Mevlana Hazretlerinden Ders Veren Hikayeler

Hikâyeler

Mevlana Hazretlerinin hikmet dolu kıssaları ve nasihatleri içinde en çok etkileyenler...

Allah dostlarında ayrı ayrı tecellîler vardır. Mevlânâ Hazretleri, âdeta evliyâullâhın sözcüsü durumundadır. O, kendisine lûtfedilen müstesnâ beyan kâbiliyetiyle, evliyâullâhın gönül âlemindeki mârifetullâh ve muhabbetullâha dâir sır ve hikmetleri, son derece edebî bir üslûpla ifadeye aksettirmiştir. Mesnevî-i Şerîf, bunun en güzel örneğidir.

Haydi bugün bütün fakülteler birleşsin, mümkünse bir Mesnevî yazsın, 26.600 beytin bir benzerini kaleme alsın. Ne mümkün! Çünkü bu bir gönül mahsûlüdür.

Zihin, mücerred hakîkatleri zor kavrar. Mevlânâ Hazretleri’nin özelliği de, anlaşılması zor olan mücerred hakikatleri, müşahhas misallerle gönüllere kolayca nakşetmesidir. Bunun için eserlerinde misal, teşbih ve kıssalara bol bol yer verir.

Hazret’in eserlerinde pek çok kıssa ve hikmetli nasihat mevcut. Birkaçını arz edeyim:

Mevlânâ Hazretleri, kâinatta sergilenen ilâhî kudret ve azametin sayısız tecellîleri karşısında alık, abus ve duygusuz kalan, Allâh’ın nîmetlerini yiyip içtiği hâlde o nîmetlerin asıl sahibini ve âhiret gününü unutan gafilleri “ahmak” olarak niteler. Ahmaklığın, tedavisi olmayan bir kahr-ı ilâhî olduğunu söyler. Çünkü ahmak, gönlünü dünyaya kaptırmıştır. Tıpkı kuzunun kurda sevdâlanması gibi. Ahmak, kendisini ebedî felâkete sürükleyen nefsânî arzularının esiri olmuştur.

Mevlânâ Hazretleri, kahr-ı ilâhîye dûçâr olan ahmaklardan menfî bir in’ikâs gelmemesi, bir hâl sirâyeti olmaması için, onlardan nasıl uzak durmak gerektiğini, Mesnevî’sinde şöyle hikâye eder:

AHMAKTAN KAÇIYORUM!

Hazret-i Îsâ, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçmaktadır. Adamın biri, bu hâle hayret ederek ardından koşar ve seslenir:

“–Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok ki!” der.

Îsâ -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşmaktadır ki, acelesinden adamın suâline cevap bile veremez. Onun bu şekilde kaçışının sebebini merak eden adam, nihayet ona yaklaşır ve tekrar sorar:

“–Ey Rûhullah! Senin bu kaçışın, benim için bir muammâ oldu! Kimden kaçıyorsun?”

Bunun üzerine Hazret-i Îsâ;

“–Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mânî olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verir.

Bu sefer adam;

“–Sen, nefesi ile körlerin ve sağırların şifâ bulduğu «Mesîh» değil misin?” diye ona mûcizelerini hatırlatır ve bu kaçışın hikmetini sorar. Îsâ -aleyhisselâm- der ki;

“–Evet, ben İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Ölüye okudum, dirildi. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle defalarca okuduğum hâlde yine de fayda vermedi. O ahmak, âdeta katı bir taş kesildi; lâkin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi!” der.

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da artar ve merakla Hazret-i Îsâ’ya sorar:

“–İsm-i Âzam bu kadar şeye tesir edip şifâ verdiği hâlde niçin ahmaklığa tesir etmiyor? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara devâ olup da buna olmayışının sebeb-i hikmeti nedir?”

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- cevap verir:

“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilâhîye uğramayan iptilâlardır. İptilâ da bir hastalıktır; ancak sadece onun müptelâsına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

Hakîkaten ahmaklık; âhireti bırakıp dünyayı tercih etmek, yani deryâyı bırakıp damlayı almaktır. Böylesine körce bir tercih yaptıran ahmaklık, aslında kalbin âmâ olmasıdır. Bunca ilâhî azamet tecellîlerine rağmen, kalbin bunları görememesidir. Nasıl ki, gözlerin önüne iki parmak konulduğunda insan hiçbir şey göremez ise, ahmak da Allâh’ın sayısız kudret ve azamet tecellîlerine nâdanca bakar da hiçbir şey göremez.

Onun hâli şuna benzer:

Bir kedinin önüne en leziz kebaplar konsa, lâkin o esnada oradan bir fare geçse, o ahmak kedi, güzelim kebapları bırakır da rezil bir farenin peşinde kendinden geçer. Nefsânî arzularına esir olarak ebedî saâdetini sonsuz bir felâket faslına çevirmek de bunun gibidir.

Bu itibarla ahmaklardan bir hâl sirâyetine mâruz kalmamak için, onlardan aslandan kaçar gibi kaçmak gerekir.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68) buyurmaktadır.

NEFS-İ EMMARE

Yine kâinattaki sayısız ilâhî azamet ve kudret akışları karşısında insanoğlunun hissiz ve duygusuz kalması, damlaya takılıp deryayı unutmasının ne büyük bir gaflet olduğunu Mevlânâ Hazretleri şu teşbih ile îzah eder:

O zamanlar Bağdat; büyük keşiflerin yapıldığı, ilim, irfan ve sanatta eşsiz bir medeniyet merkezidir. Ortasından şırıl şırıl akan Dicle Nehri’yle ilâhî sanatın müstesnâ bir sergisi durumundadır. Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Bir öküz, Bağdat’a gelir ve şehri bir baştan öbür başa kadar dolaşır. O dillere destan Bağdat şehrinde hoşlanılacak nîmetler olarak yalnızca çöplükteki kavun ve karpuz ka­buklarını görür… Zaten öküz ile eşeğin seyrine lâyık olan şey de; ya yola dökülüp saçılan saman­dır, yahut yolların kenarında biten çayır çimendir!”

İşte nefs-i emmârenin durumu da bundan farksızdır. O da dünyaya aldanarak âhireti unutur; ömrünü bayağı şeylerle oyalanarak ziyan eder, ulvî kıymetleri elden kaçırır, saâdeti sefâlet çarşısında arama hamâkatine saplanır.

Hazret-i Mevlânâ, böyle ham ve nâdan bir nefisten kurtuluşun zorluk ve meşakkatini, fakat nefis tezkiyesinin son derece hayâtî bir zaruret olduğunu, çünkü ebedî kurtuluşun buna bağlı bulunduğunu, yine müşahhas hâle getirerek şöyle hikâye eder:

NEFİS TEZKİYESİNİN ZARÛRETİ

“Ata binmiş bir emîr, ağaç altında uyurken ağzına kara bir yılan giren bir kişi görür. Bunun üzerine uyuyan adamı kurtarmak için, bütün mahâretini kullanmaya başlar. Adama var gücü ile birkaç kamçı vurur.  Adam, acıyla yerinden sıçrar ve dayak yediği emîrden kaçmaya başlar.

Emîr, adamın peşini bırakmaz, onu bir elma ağacının altında yakalar. Ağaçtan düşen çürük elmaları adama zorla yedirir. Bir taraftan da:

«–Ey dertli bîçâre, hepsini yiyeceksin! Bu çileye katlanacaksın!» der. Adamcağız ise, dehşet içinde:

«–Ey emîr! Ben sana ne yaptım? Bu zulmün sebebi ne? Canıma kastın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök! Seni gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!.. Ey Rabb’im, bu zâlimin cezâsını sen ver!..» diyerek lânetler yağdırır.

Fakat emîr, bu sözlere aldırmaz. Onu kamçılayıp koşturmaya devam eder.

Adamcağız, emîrin korkusundan ve kamçı acısından rüzgâr gibi koşmaya başlar. Artık adamcağızın yorgunluktan adım atacak tâkati kalmaz. Sıhhati bozulur, safrası kabarır ve kusmaya başlar.

Yediği her şey zoraki bir tazyikle ağzından çıkar. Nihâyet çürük elmalarla beraber, içindeki kara yılan da dışarı fırlayıverir.

Adamcağız, midesinden çıkan yılanın korkunçluğu karşısında dehşete kapılır. Derhal o sâlih emîrin önünde yerlere kapanır:

«–Hakîkaten sen, Cebrâil’in rahmeti gibi gelmişsin! Meğer benim velî-nîmetim olmuşsun! Seni gördüğüm zaman, ne mübârek zamanmış! Sen olmasaydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Cehâlet ve gafletim, sana karşı ne kadar saçma-sapan sözler söyletti bana. Onlardan dolayı beni affet! Söylediklerimi gafletime ver!»” der.

Emîr de der ki:

«–Eğer ben o vakit, senin iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi. Eğer sen, seni Cehennem’e sürüklemek isteyen o nefs canavarının mâhiyetini bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusarak o kara yılanı çıkarmaya...

Ben senden işittiğim uygunsuz sözlere sabrediyor, içimden de sürekli; «Yâ Rabbi! Yılanın çıkmasını kolaylaştır! Bu bîçâreyi halâs eyle!» diye duâ ediyordum. Sen bana acı şeyler de söylesen, benim gönlümdeki merhamet, seni o hâlde bırakmaya râzı olmadı. Çünkü benim fıtratım merhamet mayasıyla yoğrulmuştur.»”

İNSAN ARIYORUM!

Yine Mevlânâ Hazretleri, böyle gönülleri terbiye eden, ilâhî aşk ile kavrulan bir insan-ı kâmilin arayışı içinde olmuştur. Bu kâmil insan, ideal insan, toplumu îkaz ve irşâd edecek keyfiyetli insanın hasretiyle alâkalı olarak şöyle bir kıssa nakleder:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam:

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun... Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine… Yat, rahatına bak. Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de aramaktan zevk alıyorum! Onun hasreti bile bana zevk veriyor.» dedi.”

Demek ki aslâ yeis yok!.. Hasretinde ve arayışında dahî lezzet bulmak var...

Mevlânâ Hazretleri, belki burada Şems-i Tebrizî’yi de kastetmiş olabilir. Çünkü Şems’i bir ara kaybetti. Büyük bir hicran yaşadı. Sonra tamamen kaybetti, hep onun hasretiyle yaşadı. Derdini anlayacak, gönlündeki sır ve hikmetleri paylaşacak bir insan arayıp durdu.

Bizim, İmam Hatip Mektebi’nde hocamız olan Nurettin Topçu da Mevlânâ âşığı bir mütefekkirdi. Sosyoloji grubu derslerimize gelirdi. Onun, Hazret-i Mevlânâ’daki derûnî hâlleri id­râ­k hususunda insanların çoğunun ac­ziyet için­de ol­du­ğu­na dâir güzel bir tespiti vardır. Diyor ki:

“Biz Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp tâ suyun yüzüne ne vurduysa onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât, onu Mevlânâ zannediyoruz…”[1]

Bu vesîleyle diğer bir hocamızı da rahmetle yâd etmek istiyorum. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın sevgisini, biz daha talebeyken gönüllerimize aşılayanlardan biri de merhum Abdülkadir Keçeoğlu, yani meşhur sıfatıyla “Yaman Dede” olmuştur.

Kendisi, önceleri hristiyan iken daha sonra İslâm’la şereflenmişti. Bir edebiyat dersinde, hocası ona Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden birkaç beyit yazıyor. Onun üzerine gönlünde bir âlem kaynamaya başlıyor; neticede hidâyet nasîb oluyor.

Bizim zamanımızda İmam Hatip Mektebi’nde Farsça dersi vardı. Bizim Farsça dersimize gelirdi. Derste birkaç gramer mâlumâtı verir, ardından Mevlânâ Hazretleri’nin Farsça beyitlerinden birini tahtaya yazar ve onu gözyaşları içinde uzun uzun şerh ederdi.

Bir gün kendisine bir arkadaşımız:

“‒Hocam siz Mevlânâ’dan niçin bu kadar çok bahsediyorsunuz.” diye sordu.

“‒Oğlum dedi, benim elimden Mevlânâ tuttu. O beni alıp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birini bu kadar anmam az bile!..” dedi.

Hattâ Rasûlullâh Efendimiz’e duyduğu derin muhabbetini ifade eden, son derece içli ve yanık bir naati vardır:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlâllah

Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Rasûlâllah

Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah…

MEVLANA HAZRETLERİNİN NASİHATLERİ

Hazret-i Mevlânâ’nın hikmetli nasihatlerinden birkaçıyla bitirelim sohbetimizi. Hazret buyuruyor ki:

  • “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”
  • “Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay. (Bir baltayla toz duman edebilirsin.) Fakat nefs putunu kırmayı kolay sanmak, cehâlettir, cehâlet! (Zira o, hileleri ile bir tilki misâli kendini gizler de kıracağın nefs putunu göremezsin!)”

“Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve azîz Peygamberimiz’in sünnetine uy da, ten Ebû Cehl’inden ve nefsânî isteklerden kurtul...”

  • “Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve nemli yerlerde açar!”
  • “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin.”

  • “Ey kardeş, bedenin, kemik ve etten ibâret. Bu, hayvanlarda da aynı. Fakat sen, tefekkür ile hayat bulmalısın. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.”
  • “Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?..”
  • “Aklım kalbime; «Din nedir?» diye sordu. Kalbim de aklımın kulağına eğilerek; «Din, edepten ibârettir!» dedi.”
  • “(Sâlih) insanlarla dost ol (ki sâdıklar kervanı çoğalsın). Çünkü bu kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin (isyankârların) beli o kadar kırılır.”
  • “Ne kadar zengin olursan ol, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Testiyi denize daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.”
  • “Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
  • “Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ona düşman olanlara ölüm, korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”
  • “Hak dostu bir kişiye bende olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.”

Dipnot:

[1] Nuret­tin Top­çu, Mev­lâ­nâ ve Ta­sav­vuf, s. 139.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gençlerle 12 Soru-Cevap, Erkam Yayınları