Konstantiniyye'nin Fethedildiği Gün Neler Yaşandı?

Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. O 

Feth-i mübîn uzadıkça uzuyordu. Başından beri fetih seferine karşı çıkanlar arasında huzursuzluk başladı. Öyle ki, Sultan Fâtih’in yanına varıp:

“–Sul­tâ­nım! Bir dervişin sözüyle bu kadar asker helâk oldu. Hâlâ Frengistân’dan kâfire yardım gelir. Artık fetih ümîdi kalmadı...” dediler.

Hem fethin gecikmesinden hem de onu istemeyenlerin yaptıkları tazyiklerden son derece canı sıkılan Fâtih, vezîri Ahmed Paşa’yı hocası Akşemseddîn’e yolladı:

“–Paşa! Var Şeyh Hazretleri’ne sor ki, kaleyi fethetmek ve zafere ulaşmak müyesser midir?”

Bu suâle Akşemseddîn Hazretleri, cevâben:

“–Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslüman ve gâzi bir kâfir kalesine hücûm eylediler. İnşâallâh fetih müyesser olur!..” haberini gönderdi.

Ancak Fâtih Sultan Mehmed Han, bu haberden arzu ettiği cevabı alamamış olduğundan ve biraz da içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ver­diği fetih ve zafer iştiyâkının sabır ve itidâlindeki tahammülü zorlaması ile Ahmed Paşa’ya:

“–Paşa! Bu haber kâfî değil! Müjdelediği zaferin vaktini dahî bildirsin!..” dedi.

Genç Sul­tân’ın içinde bulunduğu durumu gâyet iyi bilen Ak­şem­sed­dîn Hazretleri, derin ufuklara daldı ve fethin akâmete uğramaması için Pâ­dişâh’ın irâde ve azmini mânen takviye zarûreti hissederek uzun müddet Rabbine ilticâ etti. Nihâyet vârid olan zuhûrât neticesinde, kendisinden istenilen mâlûmâtı verdi:

“–Rebîulevvel ayının yirminci günü seher vaktinde sıdk u himmetle filân cihetten hücûm edilsin! Fetih o gün nasîb ola!.. Kostantiniyye şehri ezân sadâlarıyla dola!..” dedi.

Bu müjdeyi alan Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbir sadâlarıyla birleşerek Fâtih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu.

ALLAH ALLAH SESLERİ TÜM SEMAYI KAPLADI

Sultan Fâtih Hazretleri’nin ve ordusunun bu hücûm heyecanını Yahyâ Kemâl ne güzel ifâdelendirir:

Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına

Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

“(Ey yiğit! Allâh’ın arslanı olan) Hazret-i Ali’nin pençesindeki (zülfikâr isimli) kılıç aşkına; gülbangi (yani Allah Allah sesleri) tâ semâyı kaplayan pîr aşkına vur!..”

Ey leşker-î müfettihu’l-ebvâb vur bugün

Feth-î mübîni zâmin o tebşîr aşkına

“Ey kapılar açan kahraman asker! Bugün, (içinde) feth-i mübîni gizleyen o (ulvî ve şerefli) müjde(ye nâil olmak) aşkına vur!..”

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün

Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihângîr aşkına

“Küfrün kilisesinin (husûsiyle Ayasofya’nın) üstüne (İslâm’ın) hilâlini dikmek için gelmiş bu at üstündeki cihangir (Fâtih Sultan Mehmed Han) aşkına vur!..”

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î Firenk

Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

“Türk’ü gönderen (yüce) takdîrin kudreti aşkına (öyle) vur (ki), (hem) Rûm’un taktığı sorguç (kafasıyla birlikte yere) düşsün; (hem de) Firenk’in (yani Avrupalı’nın da) başı eğilsin!..”

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar

Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına

“(Haydi, ey yiğit!) Hücûm sabahının içindeki (yeri göğü kaplayan) tekbîr aşkına, bütün gücünle ve son şiddetli hücûm olacak (zaferi müyesser kılacak) şekilde vur ki, (yıllardır fethedilememiş olan ve Peygamber müjdesine nâiliyyeti engelleyen) şu (zâlim) surlar, (nihâyet sana mukâvemet edemeyip, artık) açılsın (ve aşılsın! Böylece feth-i mübîn nasîb olsun! Böylece sen de Hazret-i Peygamber’in methettiği asker ol; kumandanın da O’nun methettiği kumandan olsun; haydi vur bugün!..)”

Böyle bir heyecan ve şevk içinde yapılan hücumla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi, genç hükümdar Fâtih Sultan Mehmed Hân’a nasîb olmuştu.

Cihangir Hünkâr, fetihten sonra âlimler, ârifler ve paşalarla be­ra­ber -hattâ sonradan kendisini muhâkeme edecek olan- kadı Hızır Bey’le de yanyana, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.

AMAN DİLEYENLERE ASLA DOKUNMAYIN!

Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi:

“–Gâzilerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki İs­tan­bul’­un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ga­ni­metlerden alınız!..”

Onun insan hakları beyannâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî ta­rihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih, onu ayağa kaldırarak:

“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hris­ti­yanlara her türlü hak ve hürriyetlerini iâde ediyorum. Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şâhânemden korkmayınız!.. Patrikhâne, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak ta­rih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir...” dedi.

HRİSTİYANLARA KARŞI İSLAM'IN ADALETİ

Fâtih Sultan Mehmed Han, daha sonra bir fermân-ı hümâyûn ile bu sözlerini te’yid ve tekrar etmiştir ki, bunun mânâsı, ortadan kalkmak durumuna gelmiş bulunan patrikhâneyi yeniden ve daha kuvvetli bir sû­ret­te ayakta tutmaktı. Bu ise, Fâtih’in ileri görüşlülüğünün parlak misâllerinden biridir. Zira İstanbul’daki patrikhâne, dün­ya ortodoksluğunun merkezi idi. Devlet-i Aliyye’nin düşmanlarından olan Ruslar ve Sırplar bu merkeze bağlıydılar. Katolik papalıkla ortodoks âlemi arasında başlangıçtan beri bir husûmet mevcuttu. Eğer ortodoks mezhebinin merkezi ortadan kaldırılmış olsaydı, zamanla hris­ti­yanlık âlemi, papanın liderliği altında birleşebilirdi. Bu ikiliğin devamı için papalığın muâdil ve mukâbili olarak devamı gerekirdi. Bu ise, hris­ti­yan birliğini parçalamak demekti. Bunun içindir ki Fâtih, fermânında patriğin ekümenik, yani âlem-şümûl vasfını da kabûl etmiştir.

Bu davranışla takip edilen siyâsetin bir diğer yönü de müslümanların, hris­ti­yanlara karşı adâletli ve müsâmahakâr tutumunun hris­ti­yanlık âlemi üzerinde husûle getireceği müsbet tesirdi. Gerçekten Osmanlı’nın, Büyük Fransız İnkılâbı’yla başlayan milliyetçilik cereyanlarına kadar Rumeli’de nüfusça azınlık olunduğu hâlde sağlayabildiği sulh ve sükûnun temelinde yatan asıl müessir, budur. Ayrıca bu adâlet, birçok hris­ti­yanın hidâyetine de vesîle olmuştur.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.