İslam'da Lisânın Önemi Nedir ?

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zekât vermek istemeyen Benî Temîm kabîlesinin üzerine Hazret-i Uyeyne’yi bir miktar asker ile göndermişti. Uyeyne -radıyallâhu anh- da Temîm kabîlesine ansızın yaptığı bir hücumla onları mağlûb ederek birçok ganîmet ve esirle Medîne-i Münevvere’ye döndü.

Bunun üzerine Temîm eşrâfı, esirlerini kurtarmak için kalabalık bir heyetle ve yanlarında şâirleri olduğu hâlde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler. Mescidde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beklerken sabırsızlanarak:

“–Çık artık yanımıza!” diye hürmetsizlik ve kabalıkta bulundular.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu bağırıp çağırmalarından rahatsız oldu. Bunun üzerine nâzil olan âyette şöyle buyruldu:

اِنَّ الَّذِينَ يُنَادُونَكَ مِنْ وَرَاءِ الْحُجُرَاتِ اَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ

(Rasûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.” (el-Hucurât, 4) (İbn-i Hişâm, IV, 223, 233)

Varlık Nûru Efendimiz, öğle namazını kıldırdıktan sonra mescidin avlusunda oturdu. Benî Temîm heyeti:

“–Sen’inle şiirler söyleşelim, fahriyeler okuyalım diye şâirimizi ve hatîbimizi getirdik!” dediler.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben şiir söylemek için gönderilmedim. Fahriye söylemek için de emrolunmadım. Ama sizler bir söyleyin bakalım!” buyurdular. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 128)

Benî Temîm’den bir kişi kalktı ve belîğ bir hutbe okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbdan Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh-’a işâret buyurunca o da kalktı ve Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetine dâir mükemmel bir hutbe îrâd ederek Temîmli’ye gâlip geldi.

Bundan sonra Temîmoğulları’ndan Zibrikân bin Bedr’in okuduğu şiire de meşhûr şâir Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- mukâbele ederek İslâm Dîni’nin şerefine, şânına dâir irticâlen, gâyet fasîh ve tesirli bir kasîde söyledi.

Ashâbın bu galebesi, Kur’ân-ı Kerîm gibi bir lisân hârikası olan ilâhî Kitâb’a gönül vermek, ayrıca “Cevâmiu’l-kelim: Az sözle pek çok mânâlar ifâde eden” ve bütün insanların en güzel ve belîğ konuşanı olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyelerinde bulunmaktan kaynaklanmaktaydı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den vâkî olan bu feyiz in‘ikâsını şâir ne güzel dile getirir:

O’nu bir lahza görenler gül olur,

Sözüne şâhid olan bülbül olur...

Nitekim bu hakîkati fark eden Temîmli şâir Akrâ bin Hâbis:

“–Bu zâtın hatîbi, bizim hatîbimizden, şâiri de bizim şâirimizden üstündür. Onların sesleri, bizim seslerimizin fevkindedir!..” diyerek arkadaşları ile birlikte îmân ettiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de heyet üyelerine bol miktarda hediyeler verdi. (İbn-i Hişâm, IV, 232)

O sırada Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer arasında Allâh Rasûlü’nün huzûrunda küçük bir tartışma oldu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

يَااَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَىِ اللهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللهَ اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ يَااَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَرْفَعُوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِىِّ وَلاَ تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ وَاَنْتُمْ لاَ تَشْعُرُونَ

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin! Allâh’tan korkun! Şüphesiz Allâh işitendir, bilendir. Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 1-2)

Bundan sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda konuştuğu zaman sesini o kadar kısardı ki, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- onun sözünü işitemez, ne söylediğini kendisine sormak mecbûriyetinde kalırdı.

Diğer sahâbîler de Varlık Nûru Efendimiz’e büyük bir tâzîm ve hürmet duygusu içindeydiler. O’nu rahatsız etmemek için bütün gayretlerini sarf ederlerdi. Nitekim sesi gür olan bir sahâbî Peygamber Efendimiz’i rahatsız ettiği korkusuyla ve büyük bir üzüntü ile evine kapanmış, ancak Allâh Rasûlü’nün tesellîsi ile sükûna kavuşmuştu.

Ashâb-ı kirâm, Âlemlerin Efendisi ile sofraya oturduklarında hiçbir zaman O’ndan önce ellerini yemeğe uzatmazlardı. Odasının kapısına tırnak uçlarıyla vururlar, O’nu rahatsız edecek her türlü hareketten şiddetle kaçınırlardı. O’ndan bahsederken ifâdelerine çok dikkat ederler, Allâh Rasûlü’nü ay ile güneşe benzetirlerdi. O’nun hadîslerini rivâyet ederlerken de son derece titizlik gösterirler, rivâyet sırasında renkleri değişir, yüzlerinden terler akar, gözleri yaşlarla dolar ve boyun damarları şişerdi. Mescidin çevresinde bulunan evlerden herhangi birinde kazık veya çivi çakıldığını duysalar hemen; “Rasûlullâh’ı rahatsız etmeyiniz!” diyerek haber gönderirlerdi. Bâzıları da evlerinin kapılarını Medîne dışında yaptırırlardı.

***

Ka’b bin Züheyr de önceleri İslâm’a savaş açan şâirlerdendi. Yazdığı hicviyeler dolayısıyla görüldüğü yerde öldürülmek üzere kanı helâl kılınmıştı. Ancak müslüman olan kardeşi Büceyr, kendisine nasîhat sadedinde bir şiir yazarak, böyle devâm ettiği takdirde âkıbetinin hazîn olacağını bildirdi. Ka’b da büyük bir endişe içinde ashâb-ı kirâmdan birinin delâletiyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna geldi ve ismini söylemeden bey’at etti. Diz çöküp oturdu. Sonra da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ka’b bin Züheyr tevbe edip müslüman olarak emân almak için yüksek huzûrunuza gelmek ister, kabul buyurur musunuz?” diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den; “Evet!” cevâbı sâdır olunca sevinçle:

“–Ka’b benim yâ Rasûlallâh!..” dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 152; Hâkim, III, 675/6480; Heysemî, IX, 393)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu affına bir şükrâne olması için huzûr-i Peygamberî’ye gelmeden evvel nazmetmiş olduğu “Bânet Süâd” kasîdesini okumaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan ziyâdesiyle memnun kalarak mübârek sırtındaki Hırka-i Şerîf’i çıkarıp Ka’b -radıyallâhu anh-’a giydirdiler. Böylece kasîdenin ismi, Arapça’da hırka mânâsına gelen “bürde” kelimesiyle zikredilerek, “Kasîde-i Bürde” oldu.

Ka’b’a hediye edilen Hırka-i Şerîf, onun vefâtından sonra Hazret-i Muâviye tarafından satın alındı. Hükümdarlar arasında birinden ötekine geçerek günümüze kadar gelmiş olan ve Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilen Hırka-i Saâdet, işte budur.

“Kasîde-i Bürde” ismiyle meşhûr olmuş bir kasîde daha vardır ki, o da İmam Bûsirî Hazretleri’ne âittir. Ancak bu ikinci kasîdenin doğru ismi, “Kasîde-i Bür’e”dir. Bür’e, hastalığın şifâ bulması mânâsındadır ve İmam Bûsirî’nin bu kasîde bereketiyle felç hastalığından kurtulması münâsebetiyle bu ismi almıştır. Hâdise şöyledir:

İmam Bûsirî Hazretleri’nin vücûdunun yarısı felç olur. O da Kasîde-i Bür’e’yi yazıp Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler. Kasîdeyi yazmayı bitirdiği gece rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve bu na’ti O’na okur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bundan memnun kalarak mübârek elleriyle İmam Bûsirî’nin felç olan yerlerini sıvazlar. İmam Bûsirî, uyandığında hastalığından hiçbir eser kalmadığını müşâhede ederek Cenâb-ı Hakk’a şükreder. Sabahleyin sürûr ve şükrân duyguları içinde câmiye giderken, keşif sâhibi büyük velî Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Şeyh Hazretleri:

“–Yâ İmam! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.

İmam Bûsirî:

“–Benim birçok na’tim var. Hangisini soruyorsunuz?” deyince, Şeyh Ebu’r-Recâ:

“–Bu gece Rasûlullâh’a okuduğun na’ti istiyorum. Zîrâ sen onu okurken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok memnûn olduğunu gördüm.” der.

İmâm Bûsirî hayretler içinde sorar:

“–Bu kasîdeden ve gördüğüm rüyâdan hiç kimseye bahsetmediğim hâlde siz bunu nereden biliyorsunuz?..”

Şeyh Ebu’r-Recâ cevâben:

“–Yâ İmâm! Ben de oradaydım!..” der ve kasîdenin ilk beytini okur:

أَمِنْ تَذَكُّرِ جِيرَانٍ بِذِى سَلَمٍ

مَزَجْتَ دَمْعًا جَرَى مِنْ مُقْلَةٍ بِدَمِ

Selem yârânını sen yâdına aldın da mı,

Gözlerden akan yaşa karıştırırsın demi?..

“Ey gönül, Selemlileri hatırladığın için mi gözünden kanlı yaş akıtıyorsun?”

Rivâyete göre bu kasîde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda okunurken Âlemlerin Efendisi, memnûniyetlerinden dolayı mübârek vücûdlarını bir ağacın yapraklarının zarîf bir şekilde sallanışı gibi hareket ettiriyor ve tebessüm buyuruyorlarmış.

İşte bu nükte dolayısıyladır ki bu na’tin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinin tecellî etmesi için hastalara şifâ olarak okunması, bir usûl dâhilinde devâm etmiş, bu medhiye ile Allâh Rasûlü’ne tevessül edilerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilmiştir.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.