Kimlere İtaat Etmeliyiz?

Kelime mânâsı, “söz dinleme, boyun eğme, buyruğa uyma” olan itaat kelimesi; ıstılah olarak, “verilen buyruğa ittibâ etme, emre uyma, boyun eğme, âmirin emirlerini dinleyip ona göre hareket etme” anlamlarına gelmektedir.

Genel olarak itaat, bir otoritenin isteklerine boyun eğmek, bir talebi yerine getirmek veya yasaklanan bir şeyi terk etmektir. İtaat, bir başkasının isteğine uyarak o yönde davranmak demektir.

NEDEN İTAAT?

Varlığın başlangıcından itibaren insanlar, sosyal hayatlarını düzenlemek, huzur ve asayiş içerisinde yaşamak, haklarını kazanabilmek için bilinçli veya bilinçsiz otoriteler kurmuş, idareler oluşturmuşlardır. Zamanla bunlar plânlı hâle dönmüş ve idare mekanizmaları şeklinde devam etmiştir. Bu mekanizmalar, hâkimiyeti altında bulunanları sevk ve idâre etmek ve âmme (kamu) malının hak ve hukukunu korumakla vazifeli oldukları için, karar ve tasarruflarına itaat istemişlerdir.

İslâm Dîni de dünyada oluşturulan sosyal hayatın inşâsı, insanların huzur ve asayişleri için ümerâya/yöneticilere, liderlere, âlimlere itaati emretmiştir. Bu, Kur’ânı Kerîm’de:

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin...” (en-Nisâ, 59) şeklinde emredilirken, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“Bana itaat, Allah Teâlâ’ya itaattir. Bana isyan, Allah Teâlâ’ya isyandır. Başındaki emîre (idareciye) itaat, bana itaattir. Ona isyan ise, bana isyandır.” (Bkz: Buhârî, Cihad, 109) buyurmuştur.

Aynı mevzudaki başka hadîs-i şerîflerde ise:

“Başınızdaki emir Habeşli siyâhî bir köle olsa da, ona mutlaka itaat edin.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5)

“Emîrin beğenmediğiniz işlerine sabredin, zira cemaatten bir karış ayrılan câhiliyet ölümü ile ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten, 2; Müslim, İmâre, 56) buyrularak müslüman idareciye itaat emredilmiştir.

İDÂRECİLER

Müfessirler, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin...” (en-Nisâ, 59) âyet-i kerîmesinde geçen “ülü’l-emr”i; idareciler, âlimler veya grup liderliğinde bulunan kişiler olarak tefsir etmişlerdir.

Nitekim İslâm Dîni’nin yaşanmasında önce “bilgi”ye yani “vahy”e; onun hayata uygulanma sürecinde ise, “emîre/idareciye” ihtiyaç vardır. Bu sebeple toplum idaresi sorumluluğunu alarak öne çıkmak, bazı salâhiyet ve haklara hâiz olmayı gerektirir. Elbette bu süreçte idaresi altındakilerin saygı ve itaatleri elzem olmaktadır.

ÂLİMLER

İslâm Dîni’nde ilim sahibi olmak, yüce bir mertebe olarak görülmüş ve her hâlükârda methedilmiştir. Toplumların inşâsında idareciler kadar, o toplumun zihin ve gönül dünyasını dokuyan âlimlerin de önemi çok büyüktür. Nitekim Selçuklularda İbn-i Arabî, Osmanlı Cihan Devleti’nde Şeyh Edebali, İstanbul’un fethinde Akşemseddin, gerçek mânevî mimarlardır.

“Ülü’l-emr”e itaati emreden Nisâ Sûresi’nin 59. âyet-i kerîmesinde, devamla:

“…Eğer Allâh’a ve âhirete îman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allâh’a ve Rasûlü’ne arz ediniz…” buyurulmaktadır.

Bu da, bir problem veya anlaşmazlık hâlinde, Kur’ân ve Sünnet’e; dolayısıyla bu iki kaynağı iyi bilen ulemâya müracaat ile gerçekleşmektedir.

GRUP LİDERLERİ, “KAVVÂM” OLAN EŞLER

Ulü’l-emri, sadece idarecilerden ve âlimlerden ibaret görmek, eksik ve hatalı olur. Nitekim üç kişi bir araya geldiği zaman bir cemaat oluşmakta ve bir lider gerekmektedir.

Toplumda en küçük, ama mahiyette en büyük devlet olan âilede de bir idare ve bu idareciye itaat îcâb etmektedir. Nitekim temelleri iyi oturtulmuş, organizasyonu sağlıklı ilerleyen âileler, uzun ömürlü çınarlar gibi yıllarca devam etmektedir.

Âiledeki tabiî, fıtrî ilk itaat mercii, âyet-i kerîmelerde “kavvâm” olarak vasıflandırılan erkektir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Emîr (padişah, vâli ve emsâli âmirler) çobandır. Erkek, ev halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evinin ve çocuğunun çobanıdır.” buyurmaktadır. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Teşbihte hata olmazsa; küçük devletler olan âilelerde erkekler, cumhurbaşkanı gibi; kadınlar ise başbakan gibi vazife görürler. Bu hiyerarşide (idare mekanizmasında) herkes vazifesini lâyıkıyla yapmalı ve idarecisine gerekli saygı ve itaati de göstermelidir. Aksi hâlde huzursuzluk ve kaos çıkar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Hangi kadın daha hayırlıdır?” diye sorulduğunda; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kocası bakınca onu sürûra (sevince) gark eden, emredince itaat eden, nefis ve malında kocasının hoşuna gitmeyen şeylerde ona muhalefet etmeyen kadındır!” buyurmuştur. (Nesâî, Nikâh, 14)

Bir başka hadîs-i şerîf ise şöyledir:

“Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının, kocasına secde etmesini emrederdim.” (Tirmizî, Radâ, 10)

 İTAAT, NEREYE KADAR?

Kur’ân ve Sünnette “ülü’l-emre” itaat emredilmiştir. Yalnız her konuda “mutlak”, yani kayıtsız şartsız bir itaat yoktur. Her şeyden önce ülü’l-emre itaati emreden âyet-i kerîmede (en-Nisâ, 59) pek çok müfessirin dikkat çektiği üzere, “Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat” şart koşulmuştur. Bunun mânâsı, idarecilere itaat, Allah ve Rasûlü’ne itaat ile kayıtlıdır. Binâenaleyh idarecilerin meşrû ve gayr-ı meşrû her emrine kesin bir itaat yoktur. Nitekim Şuarâ Sûresi’nde:

“Artık Allah’tan korkun ve Bana itaat edin. O müsriflerin emrine uymayın. Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik-düzenlik vermeyenler(in sözüyle hareket etmeyin!)(eş-Şuarâ, 150-152) emri verilmiştir. Haddi aşan, bozgunculuk ve fitne çıkartan, nesli ve insanlığı ifsad eden, kargaşa ve kaos peşinde koşan fitneci insanlara itaat edilmez.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“İdareciler sizi günah işlemeye zorlamadıkça onlara itaat edin.” (Buhârî, Cihâd 108)

“Bir müslümanın, günah işlemesi emredilmediği sürece, sevdiği veya sevmediği bütün konularda devleti yöneten kimseye (emîre) itaat etmesi şarttır. Bir günah işlemesi emredildiği zaman ise kimseyi dinleyip itaat etmez.” (Buhârî, Ahkâm 4, Cihâd 108; Müslim, İmâre, 38)

“Yöneticiye itaat, ancak mâkul ve meşrû olan emirler için söz konusudur.” (Buhârî, Ahkâm 4)

TOPLUMDA HUZUR İÇİN: İTAAT

Toplumda huzur ve âsâyiş için ülü’l-emre/idareciye itaat, “farz-ı ayn”dır. Ancak bu durum yalnızca Allah ve Rasûlü’nün emirlerine bağlılık, yani çizdiği meşrû daire sınırları içerisinde vardır. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bu hususta şöyle demiştir:

“Şu halde âmirin her emri, memuru mesûliyetten kurtarmaya kâfi gelmez. Bilfarz bir memur, âmirinin emriyle rüşvet alsa veya sirkat (hırsızlık) yapsa, mesûliyetten kurtulamaz. Bu mânâ, âmirin hilâf-ı kanun (kanun dışına çıkan) emri, memuru mes’uliyetten kurtarmaz.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni, Kur’ân Dili, c: II, 1376)

Dolayısıyla idarecilere itaatin mutlak olmayıp meşrûiyet dairesinde olması şerhi vardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha net bir ifadeyle bu sınırı şöyle çizmiştir:

“Allâh’a isyânın olduğu yerde, mahlûka itaat edilmez.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/432)

GÜNAHTA İTAAT OLMAZ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Ensar’dan bir sahâbîyi bir seriyyenin (askerî birliğin) başına komutan olarak tayin etmiştir. Bir şeyden dolayı kızan komutan, emri altındakilere odun toplatıp yaktırmış ve sonra da kendisine itaat edilmesi gerektiğini söyleyerek ateşe atlamalarını emretmiştir. Bunun üzerine bazıları itaat edilmesi gerektiğini söylerken, diğer bir kısmı da böyle bir emre itaat edilmeyeceğini bildirmiş ve onlar aralarında tartışırlarken ateş sönmüştür.

Gelip durumu Allah Rasûlü’ne arz ettiklerinde Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem, itaat etmeyenlerin isabetli hareket ettiklerini ifade buyurmuş ve emre itaat edeceğiz diye kendini ateşe atmak isteyenlere ise:

“-Eğer o ateşe girseydiniz, kıyamete kadar çıkamazdınız.” demiştir.

Aynı hadîsin devamında, idarecilere itaat konusundaki şu temel prensibi ortaya koymuştur:

“Masiyette (günahta) itaat olmaz. Şüphesiz ki itaat, meşrû dairededir.” (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 38)

Kaynak: Seher KÜÇÜK, Şebnem Dergisi, Mart-2016, Sayı: 132

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • çok tesekkulrt

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.