Kârun Nasıl Helâk Oldu?

Kendisine az bir dünyalık takdir edilen müʼmin, belki fazlasına sahip olsaydı, mağrur olup azgınlıklara sürüklenebileceğini düşünerek hamd etmelidir. Daha azına sahip olsaydı, belki isyana düşeceğini düşünerek şükretmelidir. Kahrın da lûtfun da birer imtihan olduğunu idrâk edip gönül huzurunu korumalıdır.

KÂRUN ÖNCELERİ SÂLİH BİR KULDU

Önceleri sâlih bir insan olan Kârun, Allâhʼın bir imtihan olarak ihsân ettiği nîmetleri kendinden bilip şımarınca, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek helâk oldu.

ZENGİNLİĞİ ONU KİBRE SÜRÜKLEDİ

Kârun, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kendisine öğrettiği simyâ ilmi neticesinde son derece zengin olmuştu. Ancak gönlünü dünyevî ihtiras ve temâyüllerden gereği gibi koruyamadığı için, bütün güzel ve nezih hasletlerini kaybetti. Nâil olduğu zenginlik sebebiyle gurur ve kibre kapıldı. Kur’ânî ifâdeyle, azgınlardan oldu. Neticede onun hakkında verilen ilâhî hüküm şu oldu:

“Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi. Fakat onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allâh, şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 76)

MALININ ZEKÂTINI VERMEDİ

Ancak Kârun, hem bu sözlere hem de Mûsâ -aleyhisselâm-’ın nasîhatlerine kulaklarını tıkamıştı. Öyle ki, Mûsâ -aleyhisselâm-, ona malının zekâtını vermesini söylediğinde, zenginliğini bir bakıma ona borçlu olmasına rağmen:

“–Malıma göz mü diktin? Bu parayı ben kazandım!..” dedi.

Hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

(Kârun’a hitâben şöyle denildi:) Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma! Allâh sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilikte bulun! Yeryüzünde fesad çıkarmayı arzulama! Şüphesiz ki Allâh, fesad çıkaranları sevmez.” 

“Kârun ise: «–O (servet) bana, ancak bende bulunan (özel) bir bilgi sâyesinde verildi.» dedi. Bilmiyor muydu ki, Allâh kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü ve daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti! Mücrimlerden günahları sorulmaz (Çünkü Allâh Teâlâ sormaya muhtaç değil, her şeyi bilmektedir.).”  

“Derken Kârun, ihtişâm içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayâtını arzulayanlar: «Keşke Kârun’a verilenin bir benzeri de bizim olsaydı; hakîkaten o çok büyük bir servet sâhibi!..» dediler.” 

ALLAH'IN MÜKÂFATI DAHA ÜSTÜNDÜR

“Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: «Yazıklar olsun size! Îmân edip amel-i sâlih işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.» dediler.” 

“Nihâyet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek herhangi bir topluluk olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” 

“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: «Demek ki Allâh, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az! Şâyet Allâh bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. (Allâh Allâh! Şu hâle bir bakın!) Demek ki, inkârcılar iflâh olmazmış!..» demeye başladılar.” (el-Kasas, 77- 82)

MAL VE MÜLK SEVDALILARININ HAZÎN SONU

İşte bu durum, dünyaya meyledip âhireti unutan mal ve mülk sevdâlılarının hazîn âkıbetini gösteren ne müthiş bir sahnedir! Zîrâ ilâhî zenginlik ve nîmetlerden ebediyyen mahrûm olan Kârun, şimdi bir âhiret dilencisidir. Çünkü âhiret yurdu, ömür boyu ihlâs ve samîmiyet ile kulluk üzere yaşayan takvâ sâhiplerine âittir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve fesâdı arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” (el-Kasas, 83)

MALININ ZEKÂTINI VERMEYEN SALEBE'NİN AKIBETİ

Yine önceleri “mescid kuşu” diye anılan, fakat kendisine takdir edilen az nîmete kanaat etmeyip hırsla fazlasını isteyen, servete kavuştuğunda ise isyâna sürüklenen Sâlebe de kahr-ı ilâhîye dûçâr oldu…

Medîne müslümanlarından olan Sâlebe’nin, mala-mülke karşı aşırı derecede hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bunun için Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den duâ istedi. Onun bu talebine Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“–Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır...” 

Bu ifâde üzerine isteğinden vazgeçen Sâlebe, bir müddet sonra hırsının yeniden depreşmesi ile tekrar Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:

“–Yâ Rasûlallâh! Duâ et de zengin olayım!” dedi. Bu sefer de Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ben senin için kâfî bir örnek değil miyim? Allâh’a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp geleceklerdi; fakat ben müstağnî kaldım.”

Sâlebe, yine isteğinden vazgeçti. Fakat içindeki ihtiras fırtınası dinmiyordu. Kendi kendine: “Zengin olursam, fakir fukarâya yardım eder, daha çok ecre nâil olurum!” şeklinde bir düşünceye kapılarak ve nefsinin şiddetli talebine yenilmiş olarak üçüncü kez Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti ve:

“–Seni hak peygamber olarak gönderene yemîn ederim ki, eğer zengin olursam, fakir fukarâyı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim!..” dedi.

Bu bitmek bilmeyen ısrarlı talep karşısında Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Rabbî! Sâlebe’ye istediği dünyalığı ver!” diye duâ etti. Çok geçmeden bu duâ vesîlesiyle Allâh Teâlâ, Sâlebe’ye büyük bir zenginlik ihsân etti. Sürüleri dağları ovaları doldurdu. Lâkin o zamana kadar “mescid kuşu” ifâdesi ile anılan Sâlebe, mal ve mülkü ile meşgûliyete dalması sebebiyle yavaş yavaş cemaati aksatmaya başladı. Gün geldi sadece Cuma namazlarına gelir oldu. Ancak bir müddet sonra Cuma namazlarını da unuttu.

"SALEBE'YE YAZIK OLDU"

Bir gün onun durumunu sorup öğrenen Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sâlebe’ye yazık oldu!..” buyurdular.

Sâlebe’nin gaflet ve cehâleti, bu yaptıklarıyla da kalmadı. Kendisine zekât toplamak için gelen memurlara:

“–Bu sizin yaptığınız düpedüz haraç toplamaktır!” deyip, daha evvel yapacağını vaadettiği infaklar şöyle dursun, fakir fukarânın âyetle sâbit olan asgarî hakkını dahî vermekten kaçınacak kadar ileri gitti. Netîcede münâfıklardan oldu.

Münâfıkların bu tavırları, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilir: “Onlardan kimi de: «Eğer Allâh, lutuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!» diye Allâh’a söz vermişlerdi.”

“Fakat Allâh, onlara lutfundan (zenginlik) verince, cimrilik edip (Allâh’ın emrinden) yüz çevirerek s◌ özlerinden döndüler.” (et-Tevbe, 75-76)

Kendi ahmaklığı yüzünden Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’ in îkâzını dinlemeyerek, sefil ve perişân bir şekilde hazîn bir âkıbete dûçâr olan Sâlebe, dünyanın geçici servetine aldanarak ebediyet fukarâsı olmuştu. Büyükbir pişmanlık içinde ölürken kulaklarında âdetâ Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleri çınlıyordu:

“–Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır...” [1]

Ancak bu îkâza kulak vermemiş olan Sâlebe, fânî servetinin kendisini perişân eden girdapları içinde sonsuz bir elem ve ızdırâba dûçâr olarak can verdi. Düştüğü felâketi saâdet zannederek, kısacık bir dünya hayatına mukâbil, ebedî bir

saâdeti ahmakça mahvetti.

Dipnot: 1) Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Medeniyetimizin Fazîlet Zirvelerinden Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah'ın selamı üzerinize olsun, Yukarıda : “... fakir fukarânın âyetle sâbit olan asgarî hakkını dahî vermekten kaçınacak kadar ileri gitti. Netîcede münâfıklardan oldu." gibi bir ifade okudum.. Ayetle sabit olan asgari zekat nedir? Kırkta bir gibi oranlardan bahsedilir, lakin bu da Kuran'da geçmiyor kanaatimce.. "Ben itiyaçtan arta kalanı" vermek dışında Kuran kaynaklı bir zekat miktarı bilmiyorum. Açıklar mısınız? Söylediğiniz hangi ayettir?

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.