Maskeli Medeniyet Dünyamızı Ne Hale Getirdi?

Düşmanı bu topraklara uğratmamak, mâbedinin göğsüne nâ-mahrem eli değdirmemek, dînin temeli olan ezanları susturmamak için gözünü kırpmadan şehid olan dedelerin torunları kendilerini muhasebe etmeliler… O şanlı ecdâdın torunları; bugün, kalp ve inanç olarak, beyin ve düşünce olarak, vicdan, şekil ve davranış olarak kime benzemektedir?

İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan ve bu esnadaki tetkikleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilâtı hakkında yedi ciltlik bir eser yazan Mouradgea d’Ohsson anlatır:

“Osmanlı Türkleri; diğer fazîletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibarıyla da şâyân-ı takdirdirler. Onların medh ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sâdık olmalarıdır. Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti sû-i istîmal ile bir kısım insanların saflığından istifadeye kalkışmak ve istismâr etmekten büyük bir vicdan azabı duyarlar. Kendi aralarındaki bütün muâmelelerine yerleşmiş bulunan bu kemâli; hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayr-i müslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Çünkü onlar, her türlü gayr-ı meşrû kazançları İslâmiyet bakımından haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne de âhirette hiçbir hayrı olamayacağına kat‘î sûrette îmân ederler.”

Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu itirafı yapmaktan kendini alamaz:

“Dostum M. W.’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak sûretiyle otuz fersah gittikten sonra, ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. (…) İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde, parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu…”

Gerek tarihe hükmeden ilâhî tedâvülün cilvesi, gerekse İslâm’ın bayraktarlığını yapacak ideal nesillerin şanlı mâzîmizdeki gibi yetiştirilememesi sebebiyle; son asırlarda müslümanlar, yeni ufuklar ve yeni gönüller fethinden geri kaldı ve mevcut hudutlarını müdafaa ve muhafaza derdine düştü.

Okumuş-yazmış muhitindeki bozukluğa rağmen, halkın îman ve mâneviyatı hâlâ şehâdet aşkı ile dopdolu olduğundan, bu kudretli iradenin son savleti de muhteşem oldu.

ÇANAKKALE ZAFERİ

Avustralya’dan Hindistan’a Büyük Britanya, Fransa ve İtalya’nın önce deniz sonra kara yoluyla geçmek için çelik zırhlı bir duvar şeklinde ufacık bir karaya saldırdığı bu harpte, milletin sadece îman dolu kalpten ibaret bir serhaddi vardı. Fakat o serhaddi canı pahasına korudu. «Çanakkale geçilmez!» dedirdi.

Çanakkale Harbi’nde bir Mehmetçiğin mektubundaki şu satırlar, Bedir’den beri değişmez gayeyi hulâsa etmektedir:

“Ey benim ulu Allâh’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, Sen’in ism-i celâlini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde Sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin eyle, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..”

Yine esirlere gösterilen insanî muâmelenin şahidi bir Anzak askerinin beyanı:

“Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türklerin cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım. Kendime geldiğimde Türklerin arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkleri çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedavi etmişler. Hiçbirinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikrâm ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdeta bir misafir gibiydim. Artık içimden; «Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizlere!» diyordum.”

Son asırlarda teknik kuvveti eline geçirerek hâkim güç hâline gelen sözde medeniyet ise, muzaffer İslâm ordularının sergilediği insaniyet bir tarafa, en temel harp hukuku kaidelerini dahî hiçbir zaman göstermedi. Gösterdiği vahşetle; «Bu bir Avrupalı!» dediren, yırtıcı, his yoksulu, sırtlanların yaldızlı, maskeli medeniyeti bir başka tabirle;

VAHŞÎ MEDENİYET…

Dün Endülüs’te, Balkanlarda, Kırım’da, Orta Asya’da, Afrika’da bugün de Orta Doğu’da, Suriye’de, Arakan’da, Afganistan’da, Keşmir’de… Müslümanların mazlum ve mağdur kaldığı her yerde, en acımasız şekilde saldırdılar; bebek, kadın, ihtiyar demeden kan döktüler; ırza tasallut ettiler, camileri çiğnediler. Zalimi himaye ettiler, mazlumu görmezden geldiler.

Petrol elde etmek için, mazlum kanı dökmeyi mubah saydılar. Bîçare Afrikalıları gemilere doldurup köle olarak Amerikalara götürdüler. Yediklerinden değil, hayvanlarına verdiklerinden yedirdiler. İnsan muâmelesi yapmadılar.

Mehmed Âkif’in hissiyatıyla:

Tükürün Ehl-i Salîbin o hayâsız yüzüne,

Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne,

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün

Tükürün maskeli vicdânına asrın tükürün!

Bu maskeli medeniyet; kendi dünyalarında da zengini daha zengin, fakiri daha fakir kılan kapitalizmi terviç etti. İnsanları kredi ve fâiz borçlarını ödemek için sonu gelmez bir fâsit daire içinde çalışmaya mahkûm birer gönüllü köle hâline getirdi.

Hoyratça nefsânî hürriyet ile aileyi tefessüh ettirdi, toplumu uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, her şeyiyle şiddete dûçâr bir hâlde bıraktı. Kadını rezil bir ticarî metâ hâlinde, sokakların zebûnu eyledi.

Maskeleri îcabı;

Televizyon, sinema, medya ve internet vasıtasıyla, dünyaya sefâletlerini saâdet olarak takdim etmek rezâletini de irtikâp ettiler.

Maalesef, bu sahtekâr yollarla; Çanakkale’den de geçtiler, evlere girdiler, ceplere girdiler, işyerlerine girdiler, kalpleri ve beyinleri işgal ettiler.

Düşmanı bu topraklara uğratmamak, mâbedinin göğsüne nâ-mahrem eli değdirmemek, dînin temeli olan ezanları susturmamak için gözünü kırpmadan şehid olan dedelerin torunları kendilerini muhasebe etmeliler:

O şanlı ecdâdın torunları; bugün, kalp ve inanç olarak, beyin ve düşünce olarak, vicdan, şekil ve davranış olarak kime benzemektedir;

KİMİN İZİNDEDİR?

Dün Allah, vatan, ittihad ve namus için canfedâ eden yiğitlerin torunlarında, aynı mefhumlar, aynı tazelikte mevcut mudur? Yoksa içleri boşaltılmış ve başka yabancı fikirlerle mi doldurulmuştur?

Dün esirine, kölesine sahip olduğunun en iyisini ikram eden, yediğinden yediren, giydiğinden giydiren fedâkâr ve cefâkâr neslin evlâtları, bugün emri altındakilerin alın terinin karşılığını vermekte hangi ölçü üzeredir?

Dün gayr-i müslimleri dahî aldatmaktan çekinen o esnafın bugünkü emsâli; helâl-haram, Allah ve kul hakkı konusunda aynı hassâsiyeti muhafaza edebilmekte midir?

Dün Çanakkale’de kenetlenen o millî birlik ve beraberlik, o ittihad şuuru, o kardeşlik heyecanı bugün hangi kıvamdadır?

Dünyayı inleten bin bir mazlumun sessiz feryat ve ızdırâbını yüreklerinde ne kadar hissedebilmektedir?

Bugün Suriye’de ve benzeri ateş çemberi yerlerde perişan vaziyetteki kardeşlerimize gönlümüzü ne kadar uzatabiliyoruz?

Afrika, Balkanlar ve Orta Asya benzeri maddî-mânevî açlık çeken coğrafyalara ulaşma heyecanı husûsunda ashâb-ı kiram ve fâtihan ecdâdımızın ufkunu ne kadar paylaşıyoruz?

«Hudûdullâh»ı aşmama ve aştırmama mes‘ûliyetimizin neresindeyiz?

Rabbimiz bu suallerin cevabını müsbet ve hayırlı bir şekilde verebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Bu mazhariyet için tek çare;

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini hayatımıza tatbik etmek, O’nun hissiyat ve rûhâniyetinden hisse almak yolunda, ashâb-ı kiram ve ecdâdımız gibi bir şevk ve iştiyak içinde olmamız.

Yâ Rab… Bizleri ve nesillerimizi Hakk’ın ve hakikatin şahitleri olarak, insanlığa İslâmiyet’in adâlet, zarâfet ve merhamet dolu güler yüzünü anlatabilen tebliğ ve hizmet ehli kullarından eyle…

Yâ Rab… Bizleri Zâtın için ve ümmet-i Muhammed’in mazlum ve bîçâreleri için gözyaşı ve alın teri döken, geceleyen, sabahlayan, dert ehli, vicdanlı, rakîk mü’minlerden eyle!..

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2013 Ay: Mart Sayı: 97

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.