Kamil İmanın Alameti

Hayatta en zor şey îmânın bedelini tam olarak ödeyebilmektir. Zira bunun belli bir ölçüsü yoktur. Bu sebeple bütün imkânlarla Allah yolunda gayret göstermek gerekmektedir. Bir Müslüman, malından, canından ve sahip olduğu her türlü nîmetten fedâkarlıkta bulunmalıdır. Hizmet ve fedâkârlığın, kâmil bir îmânın en büyük alâmeti olduğunu bilmelidir.

Bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâ etmek, abesle iştigaldir. Mü’minin bedelini ödemesi îcâb eden en kıymetli varlığı ise îmânıdır.

Bir insan bize bir şey ikram ettiğinde, ona teşekkür eder, gücümüz nisbetinde biz de ona ikramda bulunmaya çalışırız. Cenâb-ı Hak, “Hâdî” sıfatını bizim üzerimizde tecellî ettirerek bizlere en büyük nîmet olan îmânı ihsân etmiştir. Bu yüzden en başta îman nîmetini bahşeden Rabbimize sonsuz bir şükür borcumuz vardır.

Hayatta en zor şey de, îmânın bedelini tam olarak ödeyebilmektir. Zira bunun belli bir ölçüsü yoktur. Bu sebeple bütün imkânlarla Allah yolunda gayret göstermek gerekmektedir. Bir müslüman, malından, canından ve sahip olduğu her türlü nîmetten fedâkarlıkta bulunmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine emânet olarak lûtfettiği nîmetleri yerli yerince kullanmalıdır. Hizmet ve fedâkârlığın, kâmil bir îmânın en büyük alâmeti olduğunu bilmelidir.

Nitekim Rasûlullah Efendimiz de:

“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” buyurmuştur. (Deylemî, II, 324)

Muhâcirler ve Ensâr, îmanlarının bedelini ödeyebilmenin gayreti içinde yaşadılar. Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’in de bu bedeli ödemesini arzu ediyor. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na lâyık bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)

Diğer bir husus da, Peygamber Efendimiz’e ümmet olma şerefinin şükür borcudur. Cenâb-ı Hak bizi meccânen, en yüce Peygamber’ine ümmet kılmıştır.

Şöyle bir düşünecek olursak; biz kendi irâdemiz veya tercihimizle ümmet-i Muhammed’den olmadık. Bunu bize Cenâb-ı Hak lûtfetti. İdrâk edebilenler için bu, çok büyük bir lûtf-i ilâhîdir. Onun bedelini ödemek de ashâb-ı kirâmın gösterdiği gayret, ferâgat ve fedâkârlıklardan hisse alabilmekle mümkündür.

Nasıl ki insanlara karşı yapılan fedâkârlık, dostluğu kuvvetlendirirse; Allah yolunda yapılan fedâkârlıklar da Allah ile aramızdaki dostluğu kuvvetlendirir ve vuslata vesîle olur.

ALLAH'A DOST OLABİLMEK FEDAKARLIK İSTER

Allâh’a dost olabilmek, büyük fedâkarlık ister. Çünkü malı, canı ve bütün imkânları Allah yoluna bezledebilme husûsunda nefs ve iblis engelini bertaraf etmek gibi hayli zorluklar ve meşakkatler vardır.

Sohbet eden bir kişinin de, bu vazifesini Allah yolunda yapılabilecek en güzel hizmet vesîlelerinden biri bilip gayret ve fedâkârlığını artırmaya çalışması gerekir. Fakat böyle bir hizmet adına çoluk-çocuğunu, anne-babasını ve rızkını kazandığı işini bir kenara bırakıp ihmâl etmesi nasıl yanlış ise, bunları bahâne ederek Allah yolundaki hizmetinden geri durması da aynı şekilde doğru değildir. Yani sohbetçi Allah için âzâmî derecede fedâkârlıkta bulunmakla birlikte diğer vazifelerini de dengeli bir şekilde sürdürmelidir.

Sohbetçiler, sohbetlerin dışında da mümkün oldukça kardeşlerine zaman ayırmalıdırlar. Zira sadece sohbetten sohbete görüşerek alâkayı canlı tutmak hayli müşkildir. Bunun içindir ki sohbet edenler, tıpkı bir işyerine giriş-çıkışta kart basan bir işçi veya yoklama defterine imza atan bir memur gibi olmamalı, bilâkis her fırsatta sohbet kardeşleriyle münâsebetlerini sürdürmeye çalışmalıdırlar.

Sohbetçi, imkân ve fırsatların ayağına gelmesini de beklememelidir. O dâimâ hizmet ve fedâkârlıkla Allah rızâsının arayışında olmalıdır. Gelmeyene gitmeli, kardeşini arayıp sormalıdır. Bilhassa zor zamanlarda onun yanıbaşında olmalıdır.

HOCANIN TALEBESİNE YARDIM VE HİMMETİ

Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu kıssası çok ibretlidir:

Nakledildiğine göre, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi, günün birinde, kendi şahsiyetini lekeleyecek kötü bir durumda yakalanmıştı. Bundan son derece mah­cub olan talebe, oradan ayrıldı ve bir daha da dergâha gelmedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra, utancından yüreği târumâr olmuş bu talebe, sohbet arkadaşlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverdi. Talebe, hocasını fark edip, utancı sebebiyle oradan hızla uzaklaştı. Durumu sezen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, yanındakilere dönerek:

“–Siz gidin, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip, talebesinin peşine düştü. Bir ara geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini takip etmekte olduğunu görünce, daha da heyecanlandı ve adımlarını sıklaştırdı. Gide gide bir çıkmaz sokağa girdi. Mahcûbiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî, başını duvara çarptı. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girdi ve başını önüne eğdi.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri:

“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti, asıl böyle zor günlerinde olur.” dedi ve onu şefkatle bağrına basıp dergâha götürdü. Hocasının ayaklarına kapanan talebe, yaptığı mâsiyetlere pişman olup tevbe etti…

Velhâsıl bir sohbetçi, sohbet kardeşlerini yakından tâkip edip hâllerine vâkıf olmalıdır. Şâyet hatâ veya günahlarının utancı altında ezilerek kendisini o meclise lâyık görmeyen ve bu sebeple sohbet halkasından uzaklaşanlar varsa, bu hâlin nefs ve şeytanın bir tuzağı olduğunu, asıl böyle durumlarda sohbetin gönül feyzine muhtaç olduklarını hatırlatmalıdır.

Velhâsıl, Allâh’a muhabbetin ölçüsü, Allah yolunda fedâkârlıktır. Kuru sözler hiçbir şey ifâde etmez. Mevlânâ Hazretleri; “Sözün maskarası olma!” der. Muhabbet iddiâsı da fedâkârlıkla ispatlanmaya muhtaçtır.

Yine Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir kimse alacağı mahsûlün miktarını bilirse, saçtığı tohumlar için gösterdiği fedâkârlık gözünde büyümez.”

Dolayısıyla bir sohbetçinin, mes’ûl olduğu kardeşlerinin irşâdı yolunda göstereceği fedâkârâne gayretler, onun îmandaki ihlâsının ve Hakk’a muhabbetinin en bâriz alâmetlerindendir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları

Kamil İman Sahibi Nasıl Olunur?

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.