Mehmed Akif'in Merhamet Dolu Yüreği

Dertli şair Mehmed Akif Ersoy, Safahat’taki üçüncü şiiri “Hasta”da, hastalanmış bir çocuğu şiirler âdeta resmederek anlatıyor. Bir çocuğun diliyle Akif'in haykırışı...

Gün içinde hepimizin başından pek çok hâdise geçer. Hayat, tabiri câizse, sürprizlerle doludur; sükûnet hayatın özüne terstir. Sevinçler, üzüntüler, doğum ve vefat haberleri, evlilikler, ayrılıklar, hastalık ve şifâ haberleri… Herkes, kendi gönül dünyasına göre algılar, etrafında olup biteni... Gönlünün güzelliğine göre insanların sevinciyle sevinir, üzüntüsünü ise tâ derûnunda hisseder. Bu hâli anlatan en güzel kelime, herhâlde “diğergâmlık”tır.

Âkif’in şiirlerine baktığımızda, yoğun olarak bahsettiğini gördüğümüz vasıf, diğergâmlıktır. O, bir eşeği dövülürken görünce vücudundan kanlar akan Bâyezîd-i Bistâmî misâli, bir derdi olan insanın âdeta etine ve kemiğine bürünür. Onun acısını gözleriyle içine çeker, tâ içinde hisseder ve yanar. Bizim görüp de “vah vah” diyerek geçtiğimiz pek çok şey, Âkif için bir yangındır ve bu yangında bir nebze olsun nefes alma vesîleleri, şiirleridir.

Dertlidir Âkif, dertli olduğu için kıymetlidir. Yanmadan yürekleri yakmamıştır; samimiyet, belki onun en büyük farkıdır. Fark etmiş, fark ettirmiştir; unutulup gidecek hikâyeleri zihinlere nakşetmiştir. Bir daha aynı hüzün yaşanmasın diye belki… Belki, tedbir alınsın diye, belki de bir insan hiçliğe gömülmesin diye…

İşte Âkif’in duygulu yüreğini gözler önüne seren şiirlerden biri olan Safahat’ın üçüncü şiiri “Hasta”, şiirin başındaki hâşiyeden de anlaşılacağı üzere, bir mektepte geçmektedir. Bu olayın şâhitlerinden biri olan Âkif, olayı şiirleştirerek anlatmaya başlar:

-Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;

Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz,

Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde!

Çocuğun hâli fenâlaştı, şu son günlerde.

Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,

Bu da gelmez mi, dedim: “Kim dedi, oğlum, sana gel.

Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan,

Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.”

O zamandan beridir zaafı terakkî ediyor;

Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor.

Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin

Olmuyormuş azıcık dindiği...

Veremin son safhalarında bir talebe ve idârenin doktorla istişâresi... Artık ölüme bu kadar yaklaşmış, hayatının baharındaki bu delikanlının usûlen muâyene edilmesi gerek... Hikâyenin en başında hüznü hisseden bizler, devam eden mısralarda, olayın sandığımızdan daha hazîn olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz.

-Ben zâten işin,

Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu...

Bana ihtâra ne hâcet, a beyim, şimdi bunu

Maamâfih yeniden bir bakalım dikkatle:

Hükmü kat’î verelim, etmeye gelmez acele

-Çağırın hastayı gelsin.

-Kapının perdesini

Açarak girdi o esnâda düzeltip fesini,

Bir uzun boylu çocuk... Lâkin o bir levha idi!

Belki sıradan bir insan bize olayı anlatsa, çok hastaydı, deyip geçecekti. Fakat hâdisenin şâhidi, Âkif’ti. Merhamet dolu yüreği, gördüğü manzara karşısında parça parça dökülürken, veremin gencecik bir vücutta yaptığı yıkım, rûhuna diz çöktürmüştü. Belki o sırada büyük bir dirâyetle metîn duran Âkif, mısralarında gözyaşları döküyor, manzarayı bizim gördüğümüzden göreceğimizden çok daha derin bir şekilde bize seyrettiriyordu.

Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî:

Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;

Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.

O şakaklar göçerek cebheyi yandan sıkmış;

Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış!

Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb

O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!

O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;

Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!

Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;

İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.

Âkif’in ebediyen unutamayacağı rikkat levhası, işte karşısında duruyordu. Aslında ölüme çok yaklaşmış bu çocuğa ümit verircesine yapılan muayene, yürekleri daha da burkuyordu.

Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinleyelim...

Soyun evvelce fakat...

-Siz soyunuz, yok hâlim!

Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman

Aldı bir heykel-i üryân-ı sefâlet meydan!

Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti

Yoktu. Zannımca tabîbin coşarak merhameti,

“Bakmasak hastayı nevmîd ederiz belki” diye;

Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye:

-Öksür oğlum... Nefes al... Alma nefes... Oldu, giyin;

Bakayım nabzına... A’lâ... Sana yavrum, kodein

Yazayım; öksürüyorsun, o, keser, pek iyidir…

Arsenik haplar al, söylerim eczâcı verir:

Hadi git, kendine iyi bak...

Çıplak bir sefalet heykeli olan, kemik külçesi hâline gelmiş çocuk, usûlen dinlenmişti. Hastalıktan değil soyunmaya, yaşamaya bile hâli kalmamış çocuğun son durağı, artık pek yaklaşmıştı. Gencecik bir fidan kuruyup gidiyor, kayıp gidiyor ellerden ve durduramıyor hiçbir kuvvet... Ne hazin!

Şiirin devam eden mısralarında, doktor, hastanın gidici olduğunu ve mektepten yollanması gerektiğini bildirir. İşin en zor kısmı ise, çocuğu yuva bildiği yatılı mektepten yollamaktır. En fazla bir hafta ömrü kalan hasta gönderilirse, yalnız başına ölecek, mektepte kalırsa ise, vefatının akabinde hastalık diğer öğrencilere sirâyet edecektir. Muallimler zor olan kararı verir ve mecbûren çocuğu mektepten göndermeyi seçer. Fakat iş, bunu hastaya söylemektedir. Zira hayat, bu hasta çocuk için zannedilenden daha zordur. İşte burada çocuğun diliyle Âkif’in haykırışı başlar:

Hastanın gitmesi herhalde muvâfık olacak.

“Sana tebdîl-i havâ tavsiye etmiş doktor;

Gezmiş olsan açılırsın...” diye bir fikrini sor:

“-İstemem!” der o, fakat dinleme, iknâ’a çalış:

Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış.

***

-Şimdi tebdîl-i havâ var mı benim istediğim

Bırakın hâlime artık beni rahat öleyim!

Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün

Daha katlansa kıyâmet mi kopar! Hem ne içün

Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden,

“Öleceksin!” diye kovmak? Bu kovulmaktır. Ben,

Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum?

Etmeyin, sonra sokaklarda perîşân olurum!

Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;

Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü:

Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek

Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek!

Kardeşim, kurduğun âmâli devirmekte ölüm;

Beni göm hufre-i nisyâna, ben artık öldüm!

Hava değişikliği bahanesiyle yollanacak hasta, elbette ki bu bahaneye kanmayacaktır. İçi ve dışı yaralarla dolu bu hasta çocuk, gönderilme teklifiyle hiç ummadığı yerden en derin yarayı almıştır. Öksüz ve yetim olan çocuğa sırtını dayamış bir kardeşi de vardır. Küçüklüğünden beri yaşadığı bütün dert ve sıkıntılar, mektep bitip mesleğini eline alınca sona erecek, güzel bir hayat kardeşiyle ikisinin önüne serilecektir. Fakat kader öne geçmiş ve onu emellerinden geri çekmiştir. Kardeşine düşen ise, abisini unutulmuşluk çukuruna gömmektir.

Şiir devam ettikçe haykırış şiddetini artırarak devam eder ve yorgun iniltilerden gönle düşen çığlıklara dönüşür. Ve en son şu nidâ ile okuyanı gözyaşlarına boğacak son darbeyi vurur:

Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,

Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim,

Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim!

Heyhât, mazi geçmiştir ve gelecek ise pek görünmemektedir. Artık verem olduğunu ve durumun felâketini kabullenen bu acılı ruh durulur ve hazîn sonla neticelenecek olan dönüşsüz yolculuğu başlar:

Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna

Dayanıp çıktı o bîçâre sefâlet yoluna

Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem,

Onu teb’îd edecek paytona yaklaştı “Verem!”

Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,

Öptüler girye-i mâtem dökerek gözlerini;

Belki bu gidiş esnasında Âkif’in kime kızacağını bilemeyen yüreği, ister istemez kendine sitem ediyordu. Çocuk öyle değersizcesine yollanıyordu ki; o artık insan değil, veremdi. Ve yine en büyük vefâyı, gencecik büyük yürekler gösteriyor, saç gibi kirpiklerle kapanmış mahzun gözlerini öpüyorlardı.

Hasta ve bîçare can, şiiri derin bir sitem vasfında olan vasiyetiyle bitiriyordu:

-Çekiver doğruca istasyona...

-Yok yok, beni ta,

Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki: Gurebâ,

-Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada-

Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!

Büyük şâir, büyük ruh Âkif, unutulmuşluğa terk edilmiş bu canı, bu zavallı hastayı şiiriyle unutulmaz kılarak ona vefâ borcunu bir nebze olsun ödemiş oldu. Çocuğun mezarı şimdi nerdedir bilinmez. Peki ya kardeşi? O da meçhul. Ama bu şiir, her okunduğunda belki de hasta çocuk, unutulmuşluk çukurundan biraz daha çıkacak ve okunan Fâtihalarla ebedî âlemde ferahlayacaktır.

Kaynak: Zeynep Duman, Şebnem Dergisi, 139. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.