Kur'an-ı Kerim Kimlere Hidayet ve Şifa Verir?

Kur’ân-ı Kerîm “takvâ” üzere bulunan, yani Allâhʼın muhabbet ve rızâsından mahrum kalma endişesiyle titreyen hassas bir gönle hidâyet, şifâ ve rahmet menbaıdır.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir defasında ashâb-ı kirâma şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“İlim meclisinde oturup hikmetli şeyleri dinleyen, sonra da yanında bulunduğu âlimden, işittiği şeylerin yalnız şer taraflarını (yani yanılma, unutma veya dil sürçmesi neticesinde sarf edilen sözleri) nakleden kişinin hâli şuna benzer:

Bir kişi çobana gelir ve:

«–Ey çoban, bana süründen kesmem için bir koyun ver!» der.

Çoban da:

«–Git, en iyisinin kulağından tut getir!» der.

O kişi gider, koca sürünün içinden (koyunların bekçiliğini yapan) köpeğin kulağını tutar (getirir).” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, II, 353, 405, 508; Beyhakî, Şuab, II, 268; Heysemî, I, 128)

KÂİNAT KELİMESİZ BİR KUR'ÂN'DIR

Cenâb-ı Hak; kâinâtı, Kur’ân-ı Kerîm’i ve insanı bir nevî ilim, irfan, sır ve hikmetler sergisi mâhiyetinde halkeylemiştir. Zira Kur’ân-ı Kerîm, kelimeli bir cihan; kâinat ise kelimesiz bir Kur’ân’dır. İnsan ise bu iki tecellînin zübdesi / özü ve tohumu mesâbesindedir.

Lâkin bunlardaki ilim ve hikmeti görebilmek için, gönlün sâfiyet kazanması elzemdir. Aksi hâlde gaflet yumağı olmuş bir gönül, insana baktığında teni görür, rûhu görmez; kâinata baktığında sanatı görür, Sanatkâr’ı görmez; Kur’ân-ı Kerîm’e baktığında -hâşâ- “yalnız ölülere okunan bir cenâze kitabı” görür, sonsuz bir ilim ve hikmet deryası olduğunu görmez.

KUR'ÂN-I KERİM ZÂLİMLERİN HÜSRANINI ARTTIRIR

Yani gönlün pusulası bozulunca, göz bakar, yanlış görür; dil söyler, hatâ yapar; kulak işitir, yanlış duyar. Nitekim mü’minler için şifâ ve rahmet olan Kur’ân-ı Kerîm’in zâlimlerin hüsrânını artırması [1] da bu hikmete mebnîdir. Zira zâlimlerin gönül pusulaları bozuktur. Kalp pencerelerini gaflet tuğlalarıyla kapattıklarından, gönül hâneleri karanlık bir zindan kesilmiştir. Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:

“Biz, Kur’ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına gizleyici bir örtü çekeriz.” (el-İsrâ, 45)

KUR'ÂN-I KERİM KİMLERE HİDÂYET VE ŞİFA VERİR?

Kur’ân-ı Kerîm ise ancak “takvâ” üzere bulunan, yani Allâhʼın muhabbet ve rızâsından mahrum kalma endişesiyle titreyen hassas bir gönle hidâyet, şifâ ve rahmet menbaıdır.

Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da, bedbaht Ebû Cehil de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördü. Lâkin Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu görüşten -nebevî tâbiriyle- “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi[2] olma liyâkatini kazanırken; Ebû Cehil ise “cehâletin babası” nâmıyla Cehennem yolcusu oldu. Zira hakikati göz değil, kalp görür! Gözün yaptığı ancak kalbe tercüman olmaktır.

AYARI BOZULAN BİR GÖNÜL

Cenâb-ı Hakk’ın insan terbiyecileri olarak peygamberler göndermesi de, gönül ayarları bozulmuş toplumların tekrar istikâmetini düzeltmek maksadıyladır. Zira ayarı bozulan bir gönlün, yukarıdaki hâdisede olduğu gibi neyin iyi neyin kötü veya neyin hayır neyin şer olduğunu ayırt etme kâbiliyeti kaybolmuştur.

Bu kâbiliyeti tekrar kazanabilmek, ancak Peygamberler Sultanı Efendimiz’in ibadet, muâmelat ve ahlâkî bakımdan izinden yürüyebilmeye bağlıdır. Zira gönüller, ancak Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hâliyle hemhâl olup ahlâkıyla ahlâklandıkça gerçek ayarını bulur, makbul kıvamına ulaşır. Gönüllerin, O’nun rehberliği olmadan saâdet bulması, hayır ve şerri ayırt etmesi, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşması mümkün değildir. Bunun için de kulun, kalbini nefsânî arzuların esaretinden kurtararak nebevî tâlimatlar ışığında “takvâ hayatı” yaşaması zarurîdir.

Gönül pusulası bozulan bir insan, bir nevî câhiliye hayatı yaşıyor demektir. Zira görüşü basîretsiz, sözü hikmetsizdir. Bu kâinâtı gafletle seyreder. İstikbal konağının kabir ve âhiret olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Gâfil insan son nefeste gaflet uykusundan uyanır. Fakat o anda duyulacak pişmanlığın artık hiçbir faydası olmaz.

DÜNYADAKİ TATLARIN EN GÜZELİ

Cenâb-ı Hak da kulunun son nefesten evvel uyanmasını arzu etmektedir. Bu sebeple gâyemiz, kalbî hayatımızı tekâmül ettirmek ve mârifetullahtan nasîb alabilmek olmalıdır. Zira mârifetullahtan üstün bir lezzet yoktur.

Nitekim Mâlik bin Dînar Hazretleri bir gün talebeleriyle otururken şöyle der:

“–Ehl-i dünya, tatların en güzelini tadamadan göçüp gitmiştir.”

Talebeleri;

“–Efendim, dünyadaki tatların en güzeli hangisidir?” diye sorunca da şöyle cevaplar:

“–Mârifetullah, yani Hakk’ı gönülde tanıyabilmek.”

Bir başka sohbetinde, mârifetullah hakkında şöyle buyurur:

“Köpeğin önüne altın ve gümüş konsa, kıymetini bilmediği için onlara iltifat etmez. Ama kemik atılınca hemen o tarafa koşar. Hak’tan gâfil olan kişiler de böyledir. Mârifetullâh’ın tadını bilmedikleri için ona rağbet etmezler. (Dünyaya dalıp giderler.)”

Nitekim Allah dostlarından İbrahim bin Edhem Hazretleri de şöyle der:

“İlâhî muhabbette duyduğumuz lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın:

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” buyurması da; “Bana mârifetullah yolunda bir katre bilgi öğretenin, kırk yıl kölesi olurum!” mânâsına gelmektedir.

GÖNÜL PUSULAMIZI DÜZELTMEK İÇİN...

Velhâsıl insanın gönül pusulasını düzeltmek için, Peygamber Efendimiz’i daha yakından tanımaya ihtiyacı vardır. Zira mükerrem olarak yaratılan insan, ancak bu sûretle mükerremlik vasfını koruyabilir. Ve neticede Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına nâil olabilir.

Meselâ Hazret-i Mevlânâ, zâhirî ilimde bir deryâ iken yaşadığı hâlini “hamdım”, hikmet ve sırlara vâkıf olduğu zamanları “piştim”, kâinat kitabının sayfalarını çevirerek vardığı mârifetullah devresini de“yandım” diye ifâde etmiştir.

Yine Âlemlere Rahmet Efendimiz’i yakından tanıyınca, O’nun sonsuz güzelliği karşısında:

“Bu cân bu tende oldukça Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım…” buyurmuştur.

Dipnotlar: [1] Bkz. el-İsrâ, 82. [2] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Şebnem Dergisi,Sayı: 124

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.