Kur'an'ı Tefsir Ederken Yapılan Hatalar

Kur’ân-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın kullarını hidayete erdirmek için gönderdiği son kitabıdır. Bu sebeple kıyamete kadar gelecek bütün insanların ihtiyacını karşılayacaktır. Bunun için her devirde onun tefsiri yapılmakta, ihtiva ettiği manalar anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ancak onu tefsir ederken insanların bir kısım hatalara düştüğü görülmektedir.

Kur'ân'-ı Kerim'i tefsir ederken yapılan bazı hataların belli başlıları şunlardır:

1. Önyargı, Mezhep ve Fırka Taassubu

Kur’ân âyetlerini tefsir ederken en fazla düşülen hata, meseleye bir takım önyargı ve peşin hükümlerle yaklaşmaktır. Bu tavır, büyük oranda sübjektif davranmayı beraberinde getirmektedir. Bilhassa siyâsî, îtikâdî ve ideolojik fırkalara mensup kimselerin yorumlarına büyük oranda tarafgirlik hâkimdir. Herhangi bir rivayete dayanmayan ve şahsî re’yle yapılan bu tür tefsirlerde kişi, önceden bir manaya inanmakta, daha sonra Kur’ân’ın lafızlarına bu anlamı yüklemeyi istemektedir.[2]  Bunun örnekleri pek çoktur. İki misal verelim:

İbn Ömer hâricîleri en şerli insanlar olarak görür ve sebebini de “Onlar kâfirler hakkında inen âyetleri mü’minlere uyguluyorlar” diye açıklardı.[3] Hâricîler bunu mezhebî taassupları sebebiyle yapıyorlardı. Kâfirlerden bahseden âyetleri mü’minlere tatbik etmek doğru değildir, ancak mü’minler bu âyetlerden ibret almalı ve ona göre hallerini düzeltmelidirler.

Siyâsî emeller için âlimleri ve İslâmî ilimleri kullanarak insanları yönlendirmek, taraftar toplayıp güç devşirmek, tarih boyunca Müslümanların zarar gördüğü en tehlikeli taktiklerden biri olmuştur. Tanzimat döneminde siyasî emellerini gerçekleştirmek isteyen bir takım güçler, ulemâyı harekete geçirebilmek için âyet ve hadisleri hatalı bir şekilde yorumlayarak indî yorumlar yapmışlardır.[4] Buna bir örnek olarak Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye vekili Köprülü Şeyh Aliefendizade Hoca Muhyiddin’i (ö. 1930) verebiliriz. O, hicrî 1314’te Sultan II. Abdülhamid’e takdim ettiği 12 sayfalık arizada[5] şöyle der: “Daha ulema sınıfı neşriyata başlamadı. Bir kere zebân-ı sihr-beyanımız söze başlarsa siyasi tefsir kılıklu ahkâm tebliğine besmele-keş olursak âlem hayrette kalır. Maksad pek kolaylaşır. Halk ulemaya bakar. Kütüb-ü ilmiye ve şerʻiyeden istediklerinizi çizdiniz, lâkin kulûb-u ümmetten «İnnel-Ulemâe veresetü’l-enbiyâ»[6] hadis-i şerifini silemediniz.”[7]

2. Tefsîr Şartlarına Riâyet Etmemek

Bir ilmin usûl ve kâideleri, bir binanın temeli gibidir. Bina ancak sağlam bir temellerle ayakta kalabilir.[8] Tefsir ilminin de bir takım usul ve kâideleri vardır. Tefsir için belirlenen şartları gereksiz gören bazı insanlar kendi bilgi birikimleri ve kültürleri istikametinde yorumlar yaparak, Kur’ân lafızlarını müsait olmadıkları manalarla tefsir etmişlerdir.

Mesela Kur’ân’ın sünnet ile tefsirini dikkate almayan bir yorumcu, belli şartlarda hırsızın elinin kesilmesini emreden âyeti[9], “kökünden değil, iz bırakacak şekilde elini kesip kanatınız”, “hırsızların, hırsızlık yapma güçlerini ortadan kaldırınız, kesiniz, engelleyiniz” şeklinde yorumlayabilmiştir.[10] Tefsir usul ve kâidelerini ve Kur’ân ilimlerini dikkate almayan, sırf Arap diline dayanan bu tür yorumlar, Kur’an’ın kimin kelâmı olduğunu, kime indiğini ve muhatabın kim olduğunu hiç dikkate almamıştır.

Ulûmu’l-Kur’ân konusundaki bilgi eksikliği de tabiî olarak tefsir ve te’vilin şartlarına riayet etmemeyi beraberinde getirmektedir. Bu da sonuçta yorum hatalarına ve ihtilaflara yol açmaktadır. Şu rivayet bunu açıkça ifade etmektedir: Hz. Ömer (r.a) bir gün yalnız kalmıştı. Kendi kendine “Peygamberi bir olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilafa düşecek?” diye düşünmeye başladı. İbn Abbas’ı çağırtıp:

“–Peygamberi bir, kıblesi aynı olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilafa düşecek?” diye sordu. İbn Abbas:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, Kur’ân bize indirildi ve biz onu okuduk, ne hakkında nâzil olduğunu bildik. Bizden sonra insanlar gelecek Kur’ân’ı okuyacaklar ama ne hakkında indiğini bilmeyecekler, bu sebeple onun hakkında kendi görüşleri oluşacak. Onların her birinin Kur’an hakkında görüşleri olunca da ihtilaf edecekler, ihtilafa düşünce de birbirleriyle mücadeleye ve savaşa girişecekler” diye cevap verdi. (Bu cevabı beğenmeyen) Hz. Ömer onu tersledi ve azarladı. İbn Abbas da oradan gitti. Ömer onun sözü üzerinde bir müddet düşününce ne demek istediğini iyice anladı. Hemen İbn Abbas’ı çağırtıp “Sözünü bana tekrar et” dedi, o da önceki sözünü tekrarladı. Ömer (r.a) onun sözünün manasını idrak etti ve bu izah çok hoşuna gitti.[11]

3. Modernist, Tarihselci ve Sembolik Yaklaşım

Batının bilim ve teknoloji alanında hızla ilerleyip müslüman dünyanın geri kalması, bir kısım insanları farklı düşünce ve arayışlara sevketmiş, Kur’ân yorumunda modernist yönelişlerin çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar İslâm’ın rasyonel bir din olduğunu, geçmiş tatbikatı bir tarafa bırakıp İslâm’ı bugünün de dini kılacak çalışmalar yapmak gerektiğini söylemişlerdir. İman zaafı sebebiyle Pozitivizmin tesirinde kalan bu insanlar, Allah’ın peygamberleriyle ilgili harikulade hâdiseleri, melek ve cin gibi tecrübe alanına girmeyen görünmez varlıkları ve İslâm’ın mevcut beşerî sistemlerle uyuşmayan bazı emir ve yasaklarını tevil veya inkâr yoluna gittiler. Eskiden beri görülegelen bu tehlikeli görüşü savunan pek çok insan var günümüzde.

Örnek olarak es-Siyâsetü’l-Üsbûiyye[12] dergisinde “Mısır Kanunları ve İslâm Fıkhıyla Bağı” ismiyle neşredilen bir makalede hırsızlık ve zina haddinin farz olmayıp ibaha ifade ettiği söylenerek, böylece İslâmî hükümleri kabul etmenin önündeki büyük engellerden birinin aşıldığı söylenmiştir. Hâlbuki bu görüş, Kitab’a, sünnete ve Arap lügatine uymayan fasit bir tevildir.[13] Diğer bir örnek: Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ, Nisâ sûresinin 1. âyetinde bahsedilen, bütün insanların kendisinden yaratıldığı “tek nefs”in müphem bırakıldığını, bu sebeple kendilerinin de tefsirde bunu müphem bıraktıklarını söylerler. Eğer Avrupalı araştırmacıların söylediği her insan ırkının bir atası olduğu iddiası ispatlanırsa bu durumda bizim kitabımızı eleştirme imkânları olmayacağını, Tevrat’ın ise bu konuda sarih nassı olması sebebiyle tenkit edilebileceğini savunurlar.[14] Yani Avrupalı araştırmacıların her ırkın ayrı bir atası olduğu teorisi ile âyeti tefsir ederek batılılar karşısında küçük düşmeme ve tenkide uğramama gayreti içine girerler.

Hâlbuki en-Nisâ 4/1 ve el-Hucurât 49/13’te insanların tek bir erkek ve dişiden yaratıldığının söylenmesi, sonra bütün insanlara “Âdemoğulları” diye hitap edilmesi ve Âdem ile eşi için “anne-babanız” denilmesi[15] Abduh ve Reşîd Rızâ’nın görüşünün yanlışlığını ortaya koyan sarih naslardır. Günümüzde yapılan ilmî keşifleri son nokta olarak görmek veya bilimin teorilerini ispatlanmış gerçek bir bilgi gibi telakki etmek bazı müfessirleri bu tür hatalara sürükleyebilmektedir.

Çağdaş İslâm modernistlerinin en önemli ortak noktası, Kur’an’a tarihselci ve sembolik yaklaşımları olmuştur. Onlar Kur’an’ı; ekonomik, sosyal ve siyasal tesirlerin ortaya çıkardığı bir metin olarak görmüş ve onun belli bir zaman ve çevreye ait olduğunu söylemişlerdir. Modernist ve tarihselcilerin eserleri incelendiğinde, onların dil oyunlarına dayanan oldukça göreceli, tahminlere dayalı ve keyfilik arz eden sembolik ve metaforik izahlarla, gaybî haberler içeren âyetlerin içini boşaltmayı hedefledikleri anlaşılmaktadır. Hâlbuki dilde lafızların hakiki anlamı esastır. Delilsiz olarak hakiki manayı terk etmek doğru değildir. Mecelle’de “Kelâmda aslolan mânâ-yı hakîkîdir” denir.[16] Hakikat asıl, mecaz ise onun halefidir. Asıl dururken halefe bakıl­maz. Fakat lafızdan hakikî mânânın anlaşılması imkânsız olursa, o zaman mecâzî mânâ­sına bakılır. Zira sözün bir mânâ ifade etmesi, mânâsız sayılmasından hayırlıdır. Muhammed Zâhid el-Kevserî (ö. 1952) şöyle der:

“Hak ehli âlimleri arasında, zâhirî mânâları müstehîl/imkânsız olmadıkça, nassları tevil eden hiç kimse yoktur. Bu yüzden hak ehlinin kitaplarında bu hususun şu şekilde tasrih edildiğini görürsün: «Nasslar zâhirî mânâlarına hamledilir. Bu zâhirî mânâları bırakıp da nassları, Bâtınîlerin ileri sürdüğü mânâlara hamletmek ilhaddır. Nassları reddetmek küfürdür».”[17] Zira Bûtî’nin (ö. 2013) dediği gibi, her araştırmacı ve okuyucunun, sözü, hakîkî mânâsından çıkarıp farklı mecâzî mânâlara çekerek hoşuna giden birini seçmesi câiz olsaydı, dil felce uğrar, kelimeler mânâlarını kaybeder ve insanlar ne anlayacaklarını bilemez, şaşkın vaziyette kalırlardı.[18]

4. Savunma Psikolojisi

Müsteşriklerin İslâm’a yönelttiği eleştiri ve ithamlar, bazı müfessirleri savunma psikolojisine sokarak, âyetleri yanlış yorumlamaya sevketmiştir. Meselâ Abduh-Rızâ Allah Rasûlü’nün (s.a.v) yaptığı bütün savaşların savunma savaşı olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre İslâm’da savaş, müslümanlarla savaşan ve onların din özgürlüğünü tehdit eden kişilerle sınırlıdır ve bunun dışındaki kişilere karşı savaş açılmaz.[19] Bu şekilde tefsir yapanlar, İslâm’ı savaşçı ve barbar göstermek isteyenlere bir tepki olarak onun sadece savunma harbine müsaade ettiğini ileri sürüyor olmalıdırlar.

5. Aklîleştirme Gayreti

Günümüzde iyice yaygınlaşan ve her şeyi aklî ve bilimsel olarak izah etmeye çalışan bir anlayış, zaman zaman müfessirleri tesiri altına alabilmektedir. Nitekim Abduh-Rızâ, prensip olarak mucizeyi kabul etmekle birlikte hissî mucize devrinin Peygamberimizle birlikte bittiğini iddia etmiş ve Kur’ân’daki pek çok mucizeyi aklîleştirip tabiî sebepler dairesinde izah etmeye çalışmışlardır.[20] Mustafa İslamoğlu, Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan cinler[21] için “Burada Hz. Süleyman’ın emri altında çalışan «cin gibi ele avuca sığmayan», «cin fikirli» birileri kastedilse gerektir” notunu düşmüştür.[22] Bu da görünmeyen varlıkları aklîleştirme gayretinden başka bir şey değildir.

6. Orijinal Görüş Ortaya Koyma Hevesi

Kimsenin söylemediği, insanlara farklı ve câzip gelecek, böylece onların dikkatini çekecek şeyler söyleyerek şöhrete kavuşma arzusu da pek çok insanı yorumda hataya sevketmiştir. Meselâ Bayraktar Bayraklı tefsirinin önsözünde şöyle der: “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur’an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.”[23]

Yine kimsenin söylemediği bir söz söyleme hevesiyle yanlış yorumlara düşen Hasan Elik de: “…konumuzla ilgili olan ayetleri incelediğimizde, müfessirlerin çoğunun hilâfına bir kanaate ulaştık ki o da şudur…”[24] diyerek, tefsir gibi ciddî bir araştırmada, son derece indî davranabilmiştir.

Kimsenin söylemediği bir şeyi söylerken çok dikkatli olmak gerekir. Zira hatalı olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. “Cumhûra muhâlefet kuvve-i hatâdan ileri gelir” denilmiştir. İmam Züfer (ö. 158/775): “Ben biriyle tartıştığımda o susuncaya kadar değil, aklını kaybedinceye, cinnet getirinceye kadar tartışırım” demişti. Kendisine “Tartıştığın kişi nasıl cinnet getirir?” diye sorulunca “Kimsenin söylemediği bir sözü söyler!” cevabını verdi.[25]

7. Kur’ân ve İslâm Hakkında Şüpheler Uyandırma İsteği

İnsanların zihninde Kur’ân ve İslâm hakkında şüpheler uyandırmak isteyen bazı kimseler kasıtlı olarak sûiniyetle yanlış yorumlar yapmışlardır. Bununla da gayr-i müslimlere hizmet etme, insanları İslâm’dan ve Kur’an’dan soğutma hedefini gütmüşlerdir. Nitekim bazı muasır zevât, “Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, «Arz’a muhakkak benim sâlih kullarım varis olacaktır» diye yazmıştık”[26] âyetini, “Yeryüzünü, hangi dinden olursa olsun, hangi mezhepten gelirse gelsin ancak onu imar etmeye uygun olan kimselerin imar edeceği” şeklinde tefsir etmişlerdir.[27] Abdullah el-Gumârî’ye (ö. 1993) göre bu tevilden maksatları Batı sömürgeciliğini desteklemek ve “Kur’an onların dünyaya vâris olacağını haber veriyor” diye onlara karşı olabilecek mukavemeti kırmaktır.[28] Hâlbuki bu âyetteki “arz”, cennet veya Allah’ın mü’minlere vaad ettiği ve ümmet-i Muhammed’in kâfirlerden fethedeceği topraklar olarak tefsir edilmiştir.[29]

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerim kıyamete kadar gelecek bütün insanlara hitap ettiği için onun bir kısım âyetlerinin zamana göre yorumlanması kaçınılmazdır. Bunu yaparken hataya düşmemek için tefsir ilminin usûl ve kâideleriyle zamanın gereklerini bir noktada buluşturmak gerekmektedir.

DİPNOTLAR

[1] Dr. Öğr. Üyesi Murat Kaya, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı. muratkaya43@gmail.com

[2] Muhammed Hüseyin Zehebî, el-İtticâhâtü’l-münharife fî tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm -Devâfiuhâ ve defʻuha- (Mektebetü Vehbe, 1406/1986),  20.

[3] Buhârî, İstitâbe, 6; İbn Hacer el-Askalânî, Tağlîku’t-taʻlîk alâ Sahîhi’l-Buhârî, thk. Saîd Abdurrahman Musa (Beyrut, el-Mektebetü’l-İslâmî, 1405), 5: 259.

[4] İsmail Kara, “Ulema-siyaset ilişkilerine dair önemli bir metin: Muhalefet yapmak/Muhalefete katılmak”, Dîvân: İlmî Araştırmalar 3/4 (1998/1): 1-25.

[5] BOA, Yıldız Esas Evrakı, 23 / 71 / 12 / 9.

[6] “Şüphesiz âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641)

[7] Şeyhalizâde Fâtih mezunlarından Hoca Muhyiddin, “Fî 28 Cemaziyelâhir sene 1314 tarihinde Zât-ı şâhaneye takdim kılınan arîza”, Kanun-i Esasi 2 (23 Receb 1314 / 28 Kanunievvel 1896): 3.

[8] Mahmûd Muhammed Yakub Tahir, Esbâbu’l-hata’ fi’t-Tefsîr (Dâru İbni’l-Cevzî, 1425), 85.

[9] el-Mâide 5/38.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri (İstanbul, Bayraklı Yay., 2001-2006), 6: 22-23.

[11] Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Fedâilü’l-Kur’ân, thk. Mervân el-Atıyye ve dğr. (Dımeşk, Dâru İbn Kesîr, 1415/1995), 102-103.

[12] 6/7 (20 Şubat 1937): 6.

[13] Zehebî, el-İtticâhâtü’l-münharife, 95-97.

[14] Abduh-Rızâ, Menâr, 4: 266.

[15] el-Aʻrâf 7/26-27, 31, 35, 172, 189.

[16] Mecelle, 12. madde.

[17] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nazratün âbira fî mezâimi men yünkiru nüzule İsa (a.s) kable’l-âhira (Kâhire: Dâru’l-Cîl, 1408/1987), 124. Krş. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, haz. İbrahim Subaşı (y.y., ts.), 211.

[18] Bkz. Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre (Dımeşk: Dâru’l-Fikr, 2007), 47.

[19] Celil Kiraz, Menâr Tefsirinde Özgün Yorumlar (Bursa: Emin Yayınları, 2017), 274-281.

[20] Örnekler için bkz. Kiraz, Menâr Tefsirinde Özgün Yorumlar, 148-178.

[21] Sebe’ 34/12.

[22] Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an -Gerekçeli Meal-Tefsir- (İstanbul: Düşün Yayıncılık, 2009), 848, dn. 11.

[23] Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, 1: 63.

[24] Hasan Elik, Kur’ân Işığında Farklı Konular Farklı Yorumlar (İstanbul: İfav Yayınları, 2010), 138.

[25] Kevserî, Nazratün âbira, 92.

[26] el-Enbiyâ 21/105.

[27] Ahmed b. Mustafa el-Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî (Mısır: Mektebetü Mustafa el-Bâbî, 1365/1946), 27: 76; İbrahim b. İsmail el-Ebyârî, el-Mevsûatü’l-Kur’âniye (Müessesetü Sicilli’l-Arab, 1405), 10: 338.

[28] Ebü’l-Fazl Abdullāh b. Muhammed b. es-Sıddîk el-Gumârî, Bideʻu’t-tefâsîr (ed-Dâru’l-Beydâ, Dâru’r-Reşâdi’l-Hadîse, 1406/1986), 93.

[29] Taberî, 18: 549-550.

Kaynak: kuranvesunnetyolunda.com

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.