Kur'ân Yol Göstericidir

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi Kur'ân-ı Kerim ve Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in rehberliklerinden bahsediyor...

KURʼÂN, MÜʼMİNLERİN YOL HARİTASIDIR

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kiram hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine; şerirlerin şerlerinden muhâfazası, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak -inşâallah- okunan âyet-i kerîmelerin, bilhassa son âyet-i kerîmelerin şümûlüne girebilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.

Büyük ikram, en büyük ikram, hidâyet üzere dünyaya geldik. Fakat Cenâb-ı Hak bizim hidâyet üzere vefât etmemizi arzu ediyor.

Onun için de Cenâb-ı Hak:

“…Siz, Allâhʼın dînine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayağınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Kurʼânʼın muhâtabı olmak, Allâhʼın büyük bir nîmeti. Yol haritası. Cenâb-ı Hakkʼın kullarına gönderdiği mektup, istikâmet mektubu.

Yaşadığımız bu Dünya, yıldızlardan biri. İnsan için tanzim edildi. Bir endam aynası, insanoğlunun. İnsanın ne ihtiyacı varsa, ne kadar îkâza ihtiyacı varsa, ne kadar tefekkürünü artıracak husûsiyetler lâzımsa, Cenâb-ı Hak hepsini lûtfetti.

Onun için ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yine meccânen bizi Rasûlullah Efendimizʼe ümmet kıldı. En büyük peygambere ümmet kıldı. Yarattıklarından en çok sevdiği insana, meleklerden daha öteye, onu Cenâb-ı Hak seviyor. Bizi Oʼna ümmet kıldı. Biz Oʼnun ümmetiyiz.

Cenâb-ı Hak bize muhtelif âyetlerde Efendimizʼi tanıtıyor. Bizim idrâkimizin ötesinde olduğunu bildiriyor:

“Allah ve melekler salât eder, siz de salât edin, tam bir teslîmiyetle selâm verin.” buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hakkʼın salât ettiğini. “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olarak lûtfetti. Melekler duâ ediyor. Bizim de iştirâkimizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor.

Diğer bir âyette “üsve-i hasene” olarak her asra, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara bir örnek. (Bkz. el-Ahzâb, 21)

Bir insanın hayatından geçecek her hâdisenin bir benzeri, bir yakını, bir benzer, Rasûlullah Efendimizʼin hayatında Cenâb-ı Hak geçiriyor.

Rasûlullah Efendimiz, insanda bir mûcize. Cenâb-ı Hak Oʼnun ömrüne yemin ediyor. “لَعَمْرُكَ” buyuruyor. (el-Hicr, 72) Hiçbir peygamberin ömrüne yemin etmiyor. Yalnız Efendimizʼin ömrüne “لَعَمْرُكَ : Oʼnun ömrüne yemin olsun…” buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 72)

Oʼnun asrına yemin ediyor. Oʼnun beldesine yemin ediyor. Oʼnun nübüvvetine kasem ediyor. Oʼna itaatin Allâhʼa itaat olduğunu bildiriyor.

Kitabʼının en güzel müfessiri, hâliyle müfessiri. En muhteşem. Yaşayarak müfessiri Rasûlullah Efendimiz.

İbn-i Abbas diyor ki -radıyallâhu anh-:

“Allah Teâlâ kendi katında Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼden daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Zira Cenâb-ı Hakkʼın Oʼndan başka birisinin hayatına yemin ettiğini işitmedim.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle alâkası olan her şeyi tekrim ediyor, şereflendiriyor ve değerli kılmıştır.

“Siz de insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz (buyruluyor). Mârûfu emreder, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) Hâliyle, yaşayışıyla, her şeyiyle.

Oʼnun nesebini en hayırlı neseb kıldı. Ehl-i Beytʼinden bütün -af edersiniz- pislikleri giderip onları tertemiz eyledi. Efendimizʼle birlikte onlara salevat getirilmesini de vâcip kıldı. Efendimizʼe salevat getirirken, onlara ehl-i beyte de salevât-ı şerîfe getiriyoruz ehline.

Bizden Oʼnun akrabalarına alâka gösterilmesi istendi. Kavmini ve aşiretini şereflendirdi. Oʼnun hanımlarını müʼminlerin annesi eyledi. Kızı Fâtımaʼyı Cennet kadınlarının veya âlemdeki bütün kadınların hanımefendisi eyledi. Altın Silsilelerin annesi, Ehl-i Beytʼin annesi, Ehl-i Beytʼten gelenlerin annesi. Hazret-i Hatice Vâlidemiz Cennetʼte muhteşem bir köşk ile müjdelendi. Torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin Efendimizʼi “Cennet gençlerinin efendisi” eyledi. Hazret-i Hamzaʼyı “şehidlerin efendisi” eyledi.

Ashâb-ı kirâmı takvâ ehli kıldı, bizlere numûne. Onları bütün insanlardan seçerek onları sahâbî eyledi.

Yaşadığı asrı Âdemoğullarının en hayırlı asrı, asr-ı saâdet eyledi.

Kıblesini insanların, ilk yapılan, ilk mâbede doğru inşâ edildi.

Kitabʼını korumayı kendi üzerine aldı. Diğer Kitaplarda bir koruma garantisi vermedi Cenâb-ı Hak. Yalnız Kurʼân-ı Kerîmʼde koruma teminâtı verdi.

Medîneʼsini Oʼnun şehrini, beldesini, harem kıldı.

Mescid-i Nebevîʼde kılınan bir namazı, diğer namazlardan bin kat efdal olarak ikram edildi.

Minberini, türbesiyle, makber-i şerîfiyle minberi arasının Cennet havzasının üzerinde olduğu bildirildi. Yani bir Cennet bahçesi oluyor. Eviyle minberi arasının bir Cennet bahçesi olduğunu…

Oʼnun devamlı gördüğü, nazar ettiği Uhudʼu Cennet dağlarından biri eyledi.

Ümmetini merkez ve hayırlı bir ümmet kıldı. Diğer ümmetlere şâhit olarak kıldı.

Her insanın bir şeytanı vardır. Efendimizʼin yanında bulunan şeytana bile ikram etti. Efendimizʼin yanındaki şeytan bile İslâmʼla şereflendi.

Cenâb-ı Hak Oʼna bütün bunları ve daha fazlasını ikram etti, ihsân eyledi. Oʼnu çok seviyor. O hâlde biz de Oʼnu takdir etmeye, Oʼna ihtiram göstermeye, Oʼnun yaşadığı gibi yaşamaya gayret etmemiz îcâb ediyor.

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse, Allâhʼa itaat etmiş olur...” [en-Nisâ, 80])

Yani kısacası, daha uzatabiliriz şeyi, çünkü Efendimizʼi takdir etmeye bizim gücümüz yetmez. Çünkü Cenâb-ı Hak Oʼnu tezyin eyledi.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Ben (diyor), kabrimde (diyor, İsrâfilʼin) üfürmesine kadar, «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” diyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Bir annenin-babanın şeyinden daha fazla, şefkatinden.

“…Güzel amelleriniz bana gelir, ben sevinirim; menfî amellerinize üzülürüm, duâ ederim size.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)

Ondan sonra şu hâdise de çok ibretli.

Ubâde bin Sâmit anlatıyor -radıyallâhu anh-:

Bir gün Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kadir gecesini haber vermek için hâne-i saâdetlerinden çıkmışlardı. Tam o sırada müslümanlardan iki kişi münâkaşa ve kavga hâlindeydi Mescid-i Nebevîʼde. Efendimiz buyuruyor ki:

“Ben size Kadir gecesinin ne zaman olduğunu haber vermek için çıkmıştım hânemden. Filân ile filân kavga edince, o bilgi benden kaldırıldı (unutturuldu). İhtimal ki bu durum, hakkınızda daha hayırlıdır. (Belki bu durum sizin için daha hayırlıdır buyurdu). Artık Kadir gecesini, (yirmisinden sonraki) yedinci, dokuzuncu ve beşinci gecelerde arayın.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 36)

Yani, tabi bu hâdiseden öğrendiğimize göre; günahlar, dinde lâzım olan bazı mühim bilgilerin örtülmesine, bizden gizli kalmasına ve insanların başına muhtelif sıkıntı ve meşakkatlerin gelmesine sebep oluyor.

Bugünkü durumumuzu düşünelim…

Bu iki kişi, ibadet ve zikir mahalli olan mescidde kavga ettiler. Peygamber Efendimizʼin huzûr-i âlîlerinde seslerini yükselttiler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, mâlum Hucurât Sûresiʼnde:

“…Amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2) buyuruyor.

Bu sebeple Kadir gecesinin bilgisi kaldırıldı. Demek ki münâkaşa, tartışma, kavga, müslümanlar arasında olan ayrılıklar, tefrikalar, tecessüsler, bu, büyük bir hatâ olmuş oluyor. Yani bir günaha iki kişi bu hatâya düştüğü hâlde, umum olarak bütün müʼminleri cezâlandırdı Cenâb-ı Hak. Kadir gecesini bildirmedi.

Burada şunu da söylemek lâzım ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe gösterilen bir hürmetsizlik sebebiyle, Rasûlullah Efendimizʼe gösterilen bir hürmetsizlik sebebiyle, Cenâb-ı Hak, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin bilgisini kaldırdı. İnsanlar bu kıymetli bilgiden mahrum bırakıldı. Kıyâmete kadar gelecek müʼminler bu geceyi ihyâ edebilmek için yorucu bir arayış içine girmek mecburiyetinde kaldı.

Bu durum, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe karşı yapılan hürmetsizliğin en büyük bir günah olduğunu, Peygamber Efendimizʼin Allah katındaki makamını göstermektedir.

Bugün de… Efendimiz buyuruyor ki:

“Benim ümmetim bir yağmur tanesi gibidir bereketli. Başı mı sonu mu (hayırlıdır) bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)

Demek ki bu gün de iki emânet bıraktı Efendimiz: “Kitabım ve Sünnetimdir.” buyruluyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)

Demek ki bu iki emanete, Kitap, zaten Kitabʼın da tefsiri Sünnet. Demek ki ne kadar müʼmin olarak îtinâ göstereceğiz. Bu da Allah Rasûlüʼnü ne kadar sevdiğimizin bir ölçüsü bize.

Her adımımızı, her hâlimizi, her niyetimizi, Allah Rasûlüʼnün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin arzu ettiği istikâmette değerlendireceğiz -inşâallah-. Cenâb-ı Hak bu firâseti cümlemize nasîb eylesin.

Efendim, okunan Veʼl-Fecr Sûresi. Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” (el-Fecr, 1) buyuruyor. “Canlıların uyandığı zamana andolsun.” buyuruyor.

Demek ki insan düşünecek:

“‒Bugün Allah bana ömür takviminden bir sayfa daha açtı...”

Bütün mahlûkat uyanıyor. Seherde başlıyor, horoz vs. diğer kuşlarla başlıyor. Bütün nebâtat, en güzel şekilde, en güzel kokularını veriyor.

Demek ki insanın da uyanması lâzım. İnsan uyanacak:

“‒Yâ Rabbi diyecek, bana bugün hayat takviminden, meçhul kıldığın bir hayat takviminden bugün bana bir sayfa daha açtın. Ben bu günümü nasıl dolduracağım? Kirâmen Kâtibîn neler yazacak?..”

Yine Cenâb-ı Hak:

“Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) buyuruyor. Zaman, en kıymetli bir sermâye. Geçen zamanı geri almak mümkün değil, borç vermek mümkün değil.

Hayat bir sefere mahsus kılındı. Dünkü yaptığımız hayırlı ameller veyahut da -Allah korusun- gafleten yaptığımız ameller, Kirâmen Kâtibîn vâsıtasıyla ebediyet dosyasına nakledildi.

“Kitabını oku! Sana (bugün hesap sorucu olarak) nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek yarın.

Velhâsıl ömür, üzerinde metrajı yazmayan bir makara gibi, nerede kopacak bilemiyoruz. Bütün insan, hayvan, nebâtât, hepsi bir takvimle. Yıldızlar, hepsi bir takvimle meydana geliyor. Fakat hiç kimse o takvimden, Cenâb-ı Hak bildirmiyor.

Bu hakîkate binâen Hak dostları; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyuruyor. Gün bugün. Rahat zamanlar da gün bugün. O gün nasıl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edilecek? Ki o ilticâ neticesinde “غَيْرُ مَمْنُونٍ” bitmeyen… (Bkz. Fussilet, 8; el-İnşikāk, 25; el-Kalem, 3; et-Tîn, 6) Cenâb-ı Hak zor zamanlarda ecirler verecek. Zor zamanlarda nasıl bir İslâmî gayret içinde bulunacak? İşte Muhâcir-Ensar durumu.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“İki nîmet vardır ki bunlardan çoğu insanlar habersizdir, gâfildir. Biri sıhhat, biri de boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Kendimizi dâimâ bir muhâsebe hâlinde tutacağız:

“‒Bu sabah hayat defterini ben nasıl açtım? Bize yeni gün lûtfettiğini düşünerek Rabbimize şükrettik mi? Müslüman olduğumuza şükrettik mi? Yahut müslüman olduğumuzun mukâbili, nasıl amellerle ihyâ edeceğiz? Cenâb-ı Hakkʼa “kālû belâ”da verdiğimiz akdimizi bugün tekrar bir yenilemek, amel-i sâlihlerde bulunmak...”

Ve dünyaya hiçbir bedel ödemeden, meccânen, insan olarak geldik. Bir hiç sermaye ile geldik. Cenâb-ı Hak bizim ilâhî lûtuflara müstağrak olduğumuzu bize bildiriyor, tebliğ ediyor.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini tanıyan, Cenâb-ı Hakkʼı tanır.”

Bir hiçlik içinde geldik. İslâm -elhamdülillah- lûtfedildi. En büyük peygamber lûtfedildi. Bunun için hayatımız nasıl istikâmette olacak?

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse, Allâhʼa itaat etmiş olur...” [en-Nisâ, 80])

Demek ki Allah Rasûlüʼnü, işte ashâb-ı kirâm adım adım tâkip etti. Allah Rasûlü nefesini nasıl alırdı, adımını nasıl atardı, suyu nasıl içerdi? Besmeleyi, hamdeleyi ne şekilde telâffuz ederdi? Ashâb-ı kirâm bunu adım adım tâkip ederdi.

Yine en mühim; tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Hiçbir sahâbîde, hiçbir Efendimizʼde “ben” ifadesi yoktu, dâimâ “sen” ifadesi vardı; “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!..” Demek ki kulun da bir “Sen yâ Rabbi!” (şuuru) içinde devam etmesi lâzım.

Allâhʼın verdiği nîmetleri kendine izâfe etmeyecek. Allâhʼın lûtfunu düşünecek. Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu olduğunun idrâki içinde olacak.

Nitekim şeytan “ben” dedi yıkıldı.

Belʼam bin Bâûrâ -Kurʼân-ı Kerîmʼde geçiyor- o da yıkıldı. Sâlih bir kuldu.

Kârun da “ben kazandım” dedi; o da kazandıklarıyla yerin dibine gömüldü.

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa bir tevâzû içinde…

“İbâdurrahmân, yeryüzünde tevâzû ile dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyruluyor. Dâimâ “Sen yâ Rabbi!” bir acziyet içinde Cenâb-ı Hakkʼa bir ilticâ etmemiz.

İşte bugün Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” (“Fecre andolsun.” [el-Fecr, 1]) Ömrümüzden bir sayfa daha açtı. Yarın var mıyız, yok muyuz belli değil.

Efendimiz, misallerle bildiriyor. Bir misal:

“Muhammedʼin nefsi yed-i kudretinde olana yemin ederim ki (Cenâb-ı Hakkʼa) müʼminin misâli altın bir parça gibidir. (Sahibi onu üfler, toza düşürür vs.) o değerini kaybetmez.” (Bkz. Ahmed, II, 199)

Demek ki müslümanın gönül yapısı bir altın mesâbesinde olması lâzım. Rasûlullah Efendimiz o şekilde istiyor. Onun için altın hiçbir zaman değer kaybetmiyor. Dünyaʼda kıymet birimi olarak altın devam ediyor. Demek ki bir müʼminin de o şekilde devam etmesi zarûrî.

Yine Rasûlullah Efendimiz, bir maddeden misal veriyor, bir altına benzemesi. Hiçbir zaman altın değer kaybetmiyor.

Diğer, ikincisi olarak, yaratılan mahlûkattan bal arısına benzemesi. (Bkz. Ahmed, II, 199)

Bal arısı nasıl çiçeklerin ortalarından, en güzel, en nâdide yerlerinden topluyor. Güzel bir ambalaj yapıyor, gayet muntazam. İçini güzelce dolduruyor. Bir ambalajla kapatıyor. İnsanoğluna takdim ediyor.

Bir müʼmin de helâl kazanacak. Sâlihlerle, sâdıklarla beraber olacak. Ehl-i hizmet olacak. Diğergâm olacak, hodgâm olmayacak. İkram edici olacak. Kendisini dünyanın akışından mesʼûl görecek. Öyle, Efendimiz istiyor bizi. O sıfatlarla, bir altın gibi veyahut bir bal arısı gibi olmamızı arzu ediyor.

Her amelden kendimizi bir muhâsebe etme durumundayız…

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.