın bereketinden istifâde edip, şerefiyle şerefyâb olması is­tenmişti. Fakat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Mîrâc Gecesi bir bakıma:

Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı üzerinde pabuçlarınla yürü ki, Arş, Sen’in pabuçlarının tozu ile şereflensin ve Arş’ın nûru, Sana kavuşma nîmetine nâil olsun!..” denilmiş olmaktaydı. (Bursevî, V, 370)

İki Cihan Serveri’nin Mîrâc’a çıkışı ile semâvâtın yaşadığı şevk ve heye­cânı şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu ne güzel ifâde eder:

Şeb-i Mîrâc’da sîmâsını seyretti diye,

Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak!

Allâh Teâlâ, Mîrâc’ı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur:

وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى

“İnmekte olan yıldıza and olsun.” (en-Necm, 1)

Sûre’nin bu şekilde bir kasemle başlaması, ihtivâ ettiği hakîkate karşı münkirler ta­rafından yapılabilecek îtirazlar sebebiyle Mîrâc’ın hakkâniyetini vurgulamak içindir. Nitekim bu husus, kasemin ardından gelen âyet-i kerîmelerle de şöyle te’yîd edilmektedir:

مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى . وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى . اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى . عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى . ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى . وَهُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلَى

“Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâîl, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (en-Necm, 2-7)

Âyette geçen “istivâ” ifâdesi, kaplama, kuşatma ve doğrulma mânâlarına gelir. Müfessirlerin ekserisi, istivâ kelimesinin fâilinin Cebrâîl -aleyhisselâm- olduğunu beyân etmekle birlikte, tercîhen onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e izâfe ederler. Bu durumda istivâ, Allâh Rasûlü’nün kadr ü kıymetinin, rütbe ve makâmının yüksekliğini ifâde etmektedir. Yâni Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce en yüksek ufukta doğruldu:

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى

“Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (en-Necm, 8) Yâni, Varlık Nûru, ilâhî cezbenin eseri olarak yukarıya çekildi. Bulunduğu yer ve makamdan daha yukarı çıka­rıldı.

Böylece Cenâb-ı Peygamber, Mîrâc’da en yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmayıp Allâh’a doğru yaklaştı. Ardından ilâhî cezbenin tesiri arttı, arttı, arttı ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda en yüksek ufkun ötele­rine geçiverdi:

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى

(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)

Âyet-i kerîmedeki:

قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى

“İki yay arası veya daha az mesâfe” ifâdesi, beşeriyet üstü bir gerçeğin beşer idrâkine sığdırılabilmesi için kullanılmış bir teşbîh ifâdesidir. Şöyle ki:

İslâm’dan evvel Araplar, bir ittifak kurmak üzere antlaşacakları zaman iki yay çıka­rır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin “kāb”ını (yayın, kabza ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığını) birleştirirler, sonra da ikisini berâber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, on­lardan birinin râzı olacağı şeye diğerlerinin de râzı olacağını, birisini gazaplandıran şeyin diğerlerini de gazaplandıracağını ifâde eden bir berâberlik ve bütünlük antlaşmasıydı.

Buna göre “kābe kavseyn”, hem maddî hem de mânevî yakınlığı ihtivâ eden ve be­şer idrâkini aşan ulvî bir hakîkattir. Yâni Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu noktada Rabbine o kadar yaklaştı ki, bütün vâsıtalar kaldırıldı ve doğrudan doğruya:

فَاَوْحَى اِلَى عَبْدِهِ مَا اَوْحَى

“Allâh o anda kuluna vahyini bildirdi.” (en-Necm, 10)

Bu vahyin mâhiyetinin ne olduğu, şu şekilde açıklanmıştır:

  1. Namaz: Mîrâc’daki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tavsiyeleriyle Cenâb-ı Hakk’a mürâcaat etmiş ve başlangıçta elli vakit olarak farz kılınan namaz, beş vakte indirilmiştir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, bire on vererek, beş vakti kılana elli vaktin ecrini ihsân edeceğini bildirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Her kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevap yazılır, yaptığı takdirde ise on sevap yazılır. Her kim de, bir kötülük yapmak ister, ancak onu yapmazsa, kendisine günah yazılmaz. Şâyet o kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!(Müslim, Îman, 259)

Bu husustaki uzun hadîs-i şerîfte beyân olunduğu üzere Allâh Teâlâ, başlangıçta elli vakit olarak emredilmiş olan namazı, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in müteaddid mürâcaatı ile beş vakte indirmiştir. Bunun mânâsı, insanlar üzerindeki hukûkullâh îcâbı olarak namazın elli vakit kılınmasının müstehak olduğu, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutf u keremi ile bu mükellefiyetin bire on nisbetinde azaltıldığıdır. Esâsen Cenâb-ı Hakk’ın:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) beyânı, beşer için aslî faâliyetin ibâdet olduğu, ancak merhamet-i ilâhiyye îcâbı en zayıf fert dahî dikkate alınarak bu hususta tenzîlât yapıldığı mânâsına geldiği gibi, mecbûrî olmamakla birlikte beş vakitten fazlasına cevaz verildiğini ve bunun gerekliliğini de ifâde eder.

Kâmil mü’minler, farz olan bu beş vakte ilâveten, kuşluk, işrâk, evvâbin gibi nâfile namazlar kılarlar ve bilhassa gece teheccüde kalkarlar. Bütün bunlar bu vâkıanın tabiî bir neticesidir. Ancak bu gibi ibâdetlerin, insanların tâkat getirebilen ve o zevke ulaşabilen kısmına âit olması için, namaz emri elli vakitten başlatılıp bilâhare Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mürâcaatı ile beş vakte indirilmiştir.

  1. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:

Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur. (Râzî, XXVIII, 248)

  1. Bakara Sûresi’nin son iki âyet-i kerîmesi vahyedilmiştir.

Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (Mîrâc’da) üç şey verildi: Beş vakit na­maz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi...” (Müslim, Îman, 279)

Bununla birlikte Mîrâc’daki vahyin tafsîlât ve keyfiyetini ancak Allâh ve Peygamberi bilir.

Burada âşikâr olan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mîrâc’daki tecellî­leri bir hayâl olarak değil, kalp ve vicdânının da tasdîk ettiği bir hakîkat olarak müşâhede etmiş olduğu keyfiyetidir. Yâni:

مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاَى. اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى

(Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (en-Necm, 11-12)

Allâh Rasûlü, Mîrâc Gecesi Rabbine mülâkî olup sayı­sız tecellîler ve ibretli hâdiseler müşâhede ettikten sonra, hiçbir kulun ulaşamayacağı o husûsî makamdan geri dönerken, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı bıraktığı yerde (Sidretü’l-Müntehâ’da) bir defâ daha aslî sûretinde gördü.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَلَقَدْ رَاَهُ نَزْلَةً اُخْرَى. عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى

“And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defâ daha gördü.” (en-Necm, 13-14)

Âyette Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makam cihetiyle Cebrâîl -aleyhisselâm-’dan daha ileride olduğuna işâret edilmiştir. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Mîrâc Ge­cesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz daha ileriye gitmiş­tir. Bu hakîkat, Allâh Rasûlü’nün dönüşte tekrar Cebrâîl’e rastlaması ile daha bâriz bir şekilde anlaşılmaktadır.

عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى. اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى

“Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (en-Necm, 15-16)

Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz’e soruldu:

–Yâ Rasûlallâh! Sidre’yi kaplayan ne gördün?

Buyurdular ki:

–Altundan pervânelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbîh ettiğini gördüm. (Taberî, XXVII, 75; Müslim, Îman, 279)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyetlerine göre:

Allâh Teâlâ, Mûsâ’yı kelâm, İbrâhîm’i dostluk ve Muhammed Mustafâ’yı da ru’yetullâh (Cenâb-ı Hakk’ı keyfiyeti bizler tarafından bilinemeyecek bir sûrette müşâhade etme) şerefiyle taltîf etmiştir. (Taberî, XXVII, 64)

Gözün Mahbûb’un huzûrunda O’ndan (sevgiliden) başka bir yere kaymaması, edebin en üst noktasıdır. Hakîkaten:

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى . لَقَدْ رَاَى مِنْ اَيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

(Muhammed Mustafâ’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 17-18)

Bu âyetlerden de anlaşıldığı vechile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı “Sidre-i Müntehâ”nın ötesine geçirildi. Âyette, beşer idrâkine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az” mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca kavranması muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu.

Bu vuslatta Peygamberler Sultânı, kelâmın ifâde hudûduna sığ­mayacak derecede ulvî ve büyük hakîkatler, yâni Rabbin rubûbiyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının ihtişâmından, ancak müşâhede ile ulaşılabilecek büyük âyetler gördü.

Burada müfessirlerin beyânı, “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-, kalp gözü ile Allâh’ı gördü.” şeklindedir. (Taberî, XXVII, 63)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’tan gelen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Ben, yüce Rabbimi gördüm! buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemî, I, 78)

Bir başka rivâyette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben:

Bir nûr gördüm! buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 292)

En doğrusunu Allâh bi­lir…

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.