Kalbin En Mühim İki Ameli

Muhabbet ve rızâ, îman nûrunun tecellîgâhı olan kalbin en mühim iki amelidir. Bu ikisi, müʼminin Hakkʼa giden gönül yolculuğundaki terakkîsinin de en büyük sermayeleridir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kalbimi semâya götürdüler. Bütün melekûtun çevresini dolaşıp geri döndü. Kalbime:

«–Oradan ne getirdin?» diye sordum:

«–Muhabbet ve rızâ! Zira orada bu ikisinin rağbet gördüğünü müşâhede ettim.» dedi.” [1]

Cenâb-ı Hak, velî kullarına zaman zaman birtakım mânevî hâller, kalbî keşifler, sünûhat, zuhûrat ve ilhamlar ihsân edebilir. Bunlar bâzen rüyâda, bâzen uyku ile uyanıklık arasında, bâzen de derin tefekkür ve murâkabe esnâsında gerçekleşir. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin bu beyanları da -Allâhu a‘lem- bu minvaldeki bir müşâhedenin eseridir. Bu nevî ifadeler, şerʼî bir hüküm vasfı taşımasa da, mârifetullah yolunun samimî yolcularına yüksek ufuklar açar.

Hakîkaten muhabbet ve rızâ, îman nûrunun tecellîgâhı olan kalbin en mühim iki amelidir. Bu ikisi, müʼminin Hakkʼa giden gönül yolculuğundaki terakkîsinin de en büyük sermayeleridir.

Zira îmânın temelinde de muhabbet vardır. Îman, bir bakıma Allâhʼa ve Oʼnun sevdiklerine duyulan sonsuz bir muhabbetle bağlılıktır. Muhabbetin kantarı ise fedakârlıktır. Dolayısıyla, seven, sevgisi ölçüsünde fedakârlık yapmayı, en büyük nîmet, lezzet ve saâdet bilmelidir.

ALLAH'I GERÇEKTEN SEVEN KUL

Cenâb-ı Hakkʼı gerçekten seven bir kul, Oʼnun kendisi hakkındaki -kahır veya lûtuf- bütün takdîrini de sever. Bu ise rızâ hâlidir. Hattâ Cenâb-ı Hakkʼa muhabbetle dolu olan bir kalp, Oʼnun kendisi hakkındaki takdîrini; kendi niyet, hayal ve arzularından çok daha hayırlı olarak telâkkî eder.

Rızâ; itmiʼnâna ermiş, yani Rabbinin zikriyle mânen huzura kavuşmuş nefsin en büyük vasıflarından biridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizʼin yanında bulunan müʼminlerden bahsederken:

“…Onlar Allahʼtan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.

Allâhʼın bizden râzı olmasını istiyorsak, evvelâ Oʼnun bizim hakkımızdaki takdîrine rızâ göstermeli, Rabbimizʼe dâimâ hamd ve şükür hâlinde bulunmalıyız.

Dünya, ilâhî imtihan mekânı olduğu için, hayat dâimâ kahır ve lûtuf tecellîlerinin med-cezirleri içinde devam eder. Peygamberler, bu imtihanlarda nasıl muvaffak olabileceğimiz hususunda, en büyük örnek şahsiyetlerimizdir:

Meselâ Eyyûb -aleyhisselβm-… Yaşadığı birbirinden ağır imtihanlar neticesinde servet gitti, evlât gitti, sıhhat gitti. Fakat o, şikâyet ve feryâd etmek yerine, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa hamd etti, şükretti. Rabbine olan rızâ ve teslîmiyetinden en ufak bir tâviz vermedi.

Onun hâline dayanamayan hanımı:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şi­fâya nâil ol!” dediğinde ise Hazret-i Eyyûb -aleyhisselβm- şu mukâbelede bulundu:

“–Hanım! Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz o kadar olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teed­düb ederim!”

NE GÜZEL KUL

Bütün ilâhî imtihanlar karşısında sergilediği müstesnâ rızâ hâli sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın “ne güzel kul”[2] iltifatına mazhar oldu.

Diğer taraftan, insanlık tarihi boyunca, dünya serveti ve saltanatı bakımından hiçbir insanın, Hazret-i Süleyman -aleyhisselβm-’ın seviyesinde olması mümkün değildir. Lâkin dünya câzibeleri, Hazret-i Süleyman’ın gönlünü meşgul etmedi. Onun kalbi, dünyevî zenginliklerin kasası olmadı. Dünya saltanatı, onun Allah ile beraberliğine mânî olmadı. Sahip olduğu güç ve kudret, onun Hakkʼa kulluktaki tevâzû, huşû, hiçlik ve yokluk hissiyâtını bozmadı. O, bütün nîmetlerin Cenâb-ı Hakʼtan olduğunu bilip hiçbir zaman şımarmadı. Bilâkis dâimâ:

“‒Ben fakirim. Fakire, fakirlerle ülfet etmek yaraşır!” hissiyâtıyla; hamd, şükür, rızâ ve bilhassa tevâzû hâlinde yaşadı.

Bu fazîleti sebebiyle o da Cenâb-ı Hakkʼın “ne güzel kul”[3] iltifatına mazhar oldu.

Demek ki darlıkta ve zorlukta isyan etmeyerek sabır silâhına sarılmalıyız. Varlıkta da şımarmayıp taşkınlıktan sakınmalıyız. Böylece her hâlükârda takdîr-i ilâhîden râzı olmalıyız. Zira bu hâl; Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına nâiliyet vesîlesidir.

Nitekim “ağniyâ-i şâkirîn / şükür ehli zenginler” ile “fukarâ-i sâbirîn / sabır ehli fakirler”, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına nâiliyet hususunda aynı mevkîdedirler.

Fakat bu; “…Kullarımdan şükredenler pek azdır!” (Sebe’, 13) ilâhî beyânı vechile, nâdir görülebilen bir kulluk mertebesidir. Zira pek çok kalbî merhale katedildikten sonra sergilenebilen bir fazîlettir.]

[1] Attâr, Tezkire, sf. 202.

[2] Bkz. Sâd, 44.

[3] Bkz. Sâd, 30.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bâyezîd-i Bistâmî, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.