Korku ve Umut Dengesinde Yaşamak

Kişinin mânevî kıymeti, gerçek mânâda âhirette belli olacaktır. Bu yüzden kula düşen; hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde, kulluğa devam etmektir. Bizler de son nefes endişesi sebebiyle hayatımızı her nefes Kitap ve Sünnet’i yaşama gayreti içinde geçirmeliyiz.

Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdiseden çıkan dersi, hepimiz mühim bir hayat düsturu edinmeliyiz:

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden biri olan Osman bin Maz’ûn -radıyallahu anh-, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:

“Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:

“Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?”  buyurdu. Kadın:

“Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu îkazda bulundu:

“Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse(nin hâli ve istikbâli) hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Çünkü peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennet’e bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennem’e bir karış kala ilâhî rahmete nâil olanlar bildirilmektedir.

BEL'AM BİN BÂÛRÂ VE KARUN DA MAKAM SAHİBİ ÂLİMLERDENDİ!

Bu cümleden olarak; Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma erdikten sonra, nefsine mağlûp olup ebedî hüsrâna uğrayan Bel’am bin Bâûrâ’nın [1] hâlini, hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Kârun da, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi biriydi. Üstelik Tevrât’ı en iyi okuyan ve tefsir eden kişiydi. Lâkin Allâh’ın bir imtihan olarak kendisine hazineler dolusu servet vermesi, onu Hakk’a yaklaştıracağı yerde uzaklaştırdı. Neticede dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek helâk edildi.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de:

“…Son nefes(te kimin kurtulacağı) meçhuldür. Nice fâsık ve fâcir vardır ki, kâmil velîlerden olmuştur. Nice verâ sahibi sâlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına düşmüşlerdir…” [2] buyurmuş ve birçok mektubunda, son nefesi îmân ile verebilmek için duâ talep etmiştir.

Yani mânevî yolculukta, “ben artık kemâle erdim” diyerek veya kendinde mânevî bir üstünlük vehmederek gurur ve rehâvete kapılmak yoktur. Aksine; kendini dâimâ kusurlu ve noksan görüp gayreti artırmak esastır. Nitekim ârif zâtlar; “Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz.” demişlerdir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ DAİMA İSTİĞFAR HÂLİNDEYDİ

Âhiretleri hakkında ilâhî teminat altında bulunan peygamberler dahî, “havf ve recâ / korku ve ümit” duyguları arasında dâimâ ilâhî rahmete sığınmışlardır. Meselâ, maldan, candan ve evlâttan imtihan vererek Allâh’ın Halîl’i/dostu olan İbrahim -aleyhisselam- âhiret endişesi içinde:

“(Yâ Rabbi! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.

Allâh’ın Habîbi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri sabahlara kadar gözyaşları içinde namaz kılmış ve istiğfâr etmiştir.

Yine “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri, buna güvenip kulluk vazifelerinde gevşeklik göstermemiş, aslâ gurur veya rehâvete kapılmamıştır. Aksine, büyük bir kalbî rikkatle, gayretlerini daha da artırma azmi içinde, örnek bir kulluk hayatı yaşamışlardır.

SELMÂN-I FARİSÎ'NİN SON NEFES ENDİŞESİ

Şu hâdise, sahâbenin kalbî hassâsiyetine ne güzel bir misaldir:

Selmân-ı Fârisî -radıyallahu anh-, her hâliyle ve bilhassa da Allah yolundaki fedâkârâne gayretleriyle öyle mümtaz ve müstesnâ bir şahsiyet hâline gelmişti ki, Ensâr ve Muhâcirler:

“Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuş, hattâ bu hususta tartışmaya başlamışlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hem onların arasını bulmak, hem de Selmân -radıyallahu anh-’ı taltîf etmek için:

“Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurdular. (Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83)

Bu nebevî iltifata rağmen o mübârek sahâbî, büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde yaşamış, yüreği dâimâ âhiret endişesiyle titremiştir. Nitekim iki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip:

“Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sordular. O da:

“Bilmiyorum.” cevâbını verdi. Gelenler; “Acaba yanlış birine mi geldik?” diye tereddüt edince, Selmân -radıyallahu anh- sözlerini şöyle îzah etti:

“Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

HAZRET-İ YUSUF'UN DUASI VE ALLAH'IN RAHMETİ

İşte sahâbe-i kirâm, yalnızca sözde ve isimde değil, özde ve fiilde sahâbe idi. Her hâlleriyle Allah Rasûlü’ne râm olmuşlardı. Buna rağmen kendilerini kurtulmuş görmeyip dâimâ kullukta gayret göstermişlerdi. Bu hâl, bütün mü’minlere örnek olmalıdır. Zira kişinin mânevî kıymeti, gerçek mânâda âhirette belli olacaktır. Bu yüzden kula düşen; hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde, kulluğa devam etmektir. Bizler de son nefes endişesi sebebiyle hayatımızı her nefes Kitap ve Sünnet’i yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf -aleyhisselam-’ın;

“…(Ey Rabbim!) Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını dilimizden düşürmemeliyiz. Unutmayalım ki hangi makamda olursak olalım, kendimizin de başkalarının da âkıbetini tâyinden âciziz. Bu hususta da dâimâ Rabbimiz’in rahmet, mağfiret ve inâyetine muhtâcız.

Cenâb-ı Hak, lûtf u keremiyle âkıbetimizi hayreylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1)  Bkz. el-A‘râf, 176. 2)  Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 120-121, no: 16.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Eylül 2014

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.